ÇÖKEN BİR TAHTIN VȂRİSİ OLMAK:
OSMANLI DEVLETİ’NİN SONU VE SULTAN VAHDETTİN
Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi
Vahdettin, Sultan Abdülmecid’in en küçük oğludur. 4 Ocak 1861 tarihinde doğmuştur.
Babası Abdülmecit vefat ettiğinde henüz altı aylıktır.
Kendisinden önce üç kardeşi, yaş sırasına göre, sırayla tahta çıkmıştı. 5. Murat, Serasker Hüseyin Avni Paşa öncülüğünde gerçekleşen bir askeri darbe sonrası padişah olmuştur. Akıl sağlığı bozulunca tahttan indirilmiş ve yerine Veliaht Abdülhamit, 2. Abdülhamit unvanıyla tahta çıkmıştır. Sultan Abdülhamit, Osmanlı Devleti’ni 33 yıl yönetti. 31 Mart askeri darbesi ile iktidardan uzaklaştırıldı. Yerine, Abdülmecid’in üçüncü oğlu Mehmet Reşat tahta çıkarıldı. Abdülhamit sonrasında yönetim tamamen İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçti. Anayasa’da yapılan değişiklikle padişahın yetkileri kısıtlandı. Mehmet Reşat, selefinin siyasi yeteneklerinden mahrumdu. 2. Abdülhamid’i tahttan indirenlerin, bir gün kendisini de indirebilecekleri korkusunu taşıyordu. 9 yıl Osmanlı tahtında bulundu. Önüne gelen evrakı imzalamanın ötesinde bir etkinliği yoktu. Bu süre içinde kısıtlı yetkilerini dahi hiçbir zaman kullanamadı. 3 Temmuz 1918 tarihinde vefat etti.
Yerine küçük kardeşi Mehmet Vahdettin, 4 Temmuzda, 6. Mehmet unvanıyla tahta çıktı. Esasen bu tarihte artık gerçek anlamda bir taht yoktur. Zira Osmanlı Devleti savaştan mağlup çıkmıştı. Tahta çıktıktan dört ay sonra Mondros Mütarekesi ile bu mağlubiyet tescil edildi. Vahdettin çöken bir tahtın varisi idi. Osmanlı Ordusu savaşta tükenmişti. Saltanatın dayanacağı bir güç bulunmuyordu. Halk temel ihtiyaçlarını temin edemiyordu. Uzun süren savaş ülkeyi yoksul düşürmüştü. Mondros Mütarekesi hükümleri gereği ülke, başta başkent İstanbul olmak üzere işgal edilmeye başlanmıştı.
İşgal altındaki bir başkentte iktidardan bahsetmek mümkün değildir.
**
Sultan 2. Abdülhamit’in 32 yıl 8 ay süren saltanatı, 31 Mart İsyanı ile sona ermişti. 31 Mart, Hareket Ordusu’nun gerçekleştirdiği askeri darbeye zemin hazırlayan bir isyanın adıdır. Literatür, ağız birliğiyle, 31 Mart’ı irticaî/ gerici** bir hareket olarak değerlendirse de hedefi 2. Abdülhamit ve yönetimidir. Çünkü 23 Temmuz 1908 “büyük inkılâbının sağlayacağı kurtuluşun”, Abdülhamitsiz bir yönetim ile mümkün olabileceğine inanılıyordu. 27 Nisan 1909 tarihinde Sultan Abdülhamid’in saltanatı sona ermiş ve Mehmet Reşat, 5. Mehmet unvanıyla tahta çıkmıştı.
Mehmet Reşat padişah olduğunda 65 yaşında ve ileri derecede şeker hastası idi. 2. Abdülhamit’in siyasi yeteneklerinden mahrumdu. Tahta çıkış tarihinden itibaren, beş yıla yakın, İttihat ve Terakki, her ne kadar fiilen iktidarda
olmasa da, kurulan hükümetlerin üzerinde bir baskı unsurudur. 23 Ocak 1913 tarihinde Bâbıâli Baskını ile Kâmil Paşa hükümeti devrilecek, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Nazım Paşa katledilecek, iktidar, tamamen İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçecektir. Bu Fırka, 1. Dünya Savaşı boyunca da ülkenin mutlak hâkimi olacaktır.
Balkan Savaşı bozgunundan sonra Osmanlı Hükümeti, Orduyu ıslah için, 27 Ekim 1913’te Almanya’dan bir askeri heyet talep etmişti. Bu talep, Almanya tarafından memnuniyetle karşılanacak ve aralık ayında, Liman von Sanders’in başkanlığında muhtelif rütbelerde 42 Alman subayı İstanbul’a gelecektir. Heyetteki subay sayısı, 1914 yılının ilk yarısında 70 kişiye çıkmıştır.1 Sanders, tümgeneral rütbesindedir ve anlaşmaya göre, Osmanlı hizmetine giren her Alman subayı bir üst rütbeye yükseltileceğinden Sanders de korgenaralliğe terfi edecektir.
Osmanlı Genelkurmayı Almanlara teslim edilmiştir. İkinci Başkan General Bronsart von Schellendorf’tur. Harbiye Nezareti’ndeki şube müdürlüklerini Alman subaylar idare etmektedir. Ordu, kolordu, tümen düzeyinde birçok birlik komutanlığı ve birlik kurmay başkanlıkları Alman subayları tarafından yürütülmektedir ve savaş boyunca da bu komutanların sayıları gittikçe artacaktır 2
İrtica kavramının 31 Mart ile literatürümüze girdiğini unutmamak gerekir. Zaman içinde,
bu kavrama zemine göre farklı anlamlar yüklenmiş olsa da, 31 Mart günlerinde ve sonrasında
irtica, “2. Abdülhamit devri/devr-i Hamidî özlemini” ifade ediyor, bu devri arayanlar; İttihat ve
Terakki idaresini eleştirenler mürteci olarak damgalanıyordu.1
Jehuda L. Wallach, Bir Askeri Yardımın Anatomisi (Çeviri), Ankara, 1977, s. 126.
Sultan Reşat’ın, tahta çıkışının dördüncü yılında Osmanlı Ordusu’na Alman komutanlar hâkim olmaya başlamışlardır. Sultan 2. Abdülhamit sonrasında Osmanlı Ordusu’nun durumu özetle budur.
Acaba padişah olarak Sultan Reşat’ın yetkileri nelerdi? Devlet yönetiminde ve hükümetlerin kuruluşunda etkisi ne kadardı? Kanȗn-ı Esasî’nin, kendisine tanıdığı kısıtlı yetkilerini kullanabilmiş midir? Soruların cevabı,
konunun anlaşılması ve Mehmet Reşat devrinde devletin nasıl yönetildiği açısından önem arz etmektedir.
Kanȗn-ı Esasî’ye Göre Osmanlı Padişahının Yetkileri Bilindiği gibi ilk Kanȗn-ı Esasî, 23 Aralık 1876 tarihinde meşrutiyetin ilanıyla yürürlüğe girmişti. 119 maddeden oluşan bu metnin ilk yedi maddesi birinci bölümü ihtiva eder. 3-7. maddeler hükümdar ve hanedan üyeleri hukuku ile ilgilidir: 3. Madde saltanat ve hilafetin ayrılmaz olarak “Sülâle-i Âli-i Osman’dan, usȗl-i kadîme”3 üzere en büyük erkek evlada ait olduğundan bahseder. 4. Madde de üçüncü maddeyi tamamlar: Padişah, halife olması hasebiyle, İslȃm Dini’nin hȃmisi, bütün Osmanlıların hükümdar ve padişahıdır. 5. Madde, padişahın sorumsuz olduğunu belirler; hükümdar, eylem ve işlemlerden dolayı sorumlu tutulamaz. 6. Madde, hanedan üyelerinin hakları hakkındadır: Hanedan mensuplarının hürriyetleri, şahsi mal ve mülkleri, öde2
İsmet İnönü, Hatıralar, 1. Kitap, Ankara, Ekim 1985, s. 153 vd.; Osmanlı-Alman İttifak anlaşmasının 3. Maddesine göre savaş çıktığında Almanya, askeri heyetini Osmanlı hizmetinde bırakacak, buna karşılık Osmanlı Devleti, Harbiye Nazırı ile Alman askeri heyet başkanı arasında doğrudan alınacak kararla, hizmetindeki Alman subaylarına, ordunun sevk ve idaresinde fiili
bir nüfuz temin edecekti. Bu madde gereği Alman subayları, savaş boyunca birliklere komuta ettiler. Bkz. Em. Tuğg. Cemal Akbay, I. Dünya Harbinde Türk Harbi, C I, Ankara 1970, s. 48.31603-1617 tarihleri arasında saltanat süren Sultan 1. Ahmet’in saltanat veraset sistemine getirdiği ekberiyet/hanedanın en büyük erkek evladının padişah olması usulü. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Sultan 1. Ahmet devrine kadar saltanat babadan oğula geçmekte idi.
Buna “amûdi” sistem deniliyordu. Bu sistem, şehzadeler arası rekabete ve saltanat kavgalarına sebep oluyordu. Mesela 1. Ahmet’in babası 3. Mehmet, 19 erkek kardeşini öldürtmüş ve vefatından yedi ay kadar önce de oğlu, Şehzade Ahmet’in iki yaş büyüğü, Şehzade Mahmut’u boğdurtmuştu. Herhalde 14 yaşında bütün bunları gören Şehzade Ahmet, tahta çıktığında veraset sistemini değiştirmekle işe başlamış ve küçük kardeşi Mustafa’ya (1.Mustafa) dokunmamıştır.
