BİLMEK VE KENDİNİ BİLMEK
Bilme eylemi, toplumsal bir eylemdir.
İnsan, doğduğu günden itibaren, son nefesini verdiği ana kadar, etrafında gelişen olayları, olguları bilme ve de nesneleri tanımanın peşinde koşar. Toplumsal bir varlık olan insan, düşünce eylemini de, bilinç gelişimini de, bulunmuş olduğu, içinde yaşamını sürdürdüğü toplumun kendisine sunduğu düşünce kalıpları içinde oluşturur.
Örneğin, insanlar cinsiyet ayrımını, ilkin, ana kucağında iken öğrenmeye başlar. Çünkü kız çocuğu ile erkek çocuklarını, anneler farklı bir düşünce tarzıyla yetiştirirler. Daha doğum gerçekleşmeden önce, bebek kıyafetleri mavi-pembe renkleri olarak ayrışır ve beşiğinden, oyun çağında oynayacakları oyuncakların seçimine kadar bu böyle devam eder. Ne var bunda? Çok masumane bir düşünce tarzı değil mi? Denilerek geçiştirilebilir bu durum belki de, ama bu kadarla kalmaz ki bebelerin yetiştirilme tarzı. Erkek çocuklarına tanınan hoşgörü, özgürlük, kendine olan öz-güvenini sağlayan terbiye tarzı, eğitim, kültürel birikimden aktarım, kız çocuklarının hayata hazırlanmasında, aynen – motamot- birebir uygulanmaz ki… Kız çocukları, oturmasına, kalkmasına dikkat etmek, eteğini toplamak, iffetini korumak, kollamak zorundadır. Ebeveynleri tarafından, kız çocukları edilgen, erkek çocukları ise etken, saldırgan ve “erk”, “güç” sahibi olarak hayata hazırlanmaktadır.
Anneler, çocuklarına farklı muamele ederler, cinsiyet ayrımcılığını gözeterek, çocuklarını farklı terbiye ederler. Baltayla kesilen ağaç, gözyaşı dökerken, baltanın demirine diyeceğim bir şey yoktur, beni ağlatan şey, aynı cinsten olduğumuz baltanın sapıdır, demiş ya! O misal, toplumsal yaşamda ezilen, horlanan, kendine güvenini kazanmakta zorlanan kız çocuklarını da hemcinsleri olan anneler yetiştirmekteler.
İnsanların, çocukluk çağında, yetiştirilme tarzıyla ilk öğrendikleri cinsiyet ayrımcılığı bilincine yenileri eklenerek, yeni yeni ayrımlar öğrenilerek hayat devam eder; örneğin, Müslüman bir ailede gözlerini açtıysan, örneğin, Türk olarak dünyaya geldiysen, senin Türk ve Müslüman kimliğini kazanmak için bir uğraş vermen gerekmez.
İnsan topluluklarının en küçük birimini oluşturan aileden başlayan kendini bilme, kendini tanıma eylemi; çocuğun, okul çağında öğretmenleri vasıtasıyla ve arkadaş gruplarıyla birlikte devam eder. Erkek çocuklarında, askerlik çağında, emir-komuta hiyerarşisine boyun eğme, “emredersin komutanım!” söylemiyle sürer. Ve askerlik sonrası geçim giderlerini karşılama çağında ise, hayatın gerçekleriyle yüzleşme dönemi başlar. Sorunlar yumağını çözmede gösterilen çabalar ve aciz kalmalarla yaşamın acı, tatlı yönleri öğrenilir. Evlenip, barklanıp yeni bir aile oluşturmak, anne-baba olarak çocuk yetiştirmek, hayatın heyecan katıcı yönünü oluşturur. Lakin çocukların masraflarına göğüs germek; eğitim giderlerini ve sağlık harcamalarını karşılayabilmek, kısacası ailenin geçimini sağlayabilmek, sorumluluk yüklenmek ise hayatın meşakkatli, sıkıntılı yanını teşkil eder. Aile düzeninin akıcı sürekliliğini devam ettirebilmenin yanı sıra, ailecek bir ev alıp kiradan kurtulmak, araba sahibi olup, ulaşımda yaşanan sıkıntılardan kurtulmak hayalleri, çabaları her zaman diri kalır.
Yaşamdaki yolculuğumuza, doğuştan kazanılmış özellikler; cinsiyet, mülkiyet, milliyet, din gibi toplumsal aidiyetler, kendiliğinden eklenir. Bunun için bir çaba sarf etmemiz gerekmez. Sonradan kazanılmış aidiyetlerin eklenmesiyle, bilmek ve de kendini bilmek eylemini sürdürürüz esas olarak. Ama kendimizi tam olarak bilemeden, tanıyamadan paydos zili çalar (Azrail, hazırlığını tamamlar, İsrafil, kıyamet borusunu öttürür; artık senin için kıyamet kopmuştur) ve yaşam sahnesinden çekiliriz.
Hangi sınıfın mensubusun, ücretli, maaşlı çalışan mısın, yoksa üretim ve geçim araçlarını elinde tutup, sermayenle, ya da atadan kalma servetinle gününü gün edenlerden misin? Paradan para kazananlardan mısın, yoksa diplomaların elinde dolaşıp, kapı kapı ”ne iş olsa yaparım!” diye maddi veya zihinsel emek gücünü satanlardan mısın? Tutmuş olduğun takımın başarılarıyla gururlanan, oy vermiş olduğun siyasi partinin icraatlarıyla onurlananlardan mısın? Zengin misin, yoksa gönlü zenginlerden misin? Bu sorulara verilecek cevaplar, kişilerin, toplumsal statülerini, toplum içindeki biçimsel konumlarını belirlemeye yarar.
Toplumsal varlık olan insanın, dış görünüşünü, biçimselliğini belirleyebiliriz, şeklen de olsa, onu tanımlayabiliriz. Ama bu tür sorularla insanın özünü bilmek, duygu ve düşünce sistemini çözmek, hayal dünyasıyla, gerçek yaşamın bütünsel kıldığı varlığı bilebilmek, çok da olası görünmemektedir. Hele hele, insanın kendi özünü bilmekten çok uzak olduğu bir yaşam tarzında, insanı bir varlık olarak tanıyabilmek oldukça zor bir durumdur.
Dünyada en zor öğrenilen ve de en önemli bilginin, kişinin kendini bilmesi olduğunu anlatan Yunus Emre’nin şu dörtlüğü ile yazıyı bitirirken, Marx’ın da bilinç ve içinde bulunduğumuz toplum konusundaki söylemini hatırımızdan çıkarmayalım. Marx derki; “ İnsan, nesnel dünyada sadece düşünmeyle değil, bütün duyularıyla da olumlar kendini… Yaşamı belirleyen bilinç değildir, bilinci belirleyen toplumsal yaşamdır!”
Ve Yunus Emre, günümüzden 800 yıl öncesinde, insanlığa şu veciz cümlelerle seslenmiştir: “ İlim, ilim bilmektir.
İlim, kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Ya, nice okumaktır.”
Sedat Pamuk, 29.09. 2023, İzmir