1. Dünya Savaşında Esir Düşen Osmanlı Esirleri'nin Akıbeti

Büyük Savaş’ın Osmanlı Cephesindeki Esirleri  1
Savaş bitti. Hani nerede yurduna dönecekler?
Gelmedi yiğitler, tutsak kaldılar.
Yad ellere düştüler, kurtar onları ya Rab.
Kimi yaylak kimi kışlakta kaldı. (Çorum Türküsü)

2

Eugene Rogan - 1. Dünya Savaşında Esir Düşen Osmanlı Esirleri nin Akıbeti

Dr.Hasan Aksakal

Büyük Savaş’ın Osmanlı cephesinde, çatışmanın her iki
tarafından da yüz binlerce asker, vazifelerini savaş esiri olarak
sürdürdü. Hayatları, siperlerle aralarındaki mesafe dolayısıyla
hiç de daha güvenli değildi. Esirler, teslim olma anından
itibaren mücadele edilen şeylerin ölümcül bir birleşiminin
insafına kalmıştı: Elinde esir düşülen düşmanlar, unsurlar ve
hastalık.
Savaşan güçlerin her biri için, esirler bir mesuliyetti.
Yaralı esirler, aşırı yoğunluktaki hastanelerde sınırlı tıbbi
kaynaklara ulaşmak için kendi yaralılarıyla yarışıyorlardı.

1 Bu makale ilk olarak “Recruiting Prisoners: The Ottomans and
the British in the First World War” başlığıyla, 1 Aralık 2015’te,
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders olarak sunulmuştur.
2 Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Türkiye’nin Çorum yöresinden bir türkü Bk. Yücel Yanıkdağ, Healing the Nation: Prisoners
of War, Medicine and Nationalism in Turkey, 1914-1939 (Edinburgh 2013), s. 21.
2 Pera-Blätter 33

Gücü kuvveti yerinde olan savaş esirleri, güvenlik riski
oluşturacak kadar çok sayıya ulaşmadan önce, cephe hattından
uzaklaştırılmak zorundaydı. Esirler, levazım subayları kendi
askerlerini idame etmek için çaba sarf ederken, beslenecek
daha çok boğaz ve giydirilecek daha çok vücut demekti.
Buna rağmen, hem Osmanlılar hem de İngilizler düşman
esirleri kendi savaş hedeflerine ulaşmak için kullanmanın
yollarını aradı. Osmanlılar demiryolu ve yol yapımı gibi
altyapı projelerine tahsis edilmek üzere sıhhatli esirlerden
amele takımları konuşlandırdı. Daha sembolik olarak, hem
İttifak Devletleri hem de İtilaf Devletleri, düşmanlarında
dahilî cepheler açmak için hoşnutsuzluk içinde olan
imparatorluk askerlerini hedefledi ve silah altına aldı.
Osmanlılar, Sultan V. Mehmed’in İngiliz, Fransız ve Rus
imparatorluklarına karşı küresel cihad çağrısının İtilaf
Devletlerinin savaşma azmini imparatorlukları genelinde
zayıflatacağını umut ederek, ele geçirdikleri Müslüman savaş
esirlerini silah altına almak konusunda Alman müttefikleriyle
işbirliği yaptı. İngiltere ve Fransa bu çabaları “Almanya’da
üretilmiş bir cihad” olarak kınarken, İtilaf Devletleri, Arap
Osmanlı askerlerini Arap İsyanında Şerif güçleriyle birlikte
hizmet etmek üzere Mısır’daki ve Hindistan’daki esir
kamplarında toplamak konusunda daha az çaba içinde değildi.
Bu yolla, ironik bir biçimde, savaşmak için en az sebebi olan
Güney Asyalı, Ortadoğulu ve Afrikalı Müslüman askerler,
Büyük Savaş’ta her iki tarafa da hizmet ettiler.
Osmanlı Cephesi’ndeki savaş esirler hakkındaki
istatistikler bir hayli değişkenlik gösterir. Her belirleyici
muharebeyle birlikte, başarılı ordu, zaferinin bedeli olarak
sıklıkla çok sayıda düşmanı esir aldı.