Bkz. Mustafa Cezar, Mufassal Osmanlı Tarihi, C III, Ankara 2011(Tıpkıbasım) s. 1699-1700
ve 1788 nekleri, ömür boyu umumi kefalet altındadır. 7. Madde, padişahın yetkilerin
dairdir. Bu maddeyi özetlersek: Vekillerin/ nazırların tayini ve azli; eyȃlȃt-ı
mümtâzenin,4 imtiyaz şartları gereği tevcihi; rütbe, görev ve nişan verilmesi; para basımı; hutbelerde padişah isminin zikredilmesi; yabancı devletlerle anlaşma, savaş ve barış ilanı; ordunun komutası ve askeri harekȃta izin;
kanunların icrası, nizamnâmelerin tanzimi; cezaların indirimi, affı; meclisin, gerekli hallerde, milletvekillerinin yeniden seçimi şartıyla feshi gibi hususlar padişahın yetkileri arasındadır5 Bir de, ilk Kanȗn-ı Esasî metninin kabulü esnasında çok tartışılan 113. Madde vardır. Kanȗn-ı Esasî’nin son bölümünde, yani 12. Bölümde, mevȃdd-ışettȃ/ çeşitli maddeler başlığı altında yer alan 113. Maddeye göre ülkenin birmahallinde çıkması muhtemel olaylar için hükümet, o mahalle mahsus olmak üzere sıkıyönetim ilan edebilecek; asayişi bozdukları güvenlik güçleri tarafından tespit edilen şahısları, padişah yurt dışına sürebilecektir. 7. Maddede belirtilen yetkiler, bir meşrutî yönetim padişahı için hayli geniştir. Sultan 2. Abdülhamit, her ne kadar, 13 Şubat 1878 tarihinde meclisi kapatarak Kanȗn-ı Esasî’yi yürürlükten kaldırmışsa da, saltanatının sonuna kadar, 7. Maddede sayılan bu geniş yetkilerle devleti yönetmişti. Kanȗn-ı Esasî’nin yirmi dört maddesi üzerinde ilk değişiklik, 31 Mart askeri darbesinden/31 Mart Olayı’ndan yaklaşık dört ay sonra, 22 Ağustos 1909 tarihinde yapılmış ve değişiklik kanunu 5 Eylül 1909’da Takvîm-i Vekāyi’de neşredilmişti. Diğer maddelerin konu ile ilgisi olmadığından, sadece padişah ve saltanat hukukunu belirleyen 3, 7. ve 113. maddelerde yapılan değişikliğe bakmak gerekir. Bu değişiklikte, 3. Maddeye “…Padişah tahta çıktığında, Meclis’te, Şer‘-i şerîfe ve Kanȗn-ı Esasî hükümlerine uyacağına, vatan ve millete sadakat edeceğine yemin eder” cümlesi ilave edilmiştir. 7. Maddede padişahın yetkileri, önemli ölçüde kısıtlanarak vekillerin tayin ve azli yetkisi sadrazam ve şeyhülislamla sınırlandırılmıştır.
Eyȃlȃt-ı Mümtȃze; özel kanunlarla yönetilen Mısır, Sisam, Cebel-i Lübnan… gibi Osmanlı
idari birimleri.5 Mehmet Yıldız, Modernleşme Dönemi Osmanlı Siyasi Metinleri, Ankara 2015, s. 71.
Bu değişikliğe göre padişah, sadece sadrazam ve şeyhülislamı tayin edecek veya görevden el çektirebilecektir. Diğer vekillerin tamamı sadrazam tarafından belirlenecektir. Cezaların indirimi, affı veya genel af; Meclisin uygun
görüşüyle gerçekleşebilecektir. Meclisin feshi, üç ay içinde mebusların seçimi şartıyla, Ayan Meclisi’nin tasvibiyle mümkün olacaktır. Barış, milletlerarası ticaret, arazi ilhakı veya terki; Osmanlı vatandaşları hukukunu ilgilendiren ve devletçe masraf gerektiren anlaşmalar, Meclis’in onayı ile yapılacaktır. Değişim sonrasında da kara ve deniz kuvvetlerinin başkomutanı padişahtır. 113. Maddede padişahın, “… asâyişi bozdukları, güvenlik güçleri tarafından tespit edilen şahısların yurt dışına sürgün etme” yetkisi kaldırılmıştır6 Görüldüğü üzere, Sultan 2. Abdülhamit sonrası, Kanȗn-ı Esasî’de yapılan
değişiklikle padişahın yetkileri olabildiğince daraltılmıştır. Kabinenin oluşturulmasında padişah, sadece sadrazam ve şeyhülislamı atayabilecektir. Af yetkisi meclisle paylaştırılmış tahta çıkışı sırasında padişahın Kanȗn-ı Esasî’ye
uyacağına dair, meclis huzurunda yemin mecburiyeti getirilmiştir. Ayrıca değişiklik sonrasında da padişah başkomutan olmasına rağmen, padişahın savaş
ve barış zamanlarında komutayı vekâleten tedvir edecek harbiye nazırını tayin etme veya bu makam için bir isim önerme yetkisi elinden alınmıştır.
Sultan Mehmet Reşat Yetkilerini Kullanabilmiş midir? Mehmet Reşat, bir askeri müdahale sonrasında tahta çıkmıştı. Mizacı itibariyle İttihat ve Terakki iktidarına uygun bir padişahtı. Tahtta kaldığı dokuz
yıl iki ay süre içinde İttihat ve Terakki’nin gölgesinde kaldı. Hep hal’ korkusu yaşadı; “artık ihtiyar oldu, bir işe yarayacak hali kalmadı” diye tahttan indirilebileceği endişesini taşıdı7. Her denileni yaptı, sadece önüne gelen evrakı
imzalamakla yetindi. Hükümete bir tavsiyesi, herhangi bir atama için önerisi
kabul görmedi. Hatta vefatına yakın bir zamanda, kendisinden sonra gelecek olan Vahdettin’in müstebit/baskıcı olabileceğini ima ederek hükümet mensuplarına; “aman evlatlarım! Elinizde iradeye iktiran edecek mühim kararlar varsa hemen getirin, sağlığımda imza edeyim. Benden sonrakiler size müşkülat çıkarabilirler” diyecek ve önüne getirilen belgeleri gözü kapalı imzalayacaktır8 . Hiçbir işe karışmamaktadır; çünkü Sultan Abdülhamit’in sadece “işlere
karıştığı için” tahttan indirildiğine inanmaktadır. Bunun içindir ki, “hiçbir işe karışmıyor” diyenlere; “Meşrutiyet zamanında ben işe karışacak olursam biraderin suçu ne idi ?” sorusu ile kendisini savunmuştur9
.
Yıldız, a.g.e., s. 86 ve 89.7 Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1984, s. 270.8 Tarık Mümtaz Göztepe, Mütareke Günleri, Hazırlayan H. Afşın Günaydın, Ankara, Temmuz
2017, s. 25.
Mehmet Reşat devrinde devletin nasıl yönetildiğini, atamaların nasıl yapıldığını, rütbelerin nasıl alındığını, dağıtıldığını bazı örnekler üzerinden incelemek, dönemin anlaşılması bakımından önemlidir: 1. Dünya Savaşı’ndan
bir yıl kadar önce Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olan Enver Paşa,1881 doğumludur. 6 Haziran 1912’de yarbay,15 Aralık 1913 tarihinde albay, on dokuz gün sonra yani 3 Ocak 1914’te mirliva/tuğgeneral ve aynı zamanda, henüz 33 yaşında iken Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili olmuştur10Askerî kariyerde izahı olmayan bu hızlı yükselişin önüne geçecek, engel olacak bir merci, bir makam da yoktur.Enver Bey’in bu ani ve hızlı yükselişinin arkasında darbeci bir yöntem vardır: Yöntem, “subaylar arasında bir hizbin, Enver Bey’i Harbiye Nezaretine getirmek üzere girişimi” gibi yumuşatılarak ifade edilir.
Manastır’da Şemsi Paşa’yı vuran Atıf ve Babıali baskınında Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı katleden Yakup Cemil’in de bulunduğu dört kişilik bir grup, İttihat ve Terakki’nin nüfuzlu Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in kapısına dayanır. Tehdit edici bir üslupla Enver Bey’in Harbiye Nazırı yapılmasını isterler: “Biz kati karara vardık, Enver Bey Harbiye Nazırı olacaktır. Bunu size tebliğ ediyoruz, Sadrazama söyleyiniz. Enver Bey de bu talep ve arzudadır. Ordunun ıslahı, hükümetin kuvvetlenmesi için de başka çare yoktur.” Bu, talepten ziyade bir emirdir ve ülkenin Dâhiliye Nazırına, hem de İttihat ve Terakki’nin sivil liderine dikte ettirilmektedir.
Talat Bey, haklı olarak mevcut Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’dan memnun olduklarını, Enver’in Harbiye Nezaretine gelmesine daha vakit bulunduğunu ifade etmiştir ama bu itirazın bir anlamı yoktur. Zira Yakup Cemil’in
“muhakkak gelecektir, bizim kararımız katidir, sonra karışmam” tehdidi şaka gibi gelse de bu tehdit karşısında Talat Bey’in boyun eğmek zorunda kaldığı görülmektedir.
Türkgeldi, a.g.e., s. 275.
10 M. Şükrü Hanioğlu, “Enver Paşa”, DİA, C 11, s. 261-264; Enver Paşa üzerine yazdığı monografik eserinde Şevket Süreyya Aydemir, terfi tarihleri ile ilgili çelişkili bilgiler vermektedir.
Aydemir, Enver Bey’in miralaylığa/albaylığa terfiine dair iki tarih veriyor. Tarihlerden biri 15
Ekim 1913; ikinci tarih ise 18 Aralık 1913. İki tarih arasında 64 günlük bir fark var. Mirlivalığa terfi tarihi de farklıdır; yani 3 Ocak değil, 1 Ocak 1914; aynı zamanda bu tarihte harbiye nazırı olarak kabineye girdiğini yazıyor. Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan
Ortaasya’ya Enver Paşa, C II, İstanbul 1981, s. 420 ve s. 430.
Enver Bey de “ben artık orduyu idare etmek, kabinenize girmek, harbiye nazırı olmak istiyorum. Balkan Savaşı orduyu mahvetmiştir. Ordunun ıslahı, canlanması gerekir. Şimdiye kadar bir şey yapılmadı. Ben ve arkadaşlarımın kararı, memleket umumi efkârının arzusu üzerine Harbiye Nazırı olmak mecburiyetindeyim. Rica ederim, bu isteğimi gün geçirmeden tatbik ediniz” diye harbiye nazırı olma arzusunu Sadrazam Sait Halim Paşa’ya emir verircesine iletecektir11. Hâlbuki Enver Bey yarbay rütbesindedir ve henüz 33 yaşın içindedir. “Orduyu mahveden Balkan Savaşı”nda 10. Kolordu Kurmay Başkanı’dır. Savaşın kaybedilmesinde ve “ordunun mahvolmasında” kendisi de herkes kadar pay sahibidir. Sultan Reşat’ın, padişah olarak tahtında oturduğu devlet; bir yarbayın hükümet başkanını tehdit ettiği, çetecilerin Dâhiliye Nazırına posta koyduğu bir devlet olmuştur.
