Katlanmadan Sevebilmek(1)- Neşter İzleri'nden

( 1 ) KATLANMADAN SEVEBİLMEK

Tabandan tavana kadar camla kaplı revirimin önünde, sol elim haki renkli askeri pantolonumun cebinde, sağ elimdeki sigaramdan derin nefesler çekerken buğusunu sildiğim camdaki açıklıktan, karargah binasından yansıyan sarı, uzaklaştıkça kararan ışığın aydınlattığı alanda, yol ayrımında hangi yola sapacağına karar verememiş yolcu kararsızlığıyla dışarıyı seyrediyordum. Aslında seyretmiyor, karşımdaki karları, uzaktaki nöbetçi kulübesindeki nöbet tutan Mehmetçiği görmüyor; eksi on sekiz derece, buzdan beter buz gibi soğuk havada, buzla kaplı beton yolda, aydaki astronotlar gibi ağır çekim adımlarla kayıp düşmemeye dikkat ederek yürümeye çalışan komando asteğmeni izliyordum. Her adımında, subay tıraşlı kafamda “Katlanmıyorum, severek yapıyorum” sözleri, saatin tik takları misali beynimdeki rüzgarı dindirmek istercesine tikleyip taklayıp duruyordu.

Bahtiyar Asteğmen, komando beresinin üstüne kapşonunu çekmiş, boynunu ve yüzünü sadece gözleri açıkta kalacak şekilde haki, yün kaşkoluyla sarmıştı. Verdiği her nefes, elimdeki ciğerlerimin en ücra hücresine kadar çekip üflediğim sigaramın dumanından bile daha yoğun sis bulutu olarak havaya karışırken eldivenli ellerini cebine soktuğu parkasına sımsıkı sarılarak soğuktan korunmaya çalışan, 1.63m. boyunda, ufak tefek, komando olduğuna inanılamayacak komando asteğmeni,iki yüz metre ötedeki erat yemekhanesine girene kadar takip ettim. Beresiz başımla askeri selam verdim, döndüm, altı yedi adım atıp mavi muşambayla kaplı, üstünde poliklinik kayıt defteri, kalemlik, telefon, boş iki çay bardağı, kül tablası, hiç eksik olmayan sigara paketim bulunan masamın arkasına geçip oturdum. Kalorifer peteğinden sırtıma vuran sıcaklık tüm vücuduma yayılırken beynimde sürekli esen rüzgar fırtınaya dönüşmüştü. Eğildim, ikinci çekmeceyi açıp – birincide sıfırdan başlayıp öğrenmeye çalıştığım İngilizce kitapları vardı- en üstteki kitabı çıkardım. Kitabın kapağında Göz Hastalıkları Teşhis ve Tedavi yazıyordu. Tik tak sesleri fırtınanın uğultusuna karışmışken bakışmaya başladık. Sigaramı yeniledim. İlk nefesin dumanını üflerken bir sene önce yaşadığım İstanbul gecesi aklıma düştü.

23 yaşında, çiçeği burnunda, iki üç aylık doktorum. Bakırköy Belediyesi Güngören Şubesi tabibiyim. Temmuz ayının son Cuma günü, Sağlık Bakanlığındaki mecburi hizmet kurasında bekar torbasından çekmiştim burayı.

Atama yerimi okuyunca “Kahretsin!” diyerek elimdeki küçük kağıt parçasını yere fırlatmış, yan salonda kura çekim sırasını bekleyen meslektaşlarıma dönüp İstanbul dediğimde de yuhalanmıştım. Ben üzülürken benim gibi gelecekleri bir torbadan çekecekleri küçücük kağıt parçasındaki yazı ile şekillenecek, mesleğe ilk adımını atmış bazı meslektaşlarım, sevinmem gerektiğini düşündükleri şansıma kızdığım için bana kızıyorlardı. Doğu-batı, kuzey-güney fark etmeksizin doğup büyüdüğüm; Akdağ’ın eteklerine kurulmuş, dört bin nüfuslu, yemyeşil, şirin Ladik’im gibi küçük bir Anadolu kasabası sağlık ocağı hekimliği çekmek geçiyordu gönlümden. Böylece masrafım az olur, şayet muayenehane açarsam maaşımın üstüne para da kazanabilir, babam ve ODTÜ Jeoloji mühendislikte okuyan kardeşime de rahatça yardım edebilirim hayalindeydim. Kura yerimi, bu sebeplerle 6 okuduğumu beni yuhalayanların bilmeleri mümkün değildi ki! Mecburi hizmet bir sene önce yasalaşmıştı. Torbadan çekeceğimiz görev yerlerimizin %90-95 doğu, güney doğu bölgesindeydi. %5’lik yerlerden birini hatta en iyi yeri çekmiştim. Onlara göre şanslıydım, kağıtta 9 yazıyordu. Kendilerince haklıydılar ancak ben de kendimce haklıydım. Rakama ters yönlerden bakıyorduk.