Rus esareti altına giren Osmanlı mahkûmların büyük kısmı
Kafkasya’daki felaket dolu yenilgiler – savaşın hemen
başlangıcında Sarıkamış’ta ve 1916’da Erzurum’da – teslim
oldu. Sonuç olarak, 65.000 kadar Osmanlı askeri Ruslara esir
düştü. Ruslar, savaş esirlerini trenlerle Sibirya’daki kamplara
gönderdiler. Savaş esirlerinin dörtte bir kadar olan kısmı
henüz esir kamplarına bile ulaşmadan aşırı kalabalık yük
vagonlarında öldü. Tren yolculuğundan sağ kurtulanların
büyük bir kısmı da, açık alanlarda tutulmaktan ve hastalıktan
öldü. “1916 yazının sonlarına doğru,” Yücel Yanıkdağ’ın
tespit ettiğine göre, “Rusya’da en az 64.000 Alman, Osmanlı
ve Avusturya-Macaristanlı savaş esiri zaten hastalıktan
ölmüştü bile.”3
Bir Kudüs yerlisi olan Aref Shehadeh [Arif Şehide],
alayının hayatta kalmayı başaran sadece on bir üyesinden biri
olarak Erzurum’da Rus kuvvetlerine teslim oldu. Anılarında
çok açık ifade etmese de, 19 Şubat’ta, Rusya’nın Erzurum’u
ele geçirişi sırasında neredeyse kesin olarak esir alınmış
bulunuyordu. Onu esir alan Ruslar, diğer savaş esirleriniyle
birlikte kendisini, yaklaşık 3500 savaş esirinin gözaltında
tutulduğu Orta Sibirya’daki Krasnoyarsk cezaevine gönderdi.
Aralık 1918’de yazdığı anılarında “yiyecek koşullarının ve
soğuğun dayanılmaz” olduğunu dile getiriyordu. Yine de
Shehadeh, bir subay olarak, hayatta kalmasını muhtemelen
açıklayan, tercih edilesi bir muamele görmekteydi. Shehadeh,
anılarında, esir düştüğü Rusların esirlerin idman yapmalarına,
iyi havalarda futbol oynamalarına ve şiddetli kışlarda kapalı
alanlara hapsolduklarında ise tiyatro yapmalarına izin

3 Yanıkdağ, Healing the Nation, ss. 22-25.
4 Pera-Blätter 33

verdiklerini dile getirmekteydi. “Daha sonraları izin
istemeksizin, diğer askerlerim için bir mizah gazetesi çıkarma
imkânı buldum” diye de hatırlamaktaydı. Hatta Shehadeh esir
düştükleri Ruslarla, onları Yeni Yıl Kutlaması gibi
etkinliklerde evlerinde ziyaret edecek kadar, kardeşlik bağları
kurdu.4

Shehadeh’in deneyimleri, Osmanlılar tarafından esir alınan
İngiliz subayların deneyimleri ile kıyaslanabilirdi. İngiliz
esirlerin büyük çoğunluğu, Kut’un Nisan 1916’da
kuşatılmasının ardından, Mezopotamya’da Osmanlı’ya teslim
oldu. İngiliz hükümetinin Kasım 1918’de yayınlanan bir
raporuna göre, Osmanlı’nın eline esir düşen 16.600 İngiliz ve
Hintli savaş esirinin yaklaşık 13.700’ü Kut’ta ele geçirilmişti.
Osmanlılar girdikleri diğer çarpışmalarda görece daha az
sayıda esir elde etmişti. İngilizlerin büyük sayılar halinde
teslim oluşu Gelibolu, Sina ve Filistin’de nadirdi ve İngiliz
kaynakları, bir bütün olarak Ortadoğu’daki diğer tüm
çarpışmalarda, 3000’den az askerlerinin Osmanlı’ya teslim
olduğunu öne sürmektedir.5
İngiliz subayların deneyimleri, Osmanlı esaretindeki
rütbesiz askerlerin deneyimlerinden belirgin derecede
farklıydı. Kut’un düşüşünden sonra subaylar askerlerinden
ayrıldı ve savaşın geri kalan kısmındaki esaretlerinde
ayrıcalıklı bir muamele gördü. Orta Anadolu’nun Yozgat
şehrinde tutuklu bulunan genç bir teğmen olan E. H. Jones,