“Ahmet İzzet Paşa’dan memnuniyeti” ortadan kaldırmak ve Enver Bey’e yol açmak için plan hazırdır: “Balkan Savaşı orduyu mahvetmiştir. Ordunun canlanması ve ıslahı gerekir. Mademki Ahmet İzzet Paşa bunu gerçekleştiremiyor, bırakalım Enver Bey yapsın.” Dâhiliye Nazırı Talat Bey, yanına Meclis Başkanı Halil Bey’i de alacak ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’yı evinde ziyaret ederek “ya üst rütbeli subayları emekliye sevk et, subay kadrosunu
gençleştir veya git”12 ikilemi ile karşı karşıya bırakacaktır. Üst rütbeli subayların emekliye sevk edilmesi ile boşalan kadrolara İttihatçı genç subaylar atanacaktır. Bunu bilen Harbiye Nazırı gitmeyi tercih edecektir; zira tecrübeli
subayların pek çoğu sınıf arkadaşıdır. Ayrıca gençleştirme adına tecrübeli subayların tasfiyesi orduyu zaafa uğratacaktır. Güngörmüş ve tecrübeli Harbiye Nazırı istifa etmiştir. Ahmet İzzet Paşa’dan boşalan Harbiye Nazırlığına, tuğgeneral rütbesi ile Enver Paşa getirilecek ve aynı zamanda, o sırada Nafıa Nazırı Vekili olan Cemal Bey de iki rütbe yükseltilerek tuğgeneral yapılacak ve Bahriye Nazırlığına atanacaktır. İttihat ve Terakki’nin bu iki asker isminin hızlı yükselişleri ve
11 Aydemir, a.g.e., C II, s. 421-422.
12 Osmanlı Mebusan Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, İstanbul, Kasım 1986, s. 180; Ahmet
İzzet Paşa, Feryadım I, Yayına Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç-Yüksel Kanar, İstanbul,
Ocak 2017, s. 173.
zorbalıkla hükümetin dizginlerini ele almaları sonucu elde ettikleri nüfuz, 1. Dünya Savaşı boyunca pekişecek ve kendilerine servet kapılarını da açacaktır13. 7 Ocak 1914’te 1. Kolordu Komutanlığına atanan Liman von Sanders,
Enver Paşa’nın delaletiyle Genelkurmay’ın işlerini de üstlenmişti. İki paşa, kara ve deniz kuvvetlerini ellerine alınca, kendilerinden evvel Harbiye’den mezun olmuş iki yüze yakın; değerli-değersiz, genç ve ihtiyar demeden, general ve yüksek rütbeli subayı emekliye sevk etti14. Böylece ordunun gücü ile beraber, gerçek anlamda devlet yönetimi, Saray’a damat da olan Enver Paşa’nın eline geçecektir.
Sultan Reşat Devrinde Rütbelerin Alınışı ve Atama Yöntemleri Savaş sırasında Enver ve Cemal paşalar ferik/tümgeneral rütbesinde bulunmaktadırlar. Harbiye Nazırı cepheleri teftişe giderken Bahriye Nazırı Cemal Paşa’yı vekil bırakmış ve aynı zamanda onun rütbesinin birinci ferikliğe/ korgeneralliğe terfiini talep etmiştir. Cemal Paşa da vekâleti sırasında Enver Paşa’nın terfi yazısını yazmış; her iki talep yazısı aynı günde Babıali’den Saray’a gönderilmiştir. Sadrazam Talat Paşa, Mabeyn Başkâtibi Ali Fuad Bey’e “Enver Paşa’nın terfi yazısını bir müddet alıkoyun. Cemal Paşa, halk nazarında kendisini mahvetti, bari Enver mahvolmasın” diyecektir. Fakat Talat Paşa, bir gün sonra telefon edecek ve Enver Paşa’nın terfi yazısının da yürürlüğe konulmasını isteyecektir. Böylece her iki paşa da aynı günde, bir üst rütbeye, birinci ferikliğe/ korgeneralliğe terfi etmiş olacaktır15.
Kanȗn-ı Esasî’nin muaddel 7. Maddesine göre, sadrazam ve şeyhülislamı belirleme yetkisi padişahtadır. Ama ilk değişikliğin yapıldığı tarihte tahtta bulunan Sultan Reşat, Kanȗn-ı Esâsînin kendisine verdiği bu yetkiyi hiçbir
zaman kullanamamıştır. 1916 Mayısında Şeyhülislam Hayri (Ürgüplü) Efendi istifa etmiştir. İstifanın gerekçesi Enver Paşa’nın verdiği bir ziyafetteki “masraf ve ihtişam”a tepki olarak gösterilir. Yerine kimin uygun olacağı sorusuna
13 Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., II, s. 272.
14 Türkgeldi, a.g.e., s. 111; Wallach, a.g.e., s.125. ; Cemal Paşa’ya göre ordunun baştan aşağı gençleştirilmesinin ve üst rütbeli subayların, emekli edilmelerinin nedeni rütbe işaretlerini
taşımanın ötesinde bir askeri meziyetlerinin olmayışıdır. Böylece gençleştirme adına albaylar
kolordu; yarbaylar tümen; binbaşılar alay ve yüzbaşılar tabur komutanı yapılmıştır. Bkz.
Cemal Paşa, Hatırât 1913-1922, Haz. Dr. Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Nisan 2006, s.94
15 Türkgeldi, a.g.e., s. 128; Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Ankara 1991, III/IV, s
Hayri Efendi dört ismi; eski Şeyhülislam Musa Kâzım, sudȗrdan Mahmud Esad, Necmeddin Molla ve Hacı Evliya efendilerden birinin uygun olacağını belirterek cevap verir. Padişah, şunu atayın diyememiş, ilk iki ismi eleyerek
Necmeddin Molla ve Hacı Evliya efendilerden hangisi münasip görülüyorsa “inhasının arzını” istemiştir. İttihat ve Terakki Merkez-i Umȗmîsi/Genel Merkezi, Musa Kâzım üzerinde ısrar eder ve o şeyhülislamlığa atanır16
.Sadrazam Said Halim Paşa Hariciye Nezaretini de uhdesinde bulundurmaktadır. Genel Merkez, Paşa’nın Hariciye nazırlığını gevşek görmektedir.
Zira Sadrazam ve Hariciye Nazırı, önemli siyasi meseleleri devamlı Talat Bey ile müzakere etmektedir. “Hariciye Nezareti yok” diye nazırın zafiyeti ima edilmektedir17. Bunun için Hariciye Nezareti Halil Bey’e (Menteşe) verilmek
istenmektedir. İttihat ve Terakki yönetimi, Hariciye Nezareti’nin Halil Bey’e verilmesinde ısrarlıdır. Padişah ısrara boyun eğmek zorunda kalmıştır. 1915 Eylül’ü sonlarında Talat Bey Hariciyeyi Halil Bey’e teklif edecektir. Ancak
Sadrazam, Hariciyeyi bırakmak niyetinde değildir. Paşa gücenir, ama yapabileceği fazla bir şey yoktur18. Zira direndiği takdirde sadrazamlığın da elinden gidebileceğinden endişe duymaktadır.
Talat Paşa’nın sadrazam olması da benzer bir yöntemle gerçekleşir: Sait Halim Paşa 3 Şubat 1917 tarihinde istifa etmiştir. Esasen kabine üzerinde de pek etkili değildir; üyeler tarafından, bilinçli olarak kendisine itibar edilmemektedir19
16 Padişah; Musa Kazım Efendi’nin önceki şeyhülislamlığı sırasında “farmason” olduğuna dair
Saray’a pek çok kâğıt geldiği, Mahmud Esad Efendi’nin ise “Avrupa’da karıları koltuğuna
takarak sokaklarda gezdiği” için istemediğinden bu iki ismi elemiştir. Türkgeldi, a.g.e., s. 122;
Hayri Efendi, Günlükleri’nde istifasına iki sebep gösteriyor. Birincisi, İbrahim Bey’in adliye
nazırlığından istifa ettirilmesi, hariciye nazırlığına (Meclis Başkanı) Halil Bey’in getirilmesi,
önce Merkez-i Umȗmi’de sonra Talat Bey ile Halil Bey arasında kararlaştırılıyor ve diğer hükümet üyeleri haberdar edilmiyor. İkincisi, Merkez-i Umûmi üyelerinden Ziya Bey (Gökalp),
Hayri Efendi’yi İslȃm Birliği taraftarı ve Türkçülük fikri aleyhinde telakki ederek şeyhülislamlıkça teşebbüs edilen ıslahat tedbirlerini engellenmesidir. Bu iki sebep, şeyhülislamı istifaya
mecbur etmiştir. Bk. Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin Günlükleri (1909-
1922), Hazırlayan: Ali Suat Ürgüplü, İstanbul 2015, s. 378.
17 İttihatçı Cavid Bey’e göre bütün nezaretler yok hükmündedir. “Halil Bey de Hariciye için
lazım gelen sıfatların hiçbirine malik değildir. Ne etvârı, ne mişvârı bu işi yapmak için kendisinde bir kudret hazırlamamıştır”. Bkz. Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznâmesi, III. (Haz. Prof. Dr.
Hasan Babacan-Servet Avşar) Ankara 2015, s. 150.
18 Halil Bey 24 Ekim 1915’te Hariciye Nazırı olur ve teşekkür için Sadrazam’ı ziyarete gider.
Sadrazam; “Senin Hariciye Nazırı olmanı can ve gönülden isterdim. Fakat bu tarzda olmamalıydı” diye İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nin kendisine karşı olan tutumuna sitem eder.
Menteşe, a.g.e., s. 223. Diğer bir İttihatçı Cavid Bey; Halil Bey’in Hariciyeyi beceremediğini
itiraf eden Talat Bey’in, hükümeti teşkil ederken yine aynı görevde bıraktığından şikâyet etmektedir. Cavid Bey, a.g.e., III, s. 352.
. Çünkü Genel Merkez Talat Bey’in sadrazam olmasını istemektedir. Bu oybirliği ile alınan bir karardır ve Sultan Mehmet Reşat, Kanȗn-ı
Esasînin kendisine vermiş olduğu “sadrazamı belirleme” hakkını kullanamamıştır. 4 Şubat 1917’de vezaret rütbesiyle Talat Paşa sadrazam olacak, Dâhiliye Nezaretini de üzerine alarak tamamı İttihatçılardan teşekkül eden bir kabine kuracaktır20. Meclis Reisi Halil Bey’in, Talat Bey’e vezaret rütbesi verilmesini doğru bulmadığı; “hepimiz birer birer o makama geleceğiz, ayrıldıktan sonra kahvelere gidip propaganda yapacağız, şu halde vezâretin kadri kalmaz” dediği bilinir. Sadaret değişiminden bir-iki gün sonra sarf edilen bu sözler,21 bir kıskançlık eseri gibi görülse de, aslında İttihatçıların kendilerini vezirliğe layık görmediklerinin itirafı ve aynı zamanda, rütbelerin-makamların ne kadar ucuzladığının ifadesidir.
Sultan 2. Abdülhamit sonrası Osmanlı Devleti’nin yönetim usulü budur. İttihat ve Terakki, devleti dilediği gibi idare etmektedir. Dilediğini nazır olarak atamakta, istediğini şeyhülislam yapmaktadır. Yaş, kıdem, tecrübe gibi değerlerin hiçbir kıymeti yoktur; diledikleri zaman birbirlerine rütbe dağıtmakta bir beis görülmemektedir. Mehmet Reşat, 1909’da ağabeyi 2. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçıların, kendisini de bir gün indirebilecekleri korkusu
içindedir22 ve sadece formaliteden ibaret bir onay merciidir. Selefinin siyasi yeteneklerinden yoksundur. Padişah olarak bir tavsiyesi, atamalar için bir önerisi kabul görmemektedir. O’nun saltanatı; gücü, etkisi-yetkisi olmayan
sembolik bir saltanattır.