Güngören’de, üst katta ev sahibi, emekli öğretmen karı kocanın oturduğu iki katlı kagir binanın; iki oda, üç kişinin zor sığacağı mutfak ve banyosuz tuvaletten ibaret giriş katındaki kiralık dairedeyiz. İkinci el eşya satan dükkanlardan aldığımız; tek kişilik somya, arkası kitaplık olarak kullanılan çekyat, ufak yemek masası, dört sandalye, orta sehpası ve defolu halı ile dayayıp döşediğimiz tek odada, annemin piknik tüpte demlediği çaylarımızı karşılıklı yudumluyoruz. Televizyon alamamış, almayı ertelemiştim. Sohbet konusu açmak için olacak annem laf attı:

-Eee Sinan! Doktor oldun, maaşa geçtin ama ne doktoru olacaksın oğlum?

Bu sorunun cevabını zaten iki senedir düşünüyordum. Düşünürken de kendimi sorguladığımı, tanımaya çalıştığımı fark etmiştim. Kibrit gibi tez parlayıp az biraz geç sönen, titiz, tez canlıydım. Yemeklerde karnımı doyurup masadan ilk kalkan, fakültedeki derslerde hocadan sonra amfiden ilk çıkanlardan biriydim.

80 öncesi günlerden bir gün, ders bitiminde, dışarıya aceleyle ilk ben fırladığımda karşıt görüşteki militanlar, bizimkileri toplayıp onlara saldıracağımızı düşünerek bir hayli panik yapmış; amfiden kediyi gözetleyen

fare misali tedirgin, ürkek, betleri benizleri atmış halde çıkmışlardı. O gergin kavga günlerinde bu hallerini kendi aramızda defalarca konuşup gülmüş, gülerek kendimizi rahatlatmaya çalışmıştık. İşin aslı, tez canlılığımdan çok stresten idrara sıkışmış olmamdı ama böyle bir sebep kırk yıl düşünseler o günkü rakiplerimizin aklına gelmezdi ki!

Aldığım kararların, yaptığım eylemlerin neticesini kısa sürede, netçe görmek isteyen fıtrattaydım. Kalp, şeker, tansiyon, KOAH vb. hastalarıyla günler, aylar, yıllar boyu uğraşmak bana göre değildi, dahili branşlar bana uymuyordu. Cerrahi ya hep ya hiçti ve fıtratıma yakışandı. Yakışanlar içinde en yakışana karar vermek için de beşinci, altıncı sınıftaki stajlarımda büyük küçük tüm dalların ameliyatlarına birer kez olsun girmiş, seyretmiş ve kesin olmamakla birlikte kararımı vermiştim.

-Genel cerrah olacağım anne.

-Sen? Hayatta tavuk kesmemiş, kesemeyecek Sinan! Emin misin oğlum?

-Son kararım değil ama emin gibiyim anne. Hem cerrah olursam öldürmek için tavuk değil, hayat kurtarmak için insan keseceğim.

-Ama oğlum! Hassassın, narin yapılısın. Saatlerce sürecek ameliyatlara, uykusuz geçecek gecelere, o kadar yorgunluğa, gecen gündüzüne karışacak hayata nasıl dayanacak, katlanacaksın? Ben, göz doktoru olsan diyorum.

Kısa süren sessizlikten sonra biçe tarta, tane tane cevap verdim.

-Bak anne! Allah razı olsun! Beni bu yaşa kadar yedirip içirip, koruyup kollayarak büyüttünüz, okuttunuz, doktor oldum ancak hayat günah ve sevaplarıyla benim hayatım. Size sevgim saygım elbette devam edecek ama artık kararlarımı kendim vereceğim. Kızma, darılma, alınma olmaz mı?

Parmağımda hissettiğim acıyla hatıralarımdan sıyrıldım, filtresine kadar yanmış sigaramı söndürdüm. O gece biad alışkanlığından kurtulup, bireysel düşünüp ilk tepkimi vermiştim; hem de anaç kanatları altında beni yirmi üç yaşına kadar yetiştirmiş anneme karşı... Sanırım annem, doktor oldum diye burnumun büyüdüğünü düşünmüştü. Yüzündeki ifadeden bu anlamı çıkarmıştım. Gerçek olansa burnum değil ama ben büyüyor, Sinan oluyordum.

Gözlerim tekrar önümdeki kitaba kaydı. Genel cerrah olacağım derken önümde göz hastalıkları kitabı duruyordu. Sebebini hatırlamam zor olmadı.