 

4 Salim Tamari, “With God’s Camel in Siberia: The Russian Exile
of an Ottoman Officer from Jerusalem,” Jerusalem Quarterly,
Sayı 35 (Kış 2008) 31-50.
5 “Report on the Treatment of British Prisoners of War in Turkey,”
Cd. 9208 (Londra 1918)
.
İngiliz subayların esaret döneminde günlerini nasıl
geçirdiklerini ayrıntılarıyla anlatmıştır. “Başlıca sorunumuz
nasıl zaman geçirececeğimizdi” diye yazar. “Dört kişilik
takımlardan oluşan hokey turnuvalarımız olurdu ve (Türklerin
izin verdiği zamanlarda) yürüyüşler, piknikler, paten ve
kayak. Kapalı alan eğlencesi olarak, neşeli ve ciddi dramalar,
melodramlar, macera oyunları ve pandomim içerikli piyesler
yazdık. Hapishane yapımı müzik aletlerimiz, hapishane
şartlarında eğitilmiş erkek vokalli bir koromuz ve onlar için
beste yapan müzisyenleriyle bir orkestramız vardı.”6
Kut’ta alınan rütbesiz askerler için “başlıca sorun” hayatta
kalmaktı. Kuşatmada geçen dört aydan sonra açlıktan dolayı
teslim olmaya başladıklarında, çoğu İngiliz ve Hint askeri,
esaret altına girdiklerinde kritik bir durumdaydı. Onları esir
alan Osmanlılar, iş göremez halleri için herhangi bir yardımda
bulunmadı ve onları Suriye çölünde Bağdat Demiryolu
hattındaki çalışma kamplarına doğru yürümeye zorladı. İngiliz
askerleri, Alman mühendislere stratejik demiryolu hattını
tamamlamak üzere tünellerin patlatılmasında yardımcı
olmaları için Toros ve Amanos Dağları tarafına gönderildi.
Çok azı, çöl bölgesindeki zorlu karayolu yolculuğundan sağ
çıkabilecek kadar güçlüydü. Kut’ta teslim olan 2592 İngiliz
rütbelisinin ve erinin 1700’ü yol boyunca öldü ki bu, toplamın
neredeyse yüzde yetmişiydi.7
Bu çarpıcı istatistikler, Kut’tan sağ kurtulanlarının görgü
tanıklıkları ile desteklenmektedir. Avustralya Hava
Kuvvetlerinin Uçuş Yardımcısı Sloss şöyle demektedir:

6 E.H. Jones, The Road to En-Dor (Londra 1921), s. 123.
7 Arnold Wilson, Loyalties Mesopotamia, 1914-1917 (Oxford
1930), s. 140.
6 Pera-Blätter 33

“Bizim çocukları tüfek dipçiğiyle ve kamçıyla yürütülürken
görmek korkunç bir manzaraydı. Bazıları düşene kadar
dövüldüler. Deniz tugayından bir asker bir daha asla ayağa
kalkamadı. Bir şey söylediğinizde kırbaçlanıyordunuz.” 8
“Ölüm yolunu” yürürlerken, Çavuş Jerry Long, korkularıyla
beraber anlayışlı bir Osmanlı subayıyla yüzleşti: “Ona
birliğimizin aslen olduğu sayının yarısından daha az kaldığını
söyledim (...) ve Türk Hükümetinin politikasının hepimizin
ölümüne kadar bizi etrafta yürütmek olduğuna inanmaya
başlıyorduk.”9
Yürüyüşten sağ çıkan İngiliz esirlerin az bir kısmı işçi
birliklerinde görevlendirildi. Kut’tan sağ kalanlar Toros
Dağlarının kuzeyindeki Bilemedik’te, Çanakkale
çarpışmalarında savaş esiri düşen “birkaç yüz” İngiliz ile bir
araya geldi. Ankara ve Erzurum arasında hafif bir demiryolu
hattının kurulmasına yardım etmek üzere üç yüz İngiliz esir
görevlendirildi. Anadolu'nun önemli bir demiryolu kavşağı
olan Afyon Karahisar’da yaklaşık 400 İngiliz askeri, hattın
yapımında çalışan 200 Hintli ve bir avuç Rus ve Fransız esirle
birleştirildi. Diğer savaş esirleri Osmanlı fabrikalarında işe
alındı.10
İngiliz savaş esirleri, demiryolu hattına ulaştıklarında
takatsiz ve hastaydı. Ermeni rahip Grigoris Balakian, ki
kendisi Ermeni soykırımından kurtulmuştu, 200 İngiliz ve
Hintli savaş esirinin ilk bölüğünün 1916 yazında Amanos

