Yazıklar olsun bizlere !

Yazıklar olsun bizlere !

Seneler birbirini kovalıyor.

Bizler önünde koşturuyoruz sanki.

Ne koşması, koşmakla olmaz halde.

Dedemi düşündüm yine,

elektriğin olmadığı, yağlı kandil akşamlarından,

yassı pilli radyoya,

son döneminde, televizyona denk geldi de,

bizler acayip bir hızla nano teknolojiye,

adını bile bilmediğim ilerlemelere şahit oluyoruz.

Şimdi seçim fırtınasında sürüklenip gidiyoruz.

Bir ahlaksızlık denizinde çırpınıyoruz.

Yalan dolan, her türlü hırsızlık,

bilişim dünyasının nimetleri,

gerçek olmayan görüntüler,

gerçek olmayan söylemler afişlerde.

"Boğaz dokuz boğum" denilmesine itibar eder,

dokuz düşünür, bir konuşurduk bizler.

Düşünmeden söylenen sözler,

hem karşıdaki kişinin canını yakabilir,

hem de söyleyen kişiye dert olabilir derdik.

Bu sebeple de söylenecek sözler,

öncelikle düşünülmeli ve tartılmalıdır, diye

bir düsturumuz vardı, vazgeçilemeyen...

sayılan yada sayıldı denilen oyların,

doğruluğundan bile endişeliyiz.

Engellenemeyen zamanın geçişi,

teknolojik gelişim, iyi yönde değil,

hile hurda ile bizleri ezer yönde hizmet ediyor.

Bizler daha şanslıydık geliyor bana,

daha dürüst, daha temizdik.

Çıkar uğruna doğrulardan vazgeçmezdik.

Bize dönelim artık...

Ortaokul çağlarında televizyon ile tanıştık,

almancı teriminin yaygınlaştığı dönemlerde,

upuzun direklere antenleri bağlayarak,

yükseltici, regülatör derken bu güne geldik.

O zamanlarda hayal gücü yüksek olan,

almancı diye isimlendirilen vatandaşlarımızdan

bazıları işi ileriye götürüp,

biz siyah beyaz izlemeye hayranlıkla bakarken,

-Bu da bir şey mi ? Bunun renklisi var,

kadın yemeği pişiriyor, sen kokusunu duyuyorsun,

diye, bizi daha da hayrete düşürüyorlardı.

Çekmeyince nalet, millet mart kedisi gibi,

anten tepelerinde geziyor,

düşüyor, yaralanıyor hatta ölüyor,

tencere kapağı, alüminyum tepsi bağlayanların yanı sıra,

anteni düzelteyim derken tutan kişilerden bazıları,

görüntü düzelince, bir kilo bifteği,

antene bağlayanları da duyuyorduk.

Şaka bir yana, fazla sulandırmadan,

gelelim konuya, ama nereye ?

Bandırma'da, çocukluğumuzda,

at arabalarını bilirdik, binerdik.

Ev taşımadan yük taşımaya,

özellikle kavun karpuz zamanı,

pazarlıkları eve götürmeye,

faytonlar ile keyif yapmaya kadar gördük.

O zamanlarda 'arabaya takışmak' diye,

bir deyim vardı ki,

önümüzden geçen at arabasına,

koşarak arkadan yetişir,

arabacı fark ederse kamçısından,

nasibimizi alıp, bir süre asılı gidip,

bazen de düşerek eğlenirdik.

Şimdi çocuklar joystick ile yarış yapıyor.

Son zamanlarında arkalarına çuval bağladılar,

yolu pislemesin diye,

şimdi çiçeklerin dibine koymak için,

para ile at tersi arıyoruz,

ara ki bulasın, yok.

Bir gün, yine ne sebeple hatırlamıyorum,

ana caddede bir yere gidiyorum.

Kaldırımda, yola yakın, seyir halinde iken.

-Arkadaşım ! Arkadaşım !

diye bir sese döndüm ki.

Yüzümde istemli bir gülümseme yer aldı,

herhalde iki yüz metre kadar ileride,

ifademi toparlayabildim.

Necdet evet Necdet...

İlkokuldan sınıf arkadaşım,

namı diğer .... Sevim'in oğlu Necdet.

Yıllar geçse de unutmamış beni, bende onu.

At arabası ile yük taşıyor, yokuşun üzerinde,

bir eli ile atın yularından tutarken,

diğer eli ile kamçısını kaldırıp,

bana el sallıyor 'Arkadaşım !' diyerek.

Ben ismini unutmadım,

o benimkini unutmuş belli.

Olsun yok zararı.

Gülümsemelerimiz kavuştu yolun ortasında,

o kadar,

bir daha görmedim Necdet'i.

Arkadaşım !

Neredeysen selam ile...

Şimdi, siyaset, ayrışma, gerginlik.

Adını siz koyun artık.

Birbirimize siyasi düşüncelerinden dolayı.

Selam bile veremez olduk.

Yazıklar olsun bizlere !

(Böylesine zor zamanlarda, siyasetten dem vurarak, sosyal medya kopyalarından uzak durarak, sizlere ahkam kesemedim.Kusuruma bakmayın...)

22.05.2023/SELÇUK ÖZGÜLERYÜZ/BANDIRMA