Annemle yaptığım o sohbetten yaklaşık altı ay sonra askerliğimi tecil ettiremediğim için 178. Dönem tabip asteğmen adayı olarak Ankara Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulundaki acemi birliğime teslim olmuştum. Tankçılar ve sağlıkçılar aynı yerde eğitim alıyorduk. On kişilik mangamda bir dahiliye uzmanı, dokuz pratisyen hekimdik. İki aylık acemilik döneminde uzman abim; “Duygusal değil mantıklı düşünmemi, aptallık etmememi, cerrahideki hiyerarşinin askerliği mumla arattığını, altı aylık cerrahi asistanlığına dayanamayıp dahiliye ihtisası yaptığını, mutlaka cerrahi branş düşünüyorsam göz, kbb, bevliye gibi küçük cerrahi branşlardan birini seçmemi” bıkıp usanmadan tekrarlamıştı. Hemen tüm doktorların bildiği “ İnsanın aptalı doktor, doktorun aptalı cerrah, cerrahın aptalı beyin cerrahı olur” tekerlemesini ilk defa ondan duymuş, şaşırmış, özellikle ilk kısmı kabullenmemiştim. Eğitim arası uzun molalarımızda, yoğun eğitimlerine devam eden tankçıları göstererek “Bak, bizler sağa dön, sola dön, selam ver, yat kalk yaparken bir de şunların çektiklerini gör. Bizler de onlar da yedek subay adayıyız. Bir onları, bir bizleri, bir de komandoları düşün. Mesleğimizin komandoları cerrahlardır, gözünü aç.” diye nasihat etmişti. Tüm bu sözlerden etkilenmiştim doğrusu. İki ayın sonunda yine torbadan çekerek atandığım – bu kez alkışlanmıştım- Sarıkamış’a gelirken içime sinmemesine, beynimdeki çelişkilere rağmen genel cerrahi yerine göz hastalıkları ile ilgili ana kitapları alarak gelmiş, bir ay sonra da “Sakıncalı” yazım tabura ulaşmıştı. Sakıncalı piyade olmasam da “Sakıncalı tabip asteğmen” olarak yapıyordum vatan hizmetimi.

Bir saat önce eksi on sekiz derece, buzdan soğuk buz gibi havada, revirimin karşısındaki çevresi kürenmiş karlarla kaplı futbol sahasındaki akşam içtiması bitmişti. İki adet nova (askeri novaljin) almak için yanıma uğrayan Bahtiyar ile birer bardak çay içimi yaptığımız sohbette, “Bu soğukta, böyle ağır askeri şartlara, hiç şikayet etmeden nasıl katlanıyorsun?” diye sormuş, “Doktorum, katlanmıyorum, severek yapıyorum” cevabı almıştım. Kendi isteği ile komando olmuştu hatta 1.63 m. olan boyunu yalvar yakar doktora 1.65 yazdırıp komando olur raporu aldığını, teskere bırakmayı dahi düşündüğünü anlatmıştı. Karavana dağıtılırken mecbur olmamasına rağmen nöbetçi subay olarak eratın başında bulunması gerektiğini söyleyerek mutlu mesut sarıp sarmalanmış ve revirden

ayrılmıştı. Yemekhaneye girmeden önce sadece gözleri gözüken vücudunu revir yönüne çevirip sıcacık nefesinin buzdan soğuk buz gibi hava ile karşılaşması sonrası oluşan yoğun sis bulutu arkasında, kapşonunun altında kaybolmuş alnına sağ elini götürerek bana esas duruşta askeri selam vermiş ve yemekhaneye girmişti. Cam duvardaki buğusunu sildiğim açıklıktan görmüştüm verdiği selamı. Minnet duygularımın ifadesi olarak görmeyeceğini bilmeme rağmen sağ elimi beresiz başıma götürerek esas duruşta askerlik hayatım boyunca verdiğim en samimi, içten selamla karşılık vermiştim Bahtiyar Asteğmen’e.

Göz hastalıkları kitabını elime aldım. Artık bakışmamıza, birbirimize katlanmamıza gerek kalmamıştı. Beynimdeki fırtınalar dinmiş, fırtınasız deniz gibiydi beynim; dalgasız, durgun, berrak, sakin... Devam edeceği yolu seçmiş, seçtiği yoldaki engebeleri katlanmadan seve seve aşmayı göze almış yolcu kararlılığı ile masamın ikinci çekmecesini tekrar açtım, ihtisas sınavına girene kadar bir daha kapağını açmamak üzere kitabı yerine koydum, derin bir nefes çekip “ Oh be!” diye mırıldandım. En kötü karar kararsızlıktan iyidir diyen doğru demişti. Evsiz barksız, atsız avratsız, cep delik cepken delik ancak kesin kararını vermiş biriydim; mutlu ve huzurlu...

Akşam yemeğimi yemek üzere subay gazinosuna gitmek için ayağa kalktığımda artık emindim, son kararımdı. Katlanmayacak, mesleğimi severek yapacak, genel cerrah olacaktım.

*NEŞTER İZLERİ kitabımdaki ilk hatıra-hikayemdir

14-04-2021/BANDIRMA