8 Imperial War Museum, J McK Sloss MSM Avustralya Hava
Kuvvetleri Özel Evrakı, vesika. 13102.
9 P.W. Long, Other Ranks of Kut (Londra 1938), s. 103.
10 “Report on the Treatment of British Prisoners of War in Turkey,”
Cd. 9208 (Londra: H.M.S.O. 1918).

Dağlarındaki Bahçe tren istasyonuna ulaşmasını tasvir
ediyordu:
Bacakları yara bere içindeydi; pis ve kurumuşlardı (...)
elmacık kemikleri çökmüş, gözleri yuvalarına derinden
çekilmiş vaziyetteydi. Hintliler neredeyse çıplaktı, kimisinin
kendi geleneklerine uygun olarak kafalarında bir bez parçası
vardı; karanlıkta, hareket halindeki hayaletlerin bir illüzyonu
söz konusuydu.
‘Aranızda Ermeni olan var mı? (...) Bize bir parça ekmek
verin (...) Günlerdir hiçbir şey yemedik.’ İngilizce
konuştuklarını (...) İngiliz olduklarını fark ettiğimizde
şaşkına döndük (...) uzak arkadaşlarımız kaderimizi
paylaşıyor, ekmek istiyordu (…) Ne çelişki ama!
Osmanlı ve Alman mühendisler, Kut’tan sağ kalanlara,
onları işe sürmeden önce fiziksel güçlerini biraz geri
kazanmaları için bir haftalık istirahat ve yemek verdiler.
Balakian, orada bulunduğu sırada, yaklaşık 1600 İngiliz ve
Hintli askerin Bahçe’ye ulaştığını ifade eder. 11
Kut’ta esir düşen Hintli askerlerin ölüm oranı istatistiklerinde
pek kesinlik yoktur. Aşağıda tartışılacağı üzere, Osmanlılar
Hintli Müslümanları, Osmanlı hizmetine alıp çalıştırmak
umuduyla ayrıcalıklı muamele etmek üzere diğer esirlerden
ayırmıştır. Gayrimüslim Hintliler, İngiliz silah arkadaşlarıyla
kader birliği içinde çalışma alanlarına yürütülmüş ve yüksek
ölüm oranlarından mustarip olmuşlardır. Savaşın sonuna
doğru, Kut’ta teslim olan 13.672 İngiliz ve Hintli asker ve

11 Grigoris Balakian, Armenian Golgotha: A Memoir of the Ar menian Genocide, 1915-1918 (New York 2009), ss. 294-98.
8 Pera-Blätter 3

hizmetliden 2611’inin öldüğü teyit edilmiş, 2222’si
“bulunamayan” sınıflandırmasına girmiş ve öldüğü
varsayılmıştır; bu da yüzde otuz beş ölüm oranı demek.12