19 Mustafa Hayri Efendi, Sadrazam’ın istifa gerekçesinin “kabine erkȃnı arasındaki birlik beraberlik eksikliği” olduğunu nakleder. Bkz. Ürgüplü, s.391.
20 Bayur, a.g.e., III/IV, s.329.
21 Türkgeldi, a.g.e., s.127; Halil Menteşe, Talat Paşa’nın vezareti bahsinde, hatıralarında farklı
bir bilgi vermektedir: Padişah ile mutat görüşmesini yapmak üzere Saray’a gitmiştir, Talat Bey
de huzurdadır. Padişah “her ikisine de vezaret tevcihine karar verdiğini” söyler. Halil Bey, “Öncelik Talat Bey’dedir. Çünkü ihtilali yapan odur, benden önce nazır olmuştur” der. Talat Bey;
“Yakında sulh olacak, Halil Bey murahhasınız olacak, ecdadınızın da Kara Halil paşaları vardı.
Ben kendisinden başlanmasını tercih ederim…. Efendimiz mesele henüz bitmemiştir. Belki
bendeniz için kahve köşelerinde Efendimize hizmet zaruretleri doğabilir. O zaman vezareti
oralara taşımak çok güç olur. Bu lütf-ı şahanenizi harp sonrasına bırakmanızı istirham ederiz”
der. Bk. Halil Menteşe, a.g.e., s. 223- 224.
22 Devrin görgü tanıkları, Sultan Reşat’ın, “İttihatçılar elinde bir oyuncak olduğu” hususunda
hemfikirdir. Bu tanıklardan biri de Sultan’ın özel hekimi Cemil Paşa’dır. Bkz. Dr. Cemil (Topuzlu) Paşa, 80 Yıllık Hatıralarım, İstanbul, Kasım 1994, s.176 vd.; Tarık Mümtaz Göztepe,
Osmanoğularının Son Padişahı Vahideddin Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1994, s. 11
vd.; Ahmet İzzet Paşa, a.g.e. C II, s. 312.
Sona Doğru
Savaşın sonlarına doğru, 25 ve 28 Kasım 1917 tarihlerinde, Talat Paşa’nın
sadrazamlığı üzerinden henüz bir yıl geçmemişken, Meclis’te İttihat ve Terakki Fırkası toplantı yapmıştır. Toplantının gündemi şikâyetlerdir. Üyeler, kendi
iktidarlarından şikâyet etmektedirler. Şikâyetin konusu; askerlerin tahakkümü, ülkeye hâkim olan kanunsuzluk, devlet dairelerindeki yolsuzluklar, dairelerin birbirlerinin sorumluluk alanlarına tecavüzü, yönetim zafiyeti, zulüm
ve haksızlıklardır23
.
Şikâyet konuları sadece bunlarla sınırlı değildir. Grup, devletin Dünya Savaşı’na sokulmasını da gündemine almıştır: Trablusgarp ve Balkan Savaşı’nın açmış olduğu yaralar henüz sarılamamışken ülke bir savaşın içine
sürüklenmiştir. Savaş için bir mecburiyet yoktur, kimse bir saldırıda bulunmamıştır. Ama devlet, Almanya’nın, kısa sürede mutlak galibiyeti inancıyla, dünyanın en güçlü ülkelerine karşı savaşa sokulmuştur. Savaşın getirdiği pahalılık ve yokluk halkın belini bükmektedir. Toplum sefalet ve açlık çekerken, savaş şartları içinde; karaborsacılık ve ihtilastan küstahça servet edinen bir zümre türemiştir. Savaşın son günlerinde 23 Temmuz 1908 tarihinden sonra
kurulan hükümetler üzerinde nüfuz sahibi ama 23 Ocak 1912 tarihi itibariyle ülkenin mutlak hâkimi olan İttihat ve Terakki Fırkası, kendi hükümetinden şikâyet eder olmuştur24
.
Bir zamanlar “hürriyet ve meşrutiyet” için mücadele edenlerin ön safında bulunan Talat Bey’in, vezaret rütbesi ile sadrazam olduktan sonra “millet henüz meşruti idareye hazır değildir. Memleketin selameti ve milletin emniyeti için münevver bir istibdat idaresi zaruridir”25 dediği bilinmektedir. Talat Bey’in sadareti 4 Şubat 1917-8 Ekim 1918 tarihleri arasında yirmi ay kadar sürdüğüne göre kısa zamanda paşa, istibdadı arar olmuştur. Esasen İttihat ve Terakki yönetimi, meşruti idareye ve yürürlükte olan Kanun-ı Esasi’ye rağmen bir istibdat yönetimidir. Çünkü ülkeyi diledikleri gibi yönetmekte; istediklerine mevki ve rütbe vermekte, padişahın; kısıtlı da olsa yetkilerini kullandırtmamakta, Meclisi istedikleri gibi oluşturmaktadırlar. Meşrutiyetin
23 Bayur, a.g.e., III/IV s. 343.
24 Lütfi Simavi, Sultan Mehmed Reşad’ın ve Halefinin Sarayı’nda Gördüklerim, İkinci
Kısım, Matbaa-i Osmaniye, 1340, s. 107.
25 Bayur, a.g.e., III/IV, s. 779.
ilanından hemen sonra “resmi sansür” kaldırılmıştır ama muhalif gazeteciler; katledilerek, üzerinde baskı kurarak zımnî bir sansür uygulanmıştır. Sultan Vahdettin ve İttihatçılar
Vahdettin, Sultan Abdülmecid’in en küçük oğludur. 4 Ocak 1861 tarihinde doğmuştur. Babası Sultan Abdülmecit vefat ettiğinde henüz altı aylıktır. Sultan Abdülaziz’den sonra, peş peşe tahta çıkan son dört Osmanlı Padişahı
Abdülmecid’in çocuklarıdır. 5. Murat unvanıyla, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışından elli yıl sonra, bir askeri darbe ile iktidara gelen Sultan Murat’ın saltanatı, akıl hastalığından dolayı, üç ay gibi çok kısa süreli olmuştur. Yaş sırasına
göre Sultan Abdülmecid’in padişah olan üçüncü oğlu Mehmet Reşat da, 2. Abdülhamid’in iktidarını sona erdiren askeri darbe sonrası tahta çıkmıştı. Mehmet Reşat’ın tahta çıkışıyla Yusuf İzzettin Efendi veliaht oldu.
Mehmet Reşat’ın İttihat ve Terakkinin gölgesinde kalması halkta bir arayışa, beklentiye yol açmıştı. Veliahtın bir gün memlekete hizmet edebileceği umulmaktadır. Herhalde halkın bu beklentilerinden dolayı İttihat ve Terakki,
5. Murad’ın oğlu Selahattin Efendi’yi veliaht yapmak istemiştir. Zira Yusufİzzettin Efendi Sultan Abdülaziz’in oğludur; babası tahttan indirilmiş ve hayatına son verilmiştir. Şehzade Vahdettin, öteden beri İttihat ve Terakki çevrelerince şüpheli görülmektedir. İkinci bir “Sultan Hamid kesilmesinden korkulan” bu şehzadenin, saltanat hakkını kaldırmak çareleri düşünüldüğünü bizzat Talat Bey’in, dâhiliye nazırlığı sırasında dile getirdiği bilinmektedir26.
Sultan Vahdettin’in veliahtlığı, savaşın ortalarında başlar. 1 Şubat 1916 tarihinde intihar ettiği söylenen Yusuf İzzettin Efendi’nin ölümüyle27veliahtlık Şehzade Vahdettin’e geçer. İttihat ve Terakki, Şehzade Vahdettin’e karşı
her zaman kuşku duymuştur. Kuşkunun sebebi, geleceğin taht sahibinin “bir
26 Simavi, a.g.e., s.104-105; Göztepe, Mütareke Günleri, s. 26. 27 Yusuf İzzettin Efendi Sultan Abdülaziz’in oğludur. 1857 yılında doğmuştur. Kuzeni Vahdettin’den dört yaş büyüktür. Mehmet Reşat’ın tahta çıkışıyla veliaht oldu. Görgü tanıkları “zekice göründüğünden” ve “illet-i dimâğiyesinden/akıl hastalığından bahseder. İlginçtir, “hem zekice ve hem akıl hastası!” Her halde bu akıl hastalığı, tıpkı babası gibi intiharına mesnet olsun diye ortaya atılmıştır. Mesela bkz. Cavid Bey, a.g.e., C I, Ankara 2014, s.49; Türkgeldi, a.g.e., s. 119. 1 Şubat 1916 tarihinde “ustura ile bileklerini keserek” hayatına son vermiştir. Aslında tahkike muhtaç bir olaydır. Ölümü, babasının ölümüyle benzerdir. Sadece kullanılan kesici alet farklıdır. Veliahtlığı sırasında hep “veliahtlıktan azledileceği” endişesini taşımıştır. Türkgeldi,aynı yer ikinci Abdülhamit” olabileceğidir. Esasen aynı kuşku Veliaht Yusuf İzzettin Efendi için de duyulmaktadır. Bunun için saltanat veraset sisteminde bir değişikliğe gidilmek istendiği bilinmektedir. 1. Dünya Savaşı başladığı sırada; Sultan 5. Murat’ın oğlu Şehzade Selahattin Efendi’yi tahta çıkarmak için bir müdahale düşünülmüştür28. Böylece Veliaht Yusuf İzzettin Efendi ve Şehzade Vahdettin’in padişah olmaları engellenecektir. Savaş şartları içinde herhalde buna cesaret edilememiştir.
Veliaht Vahdettin Efendi, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Fransuva Joseph’in vefatı dolayısıyla cenaze merasimine katılmak ve yeni İmparator 1. Karl’ı tebrik etmek münasebetiyle, maiyetinde Sultan Reşat’ın üç yıl kadar başmabeyinciliğini yapan Lütfi Bey (Simavi) olduğu halde 26 Kasım 1916 tarihinde, özel bir trenle Viyana’ya hareket etmiştir. Veliaht, yeni İmparator ve İmparatoriçe ve diğer devlet temsilcileri ile sohbette “güzel
cümlelerle” konuşur. Lütfi Bey tercümanlık yapar. Görüştüğü ve sohbet ettiği kişiler arasında İsveç Veliahdı, İspanya Prensi ve İmparatoriçenin saray bakanı hanım da bulunmaktadır. Vahdettin, Viyana ve Budapeşte’de, hastanede
yaralı Osmanlı askerlerine ziyarette bulunur, hediyeler verir.
İstanbul’a dönüldükten sonra Lütfi Bey, Viyana seyahati hakkında Sadarete bir rapor takdim eder. Raporunda Lütfi Bey Veliaht Vahdettin’in; “devlet ve milletin, şan, şeref ve haysiyetini üst düzeyde temsil ettiğini” ifade edecektir. Raporunu Sadrazam Sait Halim Paşa’ya sunmadan önce Dâhiliye Nazırı Talat Bey’e göstermiş ve nazır raporu okuduktan sonra; “size bütün memleketin emniyet ve itimadı vardır. Bu satırları sizden başkası yazsaydı inanmazdım. Demek ki Vahdettin tahmin ettiğimiz gibi değilmiş” diyecektir29
.
Vahdettin ve Osmanlı Tahtı
Sultan Abdülhamid’in ölümünden dört ay, yirmi bir gün sonra Sultan Reşat 3 Temmuz 1918’de vefat etti. Vahdettin, 6. Mehmet unvanıyla Osmanlı tahtına çıktı. Aslında çöken/çökertilen Osmanlı tahtı demek daha doğrudur.
Bu itibarla Vahdettin’in saltanatı, gerçek anlamda bir saltanat değildir. Tahta
28 Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Haz. Cemal Kutay, İstanbul 1980, s. 234; Şehzade
Vahdettin de bu endişeden dolayı olacak ki, kendisi için Yusuf İzzettin Efendi’nin veliahtlığı
sırasında, Veliahdin şiddetli muhalefetine rağmen ısrarla Padişah’tan ikinci veliahtlık talebinde
bulunmuştur. Bkz. Simavi, a.g.e., İkinci Kısım, s. 50 vd.
29 Simavi, a.g.e., İkinci Kısım, s. 113, 115-117.
çıktığında artık devlet mağlup olmuştur; Osmanlı tahtı, mağlup bir devletin tahtıdır, dayanacağı bir güç yoktur. Savaşın galipleri ile oturulacak masada, dayatılacak şartlar çerçevesinde bir mütareke/anlaşma imzalamanın ötesinde mağlupların bir şansı da yoktur. Nitekim böyle oldu; 30 Ekim 1918’de Mondros’ta bir mütareke imzalandı; galipler, bu mütareke şartlarıyla Osmanlı topraklarını paylaşıma açtı. Mondros Mütarekesi kolay imzalanmadı; müzakereler esnasında iş, “ya imzalayın, ya gidin” raddesine geldi30. Savaşın galipleri şartları belirlemiş; Osmanlı heyeti bu baskı ortamında, belirlenen şartlar çerçevesinde masaya oturmuş ve mütarekeyi imzalamıştır.
Devletin artık tükendiği bir tarihte, 1918 Temmuzu başında tahta çıkan Sultan Vahdettin, halkın İttihat ve Terakki kadrosuna olan öfkesinin farkındadır. Aynı zamanda bu öfke, yeni padişahtan bazı beklentileri de beraberinde
getirmiştir. Zira İttihat ve Terakki’nin halk nazarında itibarı kalmamıştır. Bir zamanlar, mensubu olmak için herkesin yarıştığı bu iktidar fırkasının kamuoyunda hiçbir karşılığı kalmadığı gibi, İttihatçılık töhmeti artık ciddi bir suç
gibi görülmektedir. Sultan Vahdettin, böyle bir ortamda, savaşın artık sona erdiği, mukadder mağlubiyetin, pahalı bir mağlubiyetin sonunda çökertilen tahtı devralmıştır. Halkın yeni padişahtan büyük beklentileri vardır.
Sultan Abdülmecit’in bu yedinci evladı, Sultan 2. Abdülhamit’in küçük kardeşi ve kardeşleri arasında en takdir ettiği Vahdettin’in halk arasında, hakkında yaygın olan bir kanaat oluşmuştur. Yaygın kanaate göre Vahdettin, şehzadeliğinden beri İttihat ve Terakki’ye karşı “sönmez bir kin” beslemektedir31
.
Sultan Reşat’tan farklı bir yapıya ve mizaca sahiptir. Uyanık ve meselelere çabuk intikal eden, vukuf sahibi, aklı başında biridir
32. Kendisi de devlete ve memlekete bir hizmette bulunmak ümidindedir. O’na göre saltanat bir “bâr-ı
azîmdir/büyük bir yüktür.” Çengelköyü’nde rahat rahat otururken bu ağır yükü ülkeye ve millete hizmet için yüklenmiştir
33 Vahdettin’in tahta çıkışı İttihat ve Terakki mensuplarını rahatsız etmiştir. İttihatçılara karşı olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan kendisinden haz
30 Bayur, a.g.e., III/IV s. 749.
31 Göztepe, a.g.e., s. 26.
32 Türkgeldi, a.g.e., s. 274, 276; Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal’in ağzından VahidettinAtatürk’ün Bana Anlattıkları, İstanbul 1998, s, 29-30.
33 Türkgeldi, a.g.e., s. 163.
edilmemektedir: Mehmet Reşat, yönetimi tamamen Babıali’ye bıraktığı için makbuldür. Ama Vahdettin bir “iblistir”, Sultan Mehmet Reşat gibi teslim olmayacağı açıktır; öteden beri İttihatçılar bunun farkındadır
34. Tahta çıktığı ilk günlerde, cesaretli tavırlarıyla, dokuz yıl gibi uzun bir süreden beri, padişahın varlığı ile yokluğunu hissedemeyen halka bir ümit olmuştur. Bu ümit, cesaretli tavırlarıyla pekişmiştir. Her işi sadrazamla müzakere eden, işleri yakından takip eden bir padişahtır. Sultan Abdülaziz’in hal‘inden sonra, üç padişahın da biat merasimleri Harbiye Nezareti’nde yapılmıştı. Böyle yapmakla askerin, ilk günde saltanat üzerindeki etkisi mesajı verilmiş oluyordu. Bununla beraber Sultan Abdülhamid, zaman içinde askerin etkisini kırmıştı ama sonrasında saltanat tamamen askerin hâkimiyetine girmişti. Vahdettin, biat merasimini Topkapı Sarayı’na
aldırttı. Merasim, eski usule uygun olarak Kubbealtı’nda icra edildi35. Bununla yeni padişah, saltanatının ilk günlerinde, askerin saltanat makamı üzerindeki vesayetinin kaldırılacağı mesajını vermiş oluyordu. Yeni padişah, işler yakından takip etmeye başladı. Hemen her mesele hakkında sadrazamla fikir alış verişinde bulundu. Önüne gelen evraka yalnız imza atmakla iktifa eden, devlet işleri, hükümetin işleyişi hakkında hiçbir fikir ileri sürmeyen selefinden farklı bir padişah olduğunu gösterdi.
Görgü tanıkları, yeni padişahın söylediklerinin iyi, fikirlerinin doğru olduğunu ifade eder. Devletin borçlanmasından şikâyetçidir; halkın tasarrufa ve
iktisada alışmadığından dert yanmaktadır. Zengin Irak topraklarının düşmana
bırakılmasından üzülmektedir. Savaşın seyri, devletin mali durumu, idaresi
hakkında ve her kademedeki yöneticilere dair kanaat sahibidir. Bu kanaatlerini açıklamakta asla tereddüt göstermemektedir. Sadrazam dâhil, kabine üyelerinden itibaren herkeste, “makam-ı saltanatta sâhib-i rey ve nüfȗz bir padişah”
bulunduğu hissini uyandırdı. Tavırlarıyla bir imza makinası olmayacağını hissettirdi. Artık savaşın sona erdiği, bütün cephelerde Osmanlı kuvvetlerinin geriye çekildiği bir sırada dahi yeni padişah, savaşla ilgili her olaydan ve alınan
her önlemden haberdar edilmesini kural haline getirdi36
.34 Tahsin Uzer, Makedonya’da Eşkıyalık Tarihi v
Şahıslar hakkında da fikir sahibidir ve Hükümet üyelerini kişilik yapılarıyla tanımaktadır. Kimin hırsız, kimin namuslu olduğunun farkındadır vesadrazam da padişahın nazırlar hakkındaki bu değerlendirmelerine vakıftır
37. Yaklaşan kış şartlarında halkın ısınma gereksinimi hükümetin önünde bir problemdir. Harbiye Nazırı Enver Paşa, “İstanbul yakınlarında külliyetli miktarda linyit kömürünün olduğunu, halkın kışın zahmet çekmeyeceğini
söylemektedir. Sultan Vahdettin; “Kömür soba ile yanar. Ben Yıldız’da oturacağım, padişah olduğum halde boru bulamıyorum. Fukara bunu nasıl tedarik edecektir” diyerek Harbiye Nazırının, bu “çözüm önerisi” ile “ne kadar küçük
düşündüğünü” ifade etmiştir
38. Sultan Vahdettin cesurca davrandı; 31 Ağustos’ta kılıç kuşanma merasiminde, teamüllere göre padişahın kılıcını, şeyhülislam veya nakibüleşrafın kuşatması gerekiyordu. Selefi Mehmet Reşat’ın kılıcını, o sırada Mevlevî
Postnişini Abdülhalim Çelebi kuşatmıştı. Vahdettin, kılıç kuşatma görevini ifa etmek isteyen Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi’ye yaptırmadı. Yukarıda zikredildiği üzere, Mehmet Reşat’ın muhalefetine rağmen Musa Kâzım Efendi, İttihat ve Terakki’nin ısrarıyla şeyhülislamlığa getirilmişti. Nakibüleşrafın kuşatmasına da, “o bizzat şeriflerden değildir” diye itiraz etmişti. Mevlana Dergâhı Şeyhi Abdülhalim Çelebi ise “sen ecdadımın taktığı kılıcı taşımaya
layık değilsin” diye, tahttan indirildiği sırada, Abdülhamid’e telgraf çekmişti. Başmabeyinci Lütfi Bey, telgrafın neşredildiği gazete nüshasını gösterince yeni padişah, Çelebi’nin tahakkümü altında kalmamak için ona da asla rıza
göstermedi. Bu görevi, o sırada İstanbul’da bulunan Şeyh Ahmed Sünȗsî’ye kuşattı. Şeyh Sünȗsî, memleketi Trablusgarb’ı İtalyan işgaline karşı cesurca savunması ile şöhret bulmuştu.
Eyüp’te, dönüş için arabalara binilirken Sadrazam Talat Paşa, Boğaz’dan düşman uçaklarının geçmiş olduğuna dair telgrafla haber verildiğini bildirince yeni padişah, telaş eseri göstermeden; “onlar medeni adamlardır, böyle
dini merasim esnasında taarruz etmezler” diyecektir39. Tahta çıktığında, Talat Paşa kabinesini işbaşında bırakmış olmakla beraber, saltanatının ikinci ayının başında, 8 Ağustos 1918’de, Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı başkomutanlık vekȃletinden azletti.
Harbiye Nazırı Enver Paşa, 8 Ekim’e kadar sadece genelkurmay başkanı unvanını taşıyacaktır40. Zira yeni padişah, İttihat ve Terakki iktidarının, ülkeyi kısa zamanda nasıl tükettiğini yakinen görmüş, yaşamıştır.
Birinci derecede sorumlu olarak Enver Paşa’yı gördüğü muhakkaktır41. Savaş ülkeyi bir yangın yerine çevirmiştir, bu yangını söndürmenin arayışı içindedir. 8 Haziran 1919’da, Ramazan ayı içinde, sabaha karşı elektriğin sebep
olduğu, Yıldız Sarayı’nda çıkan yangında bütün eşyaları yanmış, Vahdettin canını zor kurtarmıştır. Başkenti işgal edilmiş bir ülkede saray yangınının önemi yoktur. Teselli verenlere Padişah: “Bu yangından meydana gelen zarar ve
üzüntü, birkaç aydan beri ülkenin içinde bulunduğu felaket ve kedere oranla bir hiçtir. Bu yangın, bir evin yangınından ibarettir. Asıl mesele memleketimizin içinde bulunduğu yangını söndürmektir. İnşallah onu da başarır; ülkemizin
mesut olduğunu görür, hepimiz ferahlarız. Bu yangın da felaketimizin sonu olur. Milletin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum; kendi evim yanmış ne önemi var” diyordu 42. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı öncesinde 8 orduya sahiptir. İnsan gücü olarak iki milyona yakın bir asker mevcudu vardır. Galiçya’dan Irak’a; Filistin’den Kafkasya’ya; Çanakkale’den Bakü’ye kadar pek çok cephede, yokluklar içinde de olsa elde ettiği parlak zaferlere rağmen bu devasa insan
gücü erimiştir.
Kurtuluş Savaşı kadrosunun; sivil, asker, tamamı 1. Dünya Savaşı’nı yaşamış bir kadro idi. Bu kadro, Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükleyen dar çevre ile doğrudan doğruya ilgisi olmamakla beraber, savaşın mağlubiyetle sonuçlanması kaderini paylaşan bir kadrodur. Elbette bu kadro içinde, savaş boyunca; Irak’ta, Çanakkale’de, Kafkas ve Sina cephelerinde yönettiği muharebelerden zaferle çıkan komutanlar mevcuttu. Ancak bu zaferlerin hiç biri neticeyi değiştiremedi. 4 Temmuz 1918’de Vahdettin tahta çıktığında, savaşın sonucu artık belli olmuştu. Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti, tahta çıkışının dördüncü ayında, Mondros Mütarekesi ile tescil edilmiştir. Sadrazam Talat Paşa, iktidarlarının sona erdiğinin farkındadır ve her an istifaya hazırdır. Ancak iktidarları boyunca, kendilerine karşı ülkede oluşan bir muhalefet ve kin vardır. İktidarı bıraktıklarında, muhalefetin intikam hırsıyla davranacağından endişe duymaktadır. Bu endişe içinde Sadrazam, Padişah Vahdettin’in daveti üzerine Yıldız Sarayı’na gitmiştir. “İstifaya hazır olduğunu, ancak kurulacak hükümetin ılımlı kişilerden oluşan bir intikal hükümeti
olmasını beklediğini” ifade etmiştir. Hükümetin, ordu tarafından sevilen ve sayılan Müşir Ahmet İzzet Paşa’nın başkanlığında kurulması talebinde bulunmuş ve güvendiği üç arkadaşının; Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve Cavid beylerin kabinede yer almasını istemiştir. Padişah, Cavid ismine itiraz etmiş fakat maliyenin sıkıntı içinde bulunması nedeniyle bu isme de onay vermiştir..43.
37 Cavid Bey, a.g.e., C III, s. 543-544.
38 Cavid Bey, a.g.e., s. 559-560.
39 Türkgeldi, a.g.e., s. 146; Göztepe, a.g.e., s. 29. 40 Bayur, a.g.e., III/IV, s. 354; Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., C II, s. 13.
41 Sultan Vahdettin’in Harbiye Nazırı Enver Paşa’dan Başkomutanlık Vekâletini alması bir senaryo ile anlatılır; İkinci Mabeyinci Salih Bey huzura çağrılıyor. Padişah, “sen şu perdenin arkasına gizlen, bak o Enver’e neler yapacağım, kulaklarınla dinle” diyor. Bu sırada başmabeyinci dairesinde beklemekte olan Enver Paşa huzura girdiğinde; “Yazıklar olsun size! Memleketi batırdığınız gibi Hanedanımızın şeref ve haysiyetini de ayaklar altına aldınız. Ne yüzle karşıma
çıkıyorsunuz. Derhal istifa ediniz. Çekiliniz milletin başından artık, illallah elinizden!” diye haykırır.
Bkz. Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke Gayyasında, İstanbul 1994, s. 27.
42 Türkgeldi, a.g.e., s. 227; Mehmet Ali Beyhan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Yangınları” Afetlerin Gölgesinde İstanbul, İstanbul 2009, s. 200.
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nin çöküşünde, Mondros sürecine girişinde Hanedan mensuplarının, bilhassa Sultan Mehmet Reşat’ın kabahati, sadece taht sırasının verdiği bir mecburiyetle, kısıtlı yetkilerini dahi kullanamayan bir padişah
olmasıdır. Fiilen devleti mutlak bir hâkimiyetle yöneten İttihat ve Terakki Fırkası, Mehmet Reşat’a, bu kısıtlı yetkilerini kullandırtmamıştır. 2. Abdülhamit yönetiminden sonra iktidarı ele geçirenler, diledikleri gibi ülkeyi yönetmişlerdir. Dilediklerine rütbe ve makam vermişlerdir. İstedikleri kararları almışlardır. Ahmet İzzet Paşa’nın bir değerlendirmesi vardır; “…. Padişahlara en büyük kötülük düşmandan değil, sarayın etrafını saran ve bütün gün sadakatten dem vurarak başına çorap örmeye çalışan sütü bozuk ayak takımlarından gelir”. Onun için devlet adamları ve saltanat yakınlarının, günün ve tarihin şartlarını bilen, padişahla millet menfaatlerinin aynı şey olduğunu anlayan, bu bilgi ve kültürle geleceği bugünden sezen ve önlemlerini buna göre alan, işyapma iktidarı yanında övünülecek bir geçmişe sahip olan milletin ileri gelen
43 Fethi Okyar, a.g.e., s.238; Ahmet İzzet Paşa, kurduğu hükümette İttihatçı üyelerin bulunduğunu, fakat bunları kendi görüşüyle seçtiğini ifade etmektedir. Bkz. Feryadım, II, s. 20. Cavid
Bey, Maliye Nazırlığına teklif edildiğini Fethi Bey’den öğreniyor. Yorgunluğunu ve istirahate
ihtiyaç duyduğunu ileri sürerek kabine dışında kalmak istediğini, gerekirse dışardan kendilerine
yardımcı olacağını ifade ediyor. Ancak İzzet Paşa’nın ve Fethi Bey’in ısrarıyla nazırlığı kabul
ettiğini belirtiyor. Bkz. Meşrutiyet Ruznâmesi, III, s. 574.
lerinden olması gerekir. Aksi halde; ‘İnhitâtü’d-düvel bi-irtifâ‘i’l-esfel” sırrı ortaya çıkar.”44 Yani, sefil-bayağı ve tek marifetleri, sadece “sadakatten devuran” insanların devlet kademelerinde yükselişi/yüksek mertebelere çıkışı
devletlerin çöküşüne sebep olur. İttihatçılar, devleti yönetmeye talip oldular, ancak başarabileceklerinden emin değillerdi, hiçbir zaman da emin olamadılar. 1912 Temmuzu ortalarında, Sadrazam Said Paşa’nın istifası üzerine Talat Bey’in; “buhran buhranı takipediyor, önüne geçemiyoruz. Acaba biz mi memleketi idare edemiyoruz? Başkaları gelsin, onlar da memleketin evlâdı değil mi? Belki bizden daha iyi idare
ederler, biz de kendilerine muzâhir/yardımcı oluruz” dediği bilinir45. İkinci Meşrutiyetin üzerinden henüz dört yılın geçmiş olduğu bir zamanda, İttihatçı liderin bu ruh hali, tam bir çaresizliği, bezginliği ifade eder. Balkan mağlubiyeti, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti Edirne’nin Bulgarlar tarafından işgali bahanesiyle; İttihat ve Terakki’nin fedai grubu; Yakup Cemil, Mümtaz, Mustafa Necip, Ömer Naci ve Enver beylerin öncülüğünde 23 Ocak 1913’te
gerçekleştirdikleri hükümet darbesiyle Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili Nazım Paşa’yı katlederek hükümete el koydular. Hareket Ordusu Komutanlığı ile şöhret bulmuş Mahmut Şevket Paşa, mareşallik rütbesiyle, harbiye nazırlığı da uhdesinde olmak üzere sadrazam oldu. Mahmut Şevket Paşa’nın sadaretiyle İstanbul Muhafızlığı görevine atanan Cemal Paşa hatıralarında bu güvensizliği açıkça ifade etmektedir; “…biz devlet yönetimini aciz ve beceriksiz idareciler elinden kurtarabilmek için kanuni bir çare bulamayıp bir hükümet darbesi yapmışız. Bunun sonucu olarak da harbiye nazırı ve özellikle ordunun başkomutanı bir zatın ölümüne sebep olmuşuz. Bütün teşebbüs ve fedakârlıklardan sonra ülkeyi kurtarıp kurtaramayacağımız ise meçhul!...”46 Bu sözler, Nazım Paşa’nın cenaze merasimi sırasında, Ocak 1913’te sarf edilmiştir. Cemal Paşa’nın bu sezgisi güçlü bir sezgidir. Bırakınız ülkeyi kurtarmayı, dört yıl içinde devleti çökertmişlerdir.
Talat Bey ve arkadaşları, Selanik’te mason locası üyesidirler. Çünkü burası, zabıtanın kontrolünden azade yabancı bir müessesedir. Dolayısıyla gizli
44 Bkz. Feryadım, I, s. 30.
45 Menteşe, a.g.e., s. 148.
46 Cemal Paşa, a.g.e., s. 4.
toplantılar için emin bir yerdir. İttihatçıların, kendi ifadelerine göre aralarında; yüksek bir bağ vardır. O bağ vatan ve hürriyet aşkıdır. Hepsi vatan ve hürriyet mihrabı önünde secdeye varmış müminlerdir.”47 Ne yazık ki, sadece vatan ve
hürriyet aşkı Osmanlı Devleti’ni kurtaramamıştır. Sultan Vahdettin’in, yurtdışına kaçışından iki buçuk ay sonra Talat Paşa hakkında bir değerlendirmesi vardır. Bu değerlendirmeyi, tahta çıkışının üzerinde henüz bir yıl geçmeden
kurulan ikinci Tevfik Paşa hükümeti48 üzerine yapmıştır: “Bu memleketi iki kişi idare edebilir. Biri Sultan Hamit, diğeri Talat Paşa’dır. Talat Paşa o muhitte (İttihat ve Terakki içinde) kirlenmese idi memleketi beraber kurtarabilirdik.”49
Bu değerlendirmede; Sultan Abdülhamit’in siyasi yeteneğini takdir ile beraber, İttihatçı liderler içinde Talat Paşa’yı da beğendiği anlaşılmaktadır.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından iki hafta sonra, Amiral Caltrophe komutasında İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemilerinden oluşan 60 parçalık bir donanma 12 Kasım 1918’de Çanakkale’ye giriş yapmış ve
bir gün sonra da İstanbul demir atmıştır. Düşman gemileri, sıra halinde Dolmabahçe Sarayı önünde dizilmiştir. Artık devletin başkenti işgal altındadır; 14
Kasımda, işgal askerleri karaya çıkmıştır.
Fransız Başkomutanı Franchet d’Esperey; Rum, Ermeni ve Musevi ayak takımlarının alkışları arasında, dizginsiz bir beyaz at üstünde eski Roma fatihlerini taklit ederek alay ile Beyoğlu Caddesinden geçip Fransa Büyükelçiliğine inmiş, ülkenin en mühim noktaları işgal edilmiş, sadece İstanbul’un işgaliyle kalınmamış, işgalciler; gözüne kestirdikleri evleri, köşkleri ve yalıları da, sahiplerini kapı dışarı ederek işgal etmişler, okul ve hastane binalarına
yerleşmişlerdir50. Kömür yokluğundan trenler, vapurlar, tramvay ve tünel tatil
47 Halil Menteşe, a.g.e., s. 131.
48 Tevfik Paşa, ikinci hükümeti 13 Ocak 1919 tarihinde kurulmuştur. Bkz. Nurten Çetin, Son
Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Ankara 2015, s.286.
49 Türkgeldi, a.g.e., s. 180-181.
50 Yusuf İzzettin Efendi ve Halil Rıfat Paşa’nın konaklarına İngilizler tarafından el konulmuş;
Enver Paşa’nın Kuruçeşme’deki yalısı da işgal edilmiş Fransız Mareşali Franchet d’Esperey’in
karargâhı olarak kullanılmıştır. Eşi Naciye Sultan’a ait otomobile önce İtalyan Albay Vitelli
tarafından el konulmuş, Padişahın yeğeni olduğu ikazı üzerine iade edilmiştir. Fakat daha sonra
otomobili Fransızlar müsadere ederek yalıya yerleşen d’Esperey’e tahsis etmişlerdir. Bkz. Göztepe, Mütareke Günleri, s. 87; Abdurrahman Bozkurt, İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal
Yönetimi, Ankara 2014, s. 18, 67.
edilmiştir 51. Mehmet Vahdettin’in devraldığı taht çöken bir taht, devraldığı Şahıslar hakkında da fikir sahibidir ve Hükümet üyelerini kişilik yapılarıyla tanımaktadır. Kimin hırsız, kimin namuslu olduğunun farkındadır ve
sadrazam da padişahın nazırlar hakkındaki bu değerlendirmelerine vakıftır37. Yaklaşan kış şartlarında halkın ısınma gereksinimi hükümetin önünde bir problemdir. Harbiye Nazırı Enver Paşa, “İstanbul yakınlarında külliyetli miktarda linyit kömürünün olduğunu, halkın kışın zahmet çekmeyeceğini söylemektedir. Sultan Vahdettin; “Kömür soba ile yanar. Ben Yıldız’da oturacağım, padişah olduğum halde boru bulamıyorum. Fukara bunu nasıl tedarik
edecektir” diyerek Harbiye Nazırının, bu “çözüm önerisi” ile “ne kadar küçük düşündüğünü” ifade etmiştir38.
Sultan Vahdettin cesurca davrandı; 31 Ağustos’ta kılıç kuşanma merasiminde, teamüllere göre padişahın kılıcını, şeyhülislam veya nakibüleşrafın
kuşatması gerekiyordu. Selefi Mehmet Reşat’ın kılıcını, o sırada Mevlevî Postnişini Abdülhalim Çelebi kuşatmıştı. Vahdettin, kılıç kuşatma görevini ifa etmek isteyen Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi’ye yaptırmadı. Yukarıda
zikredildiği üzere, Mehmet Reşat’ın muhalefetine rağmen Musa Kâzım Efendi, İttihat ve Terakki’nin ısrarıyla şeyhülislamlığa getirilmişti. Nakibüleşrafın kuşatmasına da, “o bizzat şeriflerden değildir” diye itiraz etmişti. Mevlana
Dergâhı Şeyhi Abdülhalim Çelebi ise “sen ecdadımın taktığı kılıcı taşımaya layık değilsin” diye, tahttan indirildiği sırada, Abdülhamid’e telgraf çekmişti. Başmabeyinci Lütfi Bey, telgrafın neşredildiği gazete nüshasını gösterince
yeni padişah, Çelebi’nin tahakkümü altında kalmamak için ona da asla rıza göstermedi. Bu görevi, o sırada İstanbul’da bulunan Şeyh Ahmed Sünȗsî’ye kuşattı. Şeyh Sünȗsî, memleketi Trablusgarb’ı İtalyan işgaline karşı cesurca
savunması ile şöhret bulmuştu.
Eyüp’te, dönüş için arabalara binilirken Sadrazam Talat Paşa, Boğaz’dan düşman uçaklarının geçmiş olduğuna dair telgrafla haber verildiğini bildirince yeni padişah, telaş eseri göstermeden; “onlar medeni adamlardır, böyle
dini merasim esnasında taarruz etmezler” diyecektir39. Tahta çıktığında, Talat Paşa kabinesini işbaşında bırakmış olmakla beraber, saltanatının ikinci ayının başında, 8 Ağustos 1918’de, Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı başkomutanlık
vekȃletinden azletti. Harbiye Nazırı Enver Paşa, 8 Ekim’e kadar sadece genelkurmay başkanı unvanını taşıyacaktır40. Zira yeni padişah, İttihat ve Terakki iktidarının, ülkeyi kısa zamanda nasıl tükettiğini yakinen görmüş, yaşamıştır.
Birinci derecede sorumlu olarak Enver Paşa’yı gördüğü muhakkaktır41. Savaş ülkeyi bir yangın yerine çevirmiştir, bu yangını söndürmenin arayışı içindedir. 8 Haziran 1919’da, Ramazan ayı içinde, sabaha karşı elektriğin sebep
olduğu, Yıldız Sarayı’nda çıkan yangında bütün eşyaları yanmış, Vahdettin canını zor kurtarmıştır. Başkenti işgal edilmiş bir ülkede saray yangınının önemi yoktur. Teselli verenlere Padişah: “Bu yangından meydana gelen zarar ve
üzüntü, birkaç aydan beri ülkenin içinde bulunduğu felaket ve kedere oranla bir hiçtir. Bu yangın, bir evin yangınından ibarettir. Asıl mesele memleketimizin içinde bulunduğu yangını söndürmektir. İnşallah onu da başarır; ülkemizin
mesut olduğunu görür, hepimiz ferahlarız. Bu yangın da felaketimizin sonu olur. Milletin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum; kendi evim yanmış ne önemi var” diyordu42.
Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı öncesinde 8 orduya sahiptir. İnsan gücü olarak iki milyona yakın bir asker mevcudu vardır. Galiçya’dan Irak’a; Filistin’den Kafkasya’ya; Çanakkale’den Bakü’ye kadar pek çok cephede,
yokluklar içinde de olsa elde ettiği parlak zaferlere rağmen bu devasa insan gücü erimiştir. Kurtuluş Savaşı kadrosunun; sivil, asker, tamamı 1. Dünya
Savaşı’nı yaşamış bir kadro idi. Bu kadro, Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükleyen dar çevre ile doğrudan doğruya ilgisi olmamakla beraber, savaşın mağlubiyetle sonuçlanması kaderini paylaşan bir kadrodur. Elbette bu kadro içinde,savaş boyunca; Irak’ta, Çanakkale’de, Kafkas ve Sina cephelerinde yönettiği muharebelerden zaferle çıkan komutanlar mevcuttu. Ancak bu zaferlerin hiç
37 Cavid Bey, a.g.e., C III, s. 543-544.
38 Cavid Bey, a.g.e., s. 559-560.
39 Türkgeldi, a.g.e., s. 146; Göztepe, a.g.e., s. 29. 40 Bayur, a.g.e., III/IV, s. 354; Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., C II, s. 13.
41 Sultan Vahdettin’in Harbiye Nazırı Enver Paşa’dan Başkomutanlık Vekâletini alması bir senaryo ile anlatılır; İkinci Mabeyinci Salih Bey huzura çağrılıyor. Padişah, “sen şu perdenin arkasına gizlen, bak o Enver’e neler yapacağım, kulaklarınla dinle” diyor. Bu sırada başmabeyinci dairesinde beklemekte olan Enver Paşa huzura girdiğinde; “Yazıklar olsun size! Memleketi
batırdığınız gibi Hanedanımızın şeref ve haysiyetini de ayaklar altına aldınız. Ne yüzle karşıma
çıkıyorsunuz. Derhal istifa ediniz. Çekiliniz milletin başından artık, illallah elinizden!” diye
haykırır. Bkz. Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke Gayyasında, İstanbul 1994, s. 27.
42 Türkgeldi, a.g.e., s. 227; Mehmet Ali Beyhan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Yangınları” Afetlerin Gölgesinde İstanbul, İstanbul 2009, s. 200.
biri neticeyi değiştiremedi. 4 Temmuz 1918’de Vahdettin tahta çıktığında, savaşın sonucu artık belli olmuştu. Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti, tahta çıkışının dördüncü ayında, Mondros Mütarekesi ile tescil edilmiştir.
Sadrazam Talat Paşa, iktidarlarının sona erdiğinin farkındadır ve her an istifaya hazırdır. Ancak iktidarları boyunca, kendilerine karşı ülkede oluşan
bir muhalefet ve kin vardır. İktidarı bıraktıklarında, muhalefetin intikam hırsıyla davranacağından endişe duymaktadır. Bu endişe içinde Sadrazam, Padişah Vahdettin’in daveti üzerine Yıldız Sarayı’na gitmiştir. “İstifaya hazır olduğunu, ancak kurulacak hükümetin ılımlı kişilerden oluşan bir intikal hükümeti olmasını beklediğini” ifade etmiştir. Hükümetin, ordu tarafından sevilen ve
sayılan Müşir Ahmet İzzet Paşa’nın başkanlığında kurulması talebinde bulunmuş ve güvendiği üç arkadaşının; Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve Cavid beylerin kabinede yer almasını istemiştir. Padişah, Cavid ismine itiraz etmiş fakat
maliyenin sıkıntı içinde bulunması nedeniyle bu isme de onay vermiştir43.
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nin çöküşünde, Mondros sürecine girişinde Hanedan mensuplarının, bilhassa Sultan Mehmet Reşat’ın kabahati, sadece taht sırasının verdiği bir mecburiyetle, kısıtlı yetkilerini dahi kullanamayan bir padişah
olmasıdır. Fiilen devleti mutlak bir hâkimiyetle yöneten İttihat ve Terakki Fırkası, Mehmet Reşat’a, bu kısıtlı yetkilerini kullandırtmamıştır. 2. Abdülhamit yönetiminden sonra iktidarı ele geçirenler, diledikleri gibi ülkeyi yönetmişlerdir. Dilediklerine rütbe ve makam vermişlerdir. İstedikleri kararları almışlardır. Ahmet İzzet Paşa’nın bir değerlendirmesi vardır; “…. Padişahlara en büyük kötülük düşmandan değil, sarayın etrafını saran ve bütün gün sadakatten dem vurarak başına çorap örmeye çalışan sütü bozuk ayak takımlarından gelir”. Onun için devlet adamları ve saltanat yakınlarının, günün ve tarihin şartlarını bilen, padişahla millet menfaatlerinin aynı şey olduğunu anlayan,
bu bilgi ve kültürle geleceği bugünden sezen ve önlemlerini buna göre alan, iş yapma iktidarı yanında övünülecek bir geçmişe sahip olan milletin ileri gelenlerinden olması gerekir. Aksi halde; ‘İnhitâtü’d-düvel bi-irtifâ‘i’l-esfel” sırrı ortaya çıkar.”44 Yani, sefil-bayağı ve tek marifetleri, sadece “sadakatten dem vuran” insanların devlet kademelerinde yükselişi/yüksek mertebelere çıkışı
devletlerin çöküşüne sebep olur. İttihatçılar, devleti yönetmeye talip oldular, ancak başarabileceklerinden emin değillerdi, hiçbir zaman da emin olamadılar. 1912 Temmuzu ortalarında,
Sadrazam Said Paşa’nın istifası üzerine Talat Bey’in; “buhran buhranı takip ediyor, önüne geçemiyoruz. Acaba biz mi memleketi idare edemiyoruz? Başkaları gelsin, onlar da memleketin evlâdı değil mi? Belki bizden daha iyi idare
ederler, biz de kendilerine muzâhir/yardımcı oluruz” dediği bilinir45. İkinci Meşrutiyetin üzerinden henüz dört yılın geçmiş olduğu bir zamanda, İttihatçı liderin bu ruh hali, tam bir çaresizliği, bezginliği ifade eder. Balkan mağlubiyeti, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti Edirne’nin Bulgarlar tarafından işgali bahanesiyle; İttihat ve Terakki’nin fedai grubu; Yakup Cemil, Mümtaz, Mustafa Necip, Ömer Naci ve Enver beylerin öncülüğünde 23 Ocak 1913’te
gerçekleştirdikleri hükümet darbesiyle Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili
Nazım Paşa’yı katlederek hükümete el koydular. Hareket Ordusu Komutanlığı ile şöhret bulmuş Mahmut Şevket Paşa, mareşallik rütbesiyle, harbiye nazırlığı da uhdesinde olmak üzere sadrazam oldu.
Mahmut Şevket Paşa’nın sadaretiyle İstanbul Muhafızlığı görevine atanan Cemal Paşa hatıralarında bu güvensizliği açıkça ifade etmektedir; “…biz devlet yönetimini aciz ve beceriksiz idareciler elinden kurtarabilmek için kanuni bir çare bulamayıp bir hükümet darbesi yapmışız. Bunun sonucu olarak da harbiye nazırı ve özellikle ordunun başkomutanı bir zatın ölümüne sebep olmuşuz. Bütün teşebbüs ve fedakârlıklardan sonra ülkeyi kurtarıp kurtaramayacağımız ise meçhul!...”46 Bu sözler, Nazım Paşa’nın cenaze merasimi sırasında, Ocak 1913’te sarf edilmiştir. Cemal Paşa’nın bu sezgisi güçlü bir sezgidir. Bırakınız ülkeyi kurtarmayı, dört yıl içinde devleti çökertmişlerdir.
Talat Bey ve arkadaşları, Selanik’te mason locası üyesidirler. Çünkü burası, zabıtanın kontrolünden azade yabancı bir müessesedir. Dolayısıyla giztoplantılar için emin bir yerdir. İttihatçıların, kendi ifadelerine göre aralarında;
“yüksek bir bağ vardır. O bağ vatan ve hürriyet aşkıdır. Hepsi vatan ve hürriyet mihrabı önünde secdeye varmış müminlerdir.”47 Ne yazık ki, sadece vatan ve
hürriyet aşkı Osmanlı Devleti’ni kurtaramamıştır. Sultan Vahdettin’in, yurtdışına kaçışından iki buçuk ay sonra Talat Paşa hakkında bir değerlendirmesi vardır. Bu değerlendirmeyi, tahta çıkışının üzerinde henüz bir yıl geçmeden
kurulan ikinci Tevfik Paşa hükümeti48 üzerine yapmıştır: “Bu memleketi iki
kişi idare edebilir. Biri Sultan Hamit, diğeri Talat Paşa’dır. Talat Paşa o muhitte (İttihat ve Terakki içinde) kirlenmese idi memleketi beraber kurtarabilirdik.”49
Bu değerlendirmede; Sultan Abdülhamit’in siyasi yeteneğini takdir ile beraber, İttihatçı liderler içinde Talat Paşa’yı da beğendiği anlaşılmaktadır.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından iki hafta sonra, Amiral Caltrophe komutasında İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemilerinden oluşan 60 parçalık bir donanma 12 Kasım 1918’de Çanakkale’ye giriş yapmış ve
bir gün sonra da İstanbul demir atmıştır. Düşman gemileri, sıra halinde Dolmabahçe Sarayı önünde dizilmiştir. Artık devletin başkenti işgal altındadır; 14
Kasımda, işgal askerleri karaya çıkmıştır.
Fransız Başkomutanı Franchet d’Esperey; Rum, Ermeni ve Musevi ayak
takımlarının alkışları arasında, dizginsiz bir beyaz at üstünde eski Roma fatihlerini taklit ederek alay ile Beyoğlu Caddesinden geçip Fransa Büyükelçiliğine inmiş, ülkenin en mühim noktaları işgal edilmiş, sadece İstanbul’un
işgaliyle kalınmamış, işgalciler; gözüne kestirdikleri evleri, köşkleri ve yalıları da, sahiplerini kapı dışarı ederek işgal etmişler, okul ve hastane binalarına
yerleşmişlerdir50. Kömür yokluğundan trenler, vapurlar, tramvay ve tünel tatil
43 Fethi Okyar, a.g.e., s.238; Ahmet İzzet Paşa, kurduğu hükümette İttihatçı üyelerin bulunduğunu, fakat bunları kendi görüşüyle seçtiğini ifade etmektedir.
Bkz. Feryadım, II, s. 20. CaviD Bey, Maliye Nazırlığına teklif edildiğini Fethi Bey’den öğreniyor. Yorgunluğunu ve istirahate ihtiyaç duyduğunu ileri sürerek kabine dışında kalmak istediğini, gerekirse dışardan kendilerine
yardımcı olacağını ifade ediyor. Ancak İzzet Paşa’nın ve Fethi Bey’in ısrarıyla nazırlığı kabul ettiğini belirtiyor. Bkz. Meşrutiyet Ruznâmesi, III, s. 574
47 Halil Menteşe, a.g.e., s. 131.
48 Tevfik Paşa, ikinci hükümeti 13 Ocak 1919 tarihinde kurulmuştur. Bkz. Nurten Çetin, Son
Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Ankara 2015, s.286.
49 Türkgeldi, a.g.e., s. 180-181.
Yusuf İzzettin Efendi ve Halil Rıfat Paşa’nın konaklarına İngilizler tarafından el konulmuş; Enver Paşa’nın Kuruçeşme’deki yalısı da işgal edilmiş Fransız Mareşali Franchet d’Esperey’in karargâhı olarak kullanılmıştır. Eşi Naciye Sultan’a ait otomobile önce İtalyan Albay Vitelli tarafından el konulmuş, Padişahın yeğeni olduğu ikazı üzerine iade edilmiştir. Fakat daha sonra otomobili Fransızlar müsadere ederek yalıya yerleşen d’Esperey’e tahsis etmişlerdir. Bkz. Göztepe, Mütareke Günleri, s. 87; Abdurrahman Bozkurt, İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi, Ankara 2014, s. 18, 67. edilmiştir51. Mehmet Vahdettin’in devraldığı taht çöken bir taht, devraldığ devraldığı
İstanbul işgal edilen bir başkenttir. Vahdettin, çöken/çökertilen bir tahtın, tüketilen bir devletin vârisidir.
KAYNAKÇA
Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, I-II, Haz. Süheyl İzzet Furgaç-Yüksel Kanar,
İstanbul, 2017.
Akbay, Cemal, Em.Tuğg. I. Dünya Harbinde Türk Harbi, C I, Ankara,
1970.
Atay, Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’in Ağzından Vahidettin-Atatürk’ün
Bana Anlattıkları, İstanbul, 1998.
Aydemir, Şevket Süreyya, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, II,
İstanbul, 1981.
Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, III/IV, Ankara, 1991.
Beyhan, Mehmet Ali, “Osmanlı Devrinde İstanbul Yangınları” Afetlerin Gölgesinde İstanbul, İstanbul. 2009.
Bozkurt, Abdurrahman, İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi,
Ankara, 2014.
Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznâmesi, I-III, Haz. Prof. Dr. Hasan Babacan-Servet Avşar, Ankara, 2015.
Cemal Paşa, Hatırat, Hz. Dr. Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, 2006.
Cezar, Mustafa, Mufassal Osmanlı Tarihi, III, (Tıpkıbasım) Ankara, 2011.
Çetin, Nurten, Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Ankara, 2015.
Göztepe, Tarık Mümtaz, Mütareke Günleri, Haz. H. Afşın Günaydın, Ankara, 2017.
Göztepe, Tarık Mümtaz, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1994.
Hanioğlu, M. Şükrü, “Enver Paşa”, Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, 11.
İnönü, İsmet, Hatıralar, 1. Kitap, Haz. Sabahattin Selek, Ankara, 1985.
Lütfi Simavi, Sultan Mehmed Reşad’ın ve Halefinin Sarayı’nda Gördüklerim, İkinci Kısım, Matbaa-i Osmaniye, 1340.
Menteşe, Halil, Osmanlı Mebusan Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, İstanbul, 1986.
26 MEHMET ALİ BEYHAN
Okyar, Fethi, Üç Devirde Bir Adam, Haz. Cemal Kutay, İstanbul, 1980.
Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin Günlükleri (1909-1922),
Haz. Ali Suat Ürgüplü, İstanbul, 2015.
Topuzlu, Operatör Dr. Cemil Paşa, İstibdat-Meşrutiyet-Cumhuriyet Devirlerin 80 Yıllık Hatıralarım, İstanbul, 1994.
Türkgeldi, Ali Fuat, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1984.
Uzer, Tahsin, Makedonya’da Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi,
Ankara, 1999.
Wallach, L. Jehuda, Bir Askeri Yardımın Anatomisi, (Çeviri), Ankara, 1977.
Yıldız, Mehmet, Modernleşme Dönemi Osmanlı Siyasi Metinleri, Ankara,
Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi
24-11-2020 /KÜLTÜR SERVİSİ KAYNAK MAKALELER