Büyük Bir Felaketin Ardından

6 Şubat 2023’te on binlerin canını alan, milyonlarca insanı evsiz bırakan bir büyük toplumsal cinayet işlendi bu ülkede. Sermaye düzeninin yaşamın kendisine karşı yürüttüğü ve giderek topyekûn bir hal alan savaşın parçası olan bir toplu cinayet.
Aşağıda okuyacağınız metin, depremin ardından, çoğu şubat ayı içerisinde kaleme alınan kişisel not ve kısa yazılardan derlendi. Bazı gerekli ilaveler dışında metni güncellemeye, ülke siyasetinde ve deprem bölgesinde son bir senede yaşananlarla zenginleştirmeye çalışmadım. Bu tercihin nedeni, depremin hemen ardından oluşan toplumsal atmosferin güç ve etkisini, bu atmosferin açtığı ve birçoğu maalesef sonradan arka plana düşüp unutulan tartışma başlıklarını hatırlatmaktı.
Bu başlıklardan ikisi izleyen sayfalarda tekrar tekrar karşınıza çıkacak. Bunlardan ilki, felaket ve yıkımın kapitalizmin işleyişinin tanımlayıcı bir özelliği oluşu. Sermaye düzeni sadece felaketleri bir fırsata çevirmekle kalmıyor, kapsamı ve yıkıcılığı giderek artan felaketleri aktif olarak üretiyor. Topyekûn ekolojik yıkım çağında kapitalizmi bir üretim tarzından ziyade bir yıkım tarzı olarak düşünmek gerekiyor.
İkncisi, felaketin adeta bir “yeni normale” dönüştüğü bu felaketler çağında deprem dahil her felaketin, kaçınılmaz olarak bir iktidar mücadelesini gündeme getiren merkezi bir siyasal mücadele alanı
haline gelmiş olması. Depremi takip eden özellikle ilk bir, bir buçuk ay bu mücadelenin en yoğun ve en berrak bir biçimde görünür olduğu dönemdi. Daha sonraki dönemde seçim tartışmaları, iktidara depremi depolitize etme ve enkazın üzerinde yükselen mücadeleleri soğurma imkânını verdi. Ancak enkaz üzerinde patlak veren bu mücadelenin, “düşük yoğunluklu” bir şekilde de olsa yürütülmeye devam ettiğini bir an için bile unutmamalıyız.
Çağımızın devrimci pratiği, bir yıkım tarzı olarak kapitalizmin
müsebbibi olduğu zincirleme felaketlerin ortasında, bu felaketlere karşı mücadele içerisinde gerçekleşecek. Depremin neden olduğu o tarifsiz acılardan hepimizin çıkarması gereken ders bu olmalı...