Ekim 1918’deki mütareke gününe gelindiğinde, İngilizler,
Osmanlıları savaş esirlerine açıkça kötü muamele etmekle
suçluyorlardı. İngiliz devlet raporlarından birinin öne
sürdüğüne göre “Türkiye’deki İngiliz savaş esirlerinin tarihi,
Türk karakterindeki tuhaflıkları tam olarak göstermiştir”:
Her ne olursa olsun, bunların bazıları uzaktan bakan bir göze
resmedilesi güzellikte görünür; bazıları daha çok, Asyalı
aldırmazlığının, uyuşukluğunun net ağırlığının sonucudur,
yine bir diğer kısmı da şiddetli ve tereddütsüz biçimde
barbarcadır. Bu yüzden, bir yanda esirlere neredeyse abartılı
bir kibarlık ve saygıyla yaklaşılırken; diğer yanda esirlerin
açlıktan ölmelerine sebep olan bir ihmal ve yetersizlik
yaşanmış, esirler hayvanlar gibi sürülüp zulum
görmüşlerdir.13
İngilizler, esirlere karşı uluslararası kurallara uygun,
“medeni” davranışlarını, Osmanlıların uyguladığı “barbarca”
muamele ile kıyaslamışlardı. Savaş esnasında İngilizler
Osmanlı cephesinden 150 bin esir aldıklarını iddia ettiler.
Günümüze ulaşan Türk kaynaklarına bakılırsa, Osmanlı
askerleri, esir düştükleri sırada en büyük tehlikeyi yaşamıştı.
İngiliz yetkililere teslim edilene kadar da ölümle tehdit

12 Wilson, Loyalties Mesopotamia, s.140; “Report on the Treatment
of British Prisoners of War in Turkey,” Cd. 9208 (Londra:
H.M.S.O. 1918).
13 “Report on the Treatment of British Prisoners of War in Turkey,”
Cd. 9208 (Londra: H.M.S.O., 1918).

edildiler, dövüldüler. İlk elden İngiliz tanıklıklarına göre bile
Türkler süngülenmekle tehdit edildiler. Lancashire Piyade
Tugayı’ndan Er Robert Eardley bir silah arkadaşı ve teslim
olmaya çalışan yaralı bir Türk askerinin arasında kalır.
Lancashire askeri “Hey sen, çekil yolumdan” diye
homurdanır, “o benim dostumu öldürdü, ben de onu
şişleyeceğim.” Eardley savunmasız Türkü İngilizin elinden
kurtarmak için kendisini tehlikeye atar. Benzer bir sahne de
Gazze’de, develi süvari taburlarından iki Avustralyalı,
siperlerde yaralı bir Türk bulunca tekrarlanır. Deve
süvarilerinden (Osmanlıcası hecinsüvar, -ç.n.) ilki
“süngüleyin sığırı,” diye bağırır. “Hayır, zavallı iblise bir şans
verin” diye haykırır ikincisi.14 Bir askerin hayatı teslim olduğu
anki dengeye bağlıydı.
Türk esirlerinin esir kamplarına düştüklerinde iyi muamele
gördükleri iddia edilir. Mısır, Hindistan ve Burma’daki İngiliz
esir kamplarının teftişinden sonra Kızılhaç tarafından
yayımlanan raporları da bu yönde. Müfettişler Türk esirlerin
“iyi beslenmiş” ve “iyi giydirilmiş” olduklarına, fiziksel bir
cezaya veya zorla çalıştırmaya maruz kalmadıklarına ve
kendilerine düzgün tıbbi tedavi sağlandığına kanaat
getirmişler. 15 Yücel Yanıkdağ’ın elindeki verilere göre,
başlıca ölüm sebebi sayılan pelegra yüzünden 10 bin kadar

14 Söz konusu anekdotlar Eugene Rogan, The Fall of the Ottomans:
The Great War in the Middle East, 1914-1920 (Londra 2015), ss.
199, 331’de tekrar ele alınmıştır.
15 “Turkish Prisoners in Egypt: A Report by the delegation of the
International Committee of the Red Cross,” (Cenevre 1917) ve
“Reports on British Prison-Camps in India and Burma visited by
the International Red Cross Committee in February, March and
April 1917”, (Londra 1917).
10 Pera-Blätter 33

Osmanlı askeri İngiliz hastanelerinde hayatını kaybetmişti ki
görünüşe bakılırsa Türk askerlerinin çoğunun esir düştüğünde
muhtemelen zaten iyi beslenememekten rahatsızlanmış olması
mümkün. 16 Kızılhaç verilerine göre, İngiliz savaş esiri
kamplarında ölüm oranları yüzde bir ila üç arasında
değişmektedir.
İngilizler, Osmanlı esirlerini insani şartlarda tutmakla
uluslararası düzenlemelere uyduklarını savunmuş olabilirler.
Ancak menfaatleri bu kimi savaş esirlerinin iyi halinden
faydalanmak yönündeydi. İngilizler düşman esirlerinden işe
yarar bir istihbarat elde etmek umuduyla çoğu tutsağı sorguya
çektiler ve iyi muamele vesilesiyle de işbirliğini genelde
garantilediler. Ama İngilizler, tıpkı Alman düşmanları gibi,
Müslüman savaş esirlerini gitgide potansiyel bir propaganda
malzemesi olarak görmeye başladı. Almanlar ve Osmanlılar,
İtilaf Devletleri ordularının kolonilerden gelen Müslüman
askerleri arasından yakaladıklarını silah altına almak adına,
Sultan-Halifenin cihad çağrısı kaynaklı ilave gücü de hesaba
katarak, etkin çalışmalar yürütmüştür. İngilizler Arap esirlerin
olduğu Osmanlı esir kamplarını, Müslümanların, Arap
İsyanındaki Şerif yanlısı ordulara katılmalarını teşvik etmek
için, George Antonius’un sözleriyle “Cihadın başlıca güç
dayanağını elinden almak” için, boşaltmışlardır. İngilizlerin
ve Osmanlıların güttüğü bu askere alma politikaları, dinselmilliyetçi bağları etkileyerek, muhtemelen muhalif halkları
emperyalist efendilerine karşı kışkırtmıştır, Kuzey Afrikalıları
Fransızlara karşı, Hintlileri İngilizlere karşı, Arapları
Osmanlılara karşı… Ancak renklerde yaşanan değişim,

16 Yanıkdağ, Healing the Nation, ss.25-26.

önceden düşman saydıkları saflara dönmeye ikna edilmiş bu
esirlerin kişisel veya toplumsal çıkarlarının gelişme
kaydetmesine pek az katkıda bulundu. Siperlerin her iki
tarafında da hizmet etmiş olan bu askerler, fedakârlıklarından
ya hiçbir şey elde etmeksizin ya pek az kazanımla, harp
halinden iki misli mustarip olmuş, hizmet ettikleri her iki
ordunun da güvenini kazanamamış ve her iki taraftan da
takdir görmemiştir.
Almanya savaş çağrısını, kutsal bir savaş çağrısıyla
güçlendirmek amacı güderek, müttefiki Osmanlı’ya, Sultanın
halifelik makamını kullanarak Avrupa’nın Büyük Savaşını
küresel bir cihada dönüştürmesi için baskı yapmıştır.
Kafkaslar, Hindistan, Mısır ve Kuzey Afrika’daki milliyetçilik
ve pan-İslamizm hareketlerinin Rus, İngiliz ve Fransız
yönetimine karşı nasıl kışkırtıcı olduğunu bilen Almanlar,
cihadın da gizli bir silah olarak Batı cephesinde, Müslüman
sömürgelerde İtilaf Devletlerine karşı isyanları kışkırtarak
savaşın kazanılmasında nihai katkılar sağlayacağına
inanmışlardı.
Almanlar, İngiltere ve Fransa’ya karşı cihadda düşman
Müslüman savaşçıları kazanmak çabalarında az da olsa
başarılı oldular. Bu uğurda Şeyh Salih Şerif gibi İslami
aktivistleri görevlendirdiler. Fransız egemenliğindeki Cezayir
sürgünlerinden, Tunus doğumlu Salih Şerif, Muhammed
Peygamberin soyundan gelen bir İslam âlimiydi. 1900’de
Fransız egemenliğine karşı koyarak anavatanını terk etmişti.
Tunuslu aktivist 1911’de Enver’in emrinde hizmetlerde
bulunduğu Trablusgarp Savaşı’nda Jön Türk liderlerinin
dikkatini çekti. İtalya’ya karşı cihad ilan ederek savaşa açıkça
dini havasını veren, aktarılanlara bakılırsa Salih Şerif’ti.
İslam’ın Avrupa istilasına direnişi harekete geçirme gücünden
etkilenen Enver, Şerif’i istihbarat kuruluşu Teşkilat-ı Mahsusa
içinde görevlendirdi.171914’te Salih Şerif, Alman Dışişleri Bakanlığı’na bağlı
Nachrichtenstelle für den Orient [Şark Cephesi için Özel
İstihbarat Dairesi, -ç.n.] adında yeni bir propaganda birimine
katılacağı Berlin’e geçti. 18 Tunuslu aktivist, doğrudan
İngiltere ve Fransa için savaşan Müslüman askerlere siperler
arasında tebliğde bulunmak üzere Batı cephesini ziyaret etti.
Kimi kitapçıklar hazırlayıp hem Arapça hem Berberice
bastırdı; bunlar Kuzey Afrikalı askerlerin tuttuğu bölgelerdeki
düşman saflarına, Sultanın cihad ilan ettiği haberleriyle
beraber bırakılacaktı. Bu apaçık İslami tebliğ neticesinde
birtakım Kuzey Afrikalı askerler Fransız saflarını terk
ettiler.19

Almanlar Batı cephesinde Müslüman esir almaya
başladıklarında (1914’e gelindiğinde sayıları 800’e varmıştı)
onlar için Wünsdorf-Zossen, Berlin yakınlarında
Halbmondlager [Hilal Kampı, -ç.n.] diye bir özel kamp
kurmuşlardı. Kampın Alman kumandanları esirlerle Arapça
konuşuyordu. Kampta yemekler İslami beslenme düzenine
tamamen uygun düzenlenmişti. Hatta kampta bir de şatafatlı
cami bulunuyordu ki, hem Müslüman esirlerin manevi

17 James McDougall, History and the Culture of Nationalism in
Algeria (Cambridge 2006), ss. 36-43; Peter Heine, “Salih AshSharif at-Tunisi, a North African Nationalist in Berlin During the
First World War,” Revue de l’Occident Musulman et de la Mediterranée 33 (1982) 89-95.
18 Tilman Ludke, Jihad made in Germany: Ottoman and German
Propaganda and Intelligence Operations in the First World War
(Münster 2005) ss. 117-25.
19 Heine, “Salih ash-Sharif at-Tunisi,” s. 90.

ihtiyaçları görülebilsin, hem de Kayzerin İslam âlemine karşı
iyi niyetinin kanıtı olsun diye buranın masraflarını II.
Wilhelm bizzat kendisi karşılamaktaydı.
Eskiden çiftçilik yapan Marakeşli Ahmed bin Hüseyin,
savaşın başladığı haftalarda, Belçika’daki savaş
meydanlarında Almanlara teslim olan sekiz Faslı askerden
biriydi. Müslüman olduklarını belirttikleri andan itibaren, bu
Faslı askerin ifadesine göre onları ele geçiren Almanlar
kendilerine “gereken saygıyı göstermişlerdi… Herkes
omuzlarımızı sıvazlıyor, bize yiyecek ve içecekler ikram
ediyordu.” Müslüman bir savaş esiri olarak kendisine özenle
davranıldığı, dini beslenme kısıtlamalarına dikkat edildiği
Halbmondlager’e gönderildi. “Bizim için bir ayrıcalık da
tanımışlardı ve bize bir mutfak verişlerdi. Bize domuz
verilmeyecekti. Bize iyi et, pilav ve nohut gibi şeyler verdiler.
Her birimize üçer tane battaniye, iç çamaşırı ve yeni bir çift
ayakkabı verdiler. Bizi her üç günde bir banyo yapmaya
götürüp, saçlarımızı kestiler.” 20 Kamptaki şartlar, onun için
hiç şüphesiz cephedeyken Fransız ordusunda yaşadıklarının
ilerisindeydi.
Cihad propagandası geliştirmek için, Zossen kampında
(tam anlamıyla) tutsak bulunan bir kitlenin arasından, bir alay
Müslüman direnişçi geçti. Tunuslu direnişçi Salih Şerif sık
gelen bir ziyaretçiydi ve içeridekilere yönelik, amacına
yeterince uygun olarak ismi al-Jihad olan ve Arap dilinde
çıkan gazetenin editörüydü. Bir grup Kuzey Afrikalı direnişçi

20 Ankara’daki Türk askeri arşivlerinde bulunan Osmanlı yetkililerinin ifade tutanaklarından alınmıştır. Ahmed Tetik, Y. Serdar
Demirtaş ve Sema Demirtaş, (der.), Çanakkale Muharebeleri’nin
Esirleri – İfadeler ve Mektuplar, Cilt I, (Ankara 2009), ss. 93-94.
14 Pera-Blätter 33

ve saygın kişi, kamptakilerle tanışmak ve onları İttifak’ın
mücadelesine kazandırmak üzere kampı ziyaret etti. Bu
misafir konuşmacılar kamptakilere İttifak Devletleri ile
savaşmanın neden dine aykırı bir eylem olduğu ve neden
Osmanlı cihadına katılıp (İngiltere ve Fransa gibi) İslam’ın
düşmanlarına karşı savaşmanın dini vazifeleri olduğuna dair
öğüt verdiler.
Yüzlerce savaş esiri Osmanlı ordusuna katılmaya gönüllü
oldu; onlar arasında Faslı çiftçi Ahmed bin Hüseyin de
bulunuyordu. Faslı askerin anlattığına göre, altı ayını esaret
altında geçirdikten sonra bir gün bir Alman askerin kampı
ziyaretinde, yanında Osmanlı askeri Hikmet Efendi de
bulunmaktaydı. “İstanbul’a gitmek isteyenler varsa” dediler;
“elini kaldırsın.” Aralarında Ahmed bin Hüseyin’in de
bulunduğu Faslı ve Cezayirli on iki asker hemen gönüllü oldu.
Gönüllülere sivil kıyafetler ve pasaport verildi; Osmanlı savaş
gücüne katılmak üzere İstanbul’a yollandılar.
Ne kadar Müslüman savaş esirinin kamptan kurtulmak için
bir fırsat olarak, ne kadarının da gerçekten ikna olup Osmanlı
hizmetine girmek için gönüllülüğü seçtiğini söylemek
imkânsız. Ancak her halükarda, onların yönelimindeki
gerekçe ne olursa olsun, Almanya’yı terk edip İstanbul’a,
Sultanın İngiltere ve Fransa’yla savaşına yönelen, Hintli ve
Kuzey Afrikalı askerlerin istikrarlı akını sağlanmıştı. Bu sefer
sömürge askerleri olarak değil, Müslüman olarak ikinci kez
harekete geçenler, gittikçe genişleyen bir dünya savaşının
saflarını yeniden Ortadoğu cephelerinde tutacaklardı.
Faslı çiftçi Ahmed bin Hüseyin’in tecrübe ettiklerine
bakmak, sömürge Müslümanlarının nasıl karşılandığına dair
bir fikir veriyor:

İstanbul’a vardık… Harbiye Nezareti’nde üç ay kaldık.
Osman Çavuş bizimle ilgilendi. Tüm gün şehri dolaşır ve
gece yatmaya Harbiye Nezareti’ne dönerdik. Daha sonra
Almanlar on ikimizi birden aldılar. Bizi alıp Halep’e, Şam’a
ve oradan da el-Ula’ya götürdüler.
Osmanlı’nın ifade tutanağı tarihlenmemiş de olsa,
görünüşe bakılırsa Ahmed bin Hüseyin ve yanındakilerin
1916 sonbaharında İngiliz destekli Arap İsyanına karşı
Hicaz’a Osmanlı ordusuna desteğe gönderildikleri anlaşılıyor.
Bu düşüncelerinden yola çıkarak diyebiliriz ki, Alman
yönetimli güçler Haşimî güçlerden etkilenmiş gibi duruyor:
Cidde’den bir günlük uzaklıkta bir yerde Araplara karşı
savaşa katıldık. Dört gün boyunca çarpıştık. Sami Bey ve bir
jandarma subayı yaralanmıştı. Bir Alman subayı da öldü. Dört
gün boyunca ne yiyeceğimiz ne de suyumuz vardı. Sonra,
Şerif geldi. Yolu gösterdi ve adamlarını götürdü. Ardından
zarar görmeden İstanbul’a geldik.
Ahmed bin Hüseyin hikâyesini anlattığında yine bir savaş
esiri durumuna düşmüştü, fakat bu defa Osmanlı’nın
elindeydi. Tanıklığının bir ifade tutanağında saklanmış olması
da aslında Osmanlı yetkililerinin Kuzey Afrikalı askerