İdeoloji: Yanılsama ve Yabancılaşma Üzerine

İDEOLOJİ: YANILSAMA VE YABANCILAŞMA ÜZERİNE (ENGELS’ten seçmeler)
[Mütercim: Prof.Dr. Rona Serozan- Siyah Beyaz- 10.08.1995)

Elin, dilin ve beynin tek tek bireylere özgü kalmayıp, toplumun tümünü kucaklayan o toplu etkinliği sayesinde, insanlar gitgide, daha karmaşık işler başardılar. Gitgide kendilerine daha yüksek amaçlar seçtiler. Önünde sonunda bu amaçlarına ulaştılar da. Bu arada emeğin kendisi de, kuşaktan kuşağa, daha değişik, daha olgun daha boyutlu bir hale geldi. Avcılığa ve hayvancılığa çiftçilik, çiftçiliğe de iplikçilik, dokumacılık, madencilik, çömlekçilik ve gemicilik eklendi. Giderek ticarete ve zanaata sanat ve bilim katıldı. Küçük boylardan koca uluslar ve devletler oluştu. Hukuk ile politika ve bunlarla birlikte, insan kafasında, insanoğlu ile ilgili şeylerin o masalımsı hayali “din” gelişti. Başlangıçta insan kafasının birer ürünü olarak kavranan ve insan topluluklarını yönettikleri sanılan bütün bu eserler karşısında, el emeğinin daha sade ürünleri arka plana itildi. Toplumun henüz çok erken bir aşamasında (basit aileden) başlayarak, emeği planlayan kafasının, planlanmış emeği kendisininkinden başka ellere gördürebildiği ölçüde, bu sırt ardı edişin de boyutları arttı. Beyine, onun işlemesine ve gelişmesine, hızla evrilen uygarlığın yaratıcısı gözüyle bakıldı. İnsanlar, eylemlerini (kafalarında yansılanıp bilinçlerine ulaşan) gereksinmeleriyle açıklayacak yerde, düşünceleriyle açıklamaya alıştılar. Ve böylece, ilk çağ dünyasının çöküşünden bu yana kafalara yerleşen o idealist dünya görüşü de oluşuverdi. Bu dünya görüşü günümüzde de etkilidir ki, Darwin okulunun materyalist araştırıcıları bile, bu ideolojik kıskacın tutsaklığında, emeğin insanın oluşmasındaki önemli rolünü kavrayamadıkları için, insanın oluşması hakkında da bir türlü açık ve kesin bir düşünce sahibi olamamaktadırlar.
İdeoloji, düşünen birey tarafından bilinçli de olsa, “yanlış” bir bilinçle oluşturulup geliştirilen bir süreçtir. Bu süreçte kendisini harekete getiren asıl itici güçler, bireyce tanınmaz, algılanmaz. Eğer sözü edilen güçler tanınabilseydi, zaten bir “ideolojik” süreç söz konusu olmazdı. Birey, yanlış ve sahte güdülerin varlığını hayal eder durur. Bu, bir düşünce süreci olduğu için, özü ve biçimi de, salt akıldan, bireyin ya kendi düşüncelerinden ya da kendisinden öncekilerin düşüncelerinden devşirilir. Birey, salt aklın gerçekleriyle çalışır gerçekleri de akıl tarafından yaratılmış bilir, onları akıldan bağımsız daha uzak kaynaklarda aramaz. Bu aslında onun için son kertede doğal bir şeydir. Değil mi ki bütün eylemleri akıl kanalıyla gerçekleştirilmektedir, o halde bu eylemler elbette son toplamda akıldan kaynaklanmış görünecektir. İşte, devlet yapılarının, hukuk sistemlerinin ve her bir özel alana ilişkin ideolojik tasavvurların tarihinin bağımsızlığına ilişkin bu hayaldir ki çoğu kişinin gözlerini kamaştırır.
Ekonomik ilişkilerin hukuk ilkeleri biçiminde yansıtılışının kaçınılmaz sonucu, sorunları başaşağı çevirmektir. Bu tersyüz ediş, bilincin ötesinde oluşur. Hukukçu, önceden saptanmış önermelerle iş gördüğünü sanır. Oysa bunlar ekonomik yansılardan ibarettirler. Algılanmadıkça, ideolojik bakış açısı diye nitelediğimiz bu tersyüz edişin de ekonomik temele etkide bulunduğu ve belirli ölçüler içinde bu temeli değiştirebileceği olgusu, bana kendiliğinden anlaşılabilir, apaçık bir gerçeklik olarak gözükür.
Ailelerin aynı gelişim aşamasına ulaştıklarını varsayarsak, miras hukukunun temeli, ekonomik bir temeldir. Bununla beraber, örneğin İngiltere’de ölüme bağlı tasarruf serbestliğinin geniş ölçüde sınırlandırılmış olmasının salt ekonomik nedenlere bağlı olduğunu göstermek güç olacaktır. Şu var ki, servetin bölüşümünü etkilemek suretiyle, her ikisi de ekonomiye önemli ölçüde bir karşı etkide bulunurlar.
Önsel kalıplara bağlı yöntem, bir nesnenin özelliklerini nesnenin kendisinden çıkartarak kavrayacak yerde, o nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkartmaya çalışır. İlkin nesneden kalkılarak, nesnenin kavramı üretilir, sonra da tümlük tersine çevrilip, nesne kendi kopyasına yani kavramına dönüştürülür. Nesneye uyması gereken şey kavram olacak yerde, tam tersine, kavrama uyması gereken şey nesne olur çıkar.
Böyle bir yöntemle çalışan ideolog, ahlak ve hukuku, insanların, kendilerini çevreleyen toplumsal ilişkilerinden türetecek yerde, kavramlardan ya da toplumun en basit diye nitelenen öğelerinden yola çıkarak türettiğinde, elinde bu marifeti gerçekleştirmek için iki türlü gereç bulundurur:
Önce mantıksal dayanak diye ele alınan soyutlamalarda hâlâ rastlanabilecek değersiz bir içerik kırıntısı. Sonra da öz bilincinden çıkartıp kavrama sokuşturduğu bir içerik. İdeoloğumuzun öz bilincinde ise, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların onaylama ya da yadsıma değeri taşıyan olumlu ya da olumsuz birer yansımasından ibaret ahlaki ya da hukuki sezgiler, belki bir de kişisel fanteziler bulunur.
İdeoloğumuz istediği kadar dönüp dursun, kapı dışarı ettiği tarihsel gerçek, bacadan tekrar girecektir. O bütün dünyalar ve bütün zamanlar için geçerli bir ahlak ve hukuk öğretisi önerdiğine inanırken, aslında, kendi çağının tutucu veya devrimci akımlarının, gerçek temelinden koparılmış olduğu için çarpıtılmış, tıpkı lunaparkların güldürücü aynalarındaki gibi başaşağı çevrilmiştir...

....

[Mütercim: Prof.Dr. Rona Serozan- Siyah Beyaz- 10.08.1995)

20-02-2020/BANDIRMA