3
“Doğal Felaket” diye bir şey yok...
1755 yılının 1 Kasım Cumartesi günü, sabah saat dokuz sıralarında
Lizbon kenti şiddetli bir depremle sarsılır. Deprembilimcilerin günümüzde 7.7 şiddetinde olduğunu tahmin ettiği sarsıntı üç dakikadan fazla sürer.
Neden olduğu yangınlar ve tsunami ile birlikte Lizbon’u neredeyse
yok edip 30 ila 50 bin arası insanın ölümüne yol açan büyük deprem, Portekiz’in okyanus ötesindeki sömürgeci gelişimine sekte vurmak gibi önemli siyasal sonuçlar da doğurur.
Avrupa’nın büyük bir bölümünde hissedilen Lizbon depremi, aralarında Voltaire, Kant ve Rousseau gibi abidevi isimlerin de yer aldığı Aydınlanma devri filozofları arasında da önemli tartışmaları kışkırtır. Bir dini bayram günü gerçekleşen deprem dolayısıyla Tanrı’nın inayeti, doğa olaylarının ilahi ya da seküler nedenleri gibi başlıklar ele alınır. Mike Davis’in “akıl çağının Hiroşima’sı” olarak nitelediği deprem, “Pompeii ve Herculaneum harabelerinin sadece birkaç yıl öncesindeki keşfiyle birlikte Newyon, Leibnitz ve Pope’un etkisindeki erken Aydınlanma’nın aşıladığı felsefi ‘iyimserliğin’ karşı karşıya kaldığı ciddi bir şoktu.”1
Jean-Jacques Rousseau, söz konusu tartışma bağlamında, doğal ya da ilahi nedenlere atfedilen depremin toplumsal nedenlerini tartışmaya açar, yaşanan felaketin sosyal içeriğini vurgular. Ona göre aslında depremi bir felaket haline getiren insan toplumlarının mevcut örgütlenme şekli, nerede ve nasıl yaşanılacağına dair tercihlerin toplamıydı. İnsanları kalabalık şehirlerde alt alta üst üste yaşamak durumunda bırakan toplumsal koşullar felaketin asıl failiydi. Açgözlülük hâkim olmasa ve insanlar başka türlü yaşamayı seçmiş olsalardı bu doğa olayı bu boyutlarda bir felakete yol açmayacaktı.2
Rousseau’nun söylediği aslında basittir: Deprem tek başına bir felaket değil, bir doğa olayıdır. Bu doğa olayını bir “felaket” haline getiren, insan yerleşimlerinin nerede, nasıl ve hangi koşullarda inşa edildiğini, kimin nasıl bir evde kaldığını tayin eden karar ve tercihlerdi. Bu tercihler de doğal olarak hâkim siyasal, ekonomik ve sosyal çıkarlarla bağlantılıydı. Bu durum bütün “doğal felaketler” için geçerlidir: Kasırgada kimin evinin yıkıldığı ya da pandemi esnasında kimin korunaksız kaldığı, kimin eve kapanıp kendisini izole edebildiği, kiminse çalışmak zorunda olduğu hep felaket öncesindeki toplumsal koşullarla, o koşulları mümkün kılmış çıkar ve tercihlerle alakalıdır.
Dolayısıyla “doğal felaket” ya da “doğal afet” diye bir şey aslında
yoktur. Coğrafyacı Neil Smith 2006’da, Katrina Kasırgası’nın yarattığı felaketin hemen sonrasında kaleme aldığı “There’s No Such Thing as a Natural Disaster” (Doğal Felaket Diye Bir Şey Yok) başlıklı makalesinde tam da bu sonuca işaret eder. Smith’e göre, “doğal” nedenlere atfedip geçtiğimiz felaketlerin çoğu, gerek nedenleri gerekse de yarattıkları sonuçlar itibariyle sosyal ve siyasal fenomenlerdir. Felaket dolayısıyla kimin mağdur olduğu, felaket öncesinde hazırlıklı olunup olunmadığı, felaket karşısında nasıl bir yanıt verildiği, afet sonrasında yeniden inşanın nasıl gerçekleştirildiği basbayağı siyasal meselelerdir. Katrina gibi özellikle New Orleans şehrinin yoksul siyahlarını vuran “olağanüstü” bir felaketin müsebbibi, aslında yoksulluk, evsizlik, kırılganlaşmış kamu hizmetleri, ırk ayrımcılığı gibi sosyal felaketlerdir.Tam da bu nedenle felaketin sözde “doğallığı”, felaketin belirli siyasal tercihlerin ve iktisadi çıkarların ürünü olan toplumsal, dolayısıyla da önlenebilir nedenlerini gizlemek için bir kamuflaj işlevi görür.

3
Her felaket sonrasında olduğu gibi 6 Şubat’taki Maraş merkezli iki
büyük depremin ardından da “şimdi siyaset konuşmanın zamanı değil” diyen çok oldu. Ne kadar iyiniyetli olursa olsun bu tepkiler ister istemez bu büyük felaketin siyasal ve sosyal neden ve sonuçlarını görünmez kılan bir perdeleme işlevi görüyor, görecek. Kimse felaketin “hepimizi” birleştirdiğini, siyasal ayrımların felaket karşısında anlamını yitirdiğini, felaketin bizi sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle haline getirdiğini iddia etmesin. İlk depremden hemen birkaç saat sonra açılan borsada çimento ve beton şirketlerinin tavan işlem görmesi, bu düzenin felaketi fırsata, depremi ranta çevirmek üzerine bina olduğunun en açık delili.

4
Öyleyse sormaktan çekinmeyelim: Hastanelerin ve diğer kamu binalarının nasıl olur da yıkıldığını, bilhassa 1999 sonrasında inşa edilmiş konutların nasıl olur kağıttan yapılmışçasına devrildiğini sormanın zamanı ne zaman gelecek? Deprem vergilerinin akıbeti ne oldu diye sormayacak mıyız? Rant ve talan temelli kentleşme politikalarının, inşaat merkezli büyüme modelinin enkaz altında kalmasının hesabı sorulmayacak mı? Uygunsuz zemine dayanıksız binaları diken müteahhitlerin, imar düzenlemeleriyle onlara yol veren siyasi kadroların sorumluluğunu tartışmayacak mıyız? Bilim insanlarının uyarıları dolayısıyla gelmekte olduğu aslında pekâlâ bilinen bu deprem dolayısıyla neden bir kez daha önlem alınmadı diye hayıflanmayacak mıyız? İlk depremden saatler sonra dahi Hatay’a kurtarma ekiplerinin ulaştırılamamış olmasını da mı “doğal” karşılamalıyız?
Şimdi elbette dayanışma zamanı, depremden etkilenen insanlarla yardımlaşma zamanı. Ancak unutmayalım: “Doğal” felaket diye bir şey yok.
Felaket basbayağı ve bilhassa siyasal bir mesele. Bir olay olarak felaketi, onu koşullayan ve yaratan ekonomik ve sosyal nedenlerden, siyasal tercihlerden ayırmak mümkün değil. Dolayısıyla felaketin nedenleri kadar sonuçları da siyasal bir mücadele alanı. Bu nedenle dayanışma ve yardımlaşmayı siyasetle kuşatmaktan asla imtina etmeyelim. Etmeyelim ki bu düzenin felaket ve yıkıma duyduğu o doymak bilmez iştahına dur diyebilelim.
“Ezilenlerin inceliği” rejime karşı
San Francisco şehri 1906 yılının 18 Nisan günü, yerel saatle sabah beşte, 7.9 şiddetinde büyük bir depremle yıkılır. Deprem ve sonrasında üç gün boyunca süren yangınlar sonucunda yaklaşık üç bin kişi hayatını kaybeder, otuz bine yakın bina tahrip olur, şehrin neredeyse yarısı evsiz kalır.
Deprem sonrasında şehirde muazzam bir karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma dalgası gerçekleşir. Kurtarma faaliyetleri organize edilir, kolektif mutfaklar kurulur, ortak yaşam alanları oluşturulur, şehir sakinleri beklenmedik bir dayanışma ve yaratıcılıkla bu büyük afetin yaralarını sarmaya koyulur. Şehirde yaşayan farklı etnik gruplar arasında daha önce yaşanmamış bir birlik ve kardeşleşme atmosferi hâkim olur.
Ancak devlet otoriteleri deprem sonrasında oluşan bu toplumsal teyakkuz ve yaratıcılık dalgasına bambaşka bir gözle yaklaşır. İktidar
mevkiinde olanlar için söz konusu olan, zapturapt altına alınması gereken bir kargaşa, muhakkak disipline edilmesi gereken itaatsizlik sınırındaki bir güruhtur. Kısa zaman sonra depremzedelerin temel ihtiyaç maddelerine ulaşma çabası “yağma” ve “hırsızlık” olarak damgalanır ve bunlar gerekçe gösterilerek kolluk güçlerine vur emri verilir. Bu emir doğrultusunda üç bin kişinin canına mal olan bir afetin hemen ertesinde kimi tahminlere göre yaklaşık 500 şehir sakini kolluk kuvvetleri tarafından infaz edilir.
Depremzedelere, felaket mağdurlarına karşı sergilenen böyle bir kıyıcılık “uç” bir örnek sayılabilir. Ancak San Francisco depremi aslında çoğu çağdaş felaketle aynı örüntüye sahip: Bir büyük felaketin akabinde karşımıza sadece yıkım ve acı çıkmaz. Aynı zamanda halkın o güne kadar marjinalleştirilmiş kolektif dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma pratikleri de yıkıntılar arasından gün yüzüne çıkar. Hâkim yaşama biçimi şu ya da bu nedenle kısmen de olsa askıya alındığında insanlar bireyciliği, edilgenliği ve rekabetçiliği esas alıp teşvik eden kural ve pratikleri ihlal edebileceklerini görürler. Rutger Bregman’ın ifadesiyle,“felaketler içimizdeki en iyi şeyleri açığa çıkarır. O sanki bizleri daha iyi halimize geri döndüren bir reset tuşuna basılması gibi bir sonuç yaratır.

”5
Bu toplumsal dayanışma pratikleri, karşılıklı yardımlaşma ve
örgütlenme inisiyatifleri muktedirleri daima tedirgin eder. Aşağıdan gelişen dayanışmaya karşı sakınımlı ve hatta düşmanca bir tutum takınılır. Birçok durumda da toplumsal dayanışmacı girişimler bastırılmaya, bazen de San Francisco örneğindeki gibi açık şiddetle ezilmeye çalışılır.
Rebecca Sollnit’in vurguladığı üzere, büyük bir felaketin ardından
hâkim toplumsal nizamın o güne dek bastırdığı dayanışmacı kapasiteler beklenmedik bir biçimde gündeme gelir. Felaket eski düzende çatlaklar yaratır ve hayatın bir başka şekilde örgütlenebilmesi için imkânlar açığa çıkartır. Egemenler bu potansiyellerden tedirgin olur, onları kontrol
altına alıp soğurmaya, olmuyorsa da ezmeye çalışır. Felaket sonrası söz konusu olan toplumsal teyakkuzu denetlemeye, sindirmeye girişirler.
Böylece hemen her felaketin bağrında belki de kaçınılmaz olarak bir
iktidar mücadelesi şekillenir.

6
Maraş merkezli iki depremin hemen ardından söz konusu olan, tam da böylesi bir mücadeleydi. Depremler ülkede muazzam bir toplumsal mobilizasyonu, büyük bir karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma seferberliğini kışkırttı. Siyasal iktidar ilk andan itibaren bu seferberliğin kontrolü dışına çıkması ihtimalinden korktu. Bu dalganın iktidarın
yetersizliklerini, bu felaketin oluşmasındaki sorumluluğunu teşhir edenbir kuvvete dönüşmesi ihtimalinden endişe etti. OHAL ilanının en önemlinedenlerinden biri de zaten, depreme dair toplumsal dayanışmanın, aşağıdan inisiyatiflerin iktidarın kontrolü altına sokulması ve  bastırılmasıydı. Yardımlara dönük engelleme girişimlerinin de internete getirilen erişim engeli de bu korkunun bariz ifadeleriydi.
Toplumsal atalet ve siyasal apati üzerine bina olmuş şefçi rejimin, halkın harekete geçmesinden, depremin kışkırttığı o büyük toplumsal dayanışma dalgasından korkması şaşırtıcı değil aslında. Çünkü dayanışmave karşılıklı yardımlaşma girişimleri insanların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken bu ihtiyaçların mevcut toplumsal ilişkileri çerisinde neden karşılanmadığı sorusunu da gündeme getirir. 
Felaketin açığa çıkardığı toplumsal enerjinin siyasal güç ilişkilerinde beklenmedik değişiklikleri tetikleme ihtimali ortaya çıkar.
İşte 6 Şubat depreminin ertesinde de benzer bir şekilde, Che’ye atfedilen “dayanışma ezilenlerin inceliğidir” sözü adeta somut bir
gerçekliğe büründü.7 Dayanışmanın, hepimizin üzerine çökmüş enkazıtemizlemek için de bu enkazın müsebbibi olanlardan hesap sormak içinde elimizdeki en önemli güç olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

1 Mike Davis, Ecology of Fear Los Angeles and the Imagination of Disaster, Vintage Books, New
York, 1999, s. 282-3.
2 Söz konusu tartışma için bkz. José O. A. Marques, “The Paths of Providence: Voltaire and Rousseau
on the Lısbon Earthquake”, https://www.unicamp.br/~jmarques/pesq/Paths_of_Providence.
pdf
3 Neil Smith, “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”, https://items.ssrc.org/understand-
ing-katrina/theres-no-such-thing-as-a-natural-disaster/
4 “Çimento şirketlerinin hisseleri depremle tavan oldu”, https://www.sozcu.com.tr/cimento-sir-
ketlerinin-hisseleri-depremle-tavan-oldu-wp7581634
5 Rutger Bregman, Humankind A Hopeful History, Bloomsbury Publishing, Londra, 2020, s. 241.
6 Rebecca Solnit, A Paradise Built in Hell The Extraordinary Communities That Arise in Disaster,
Viking, New York, 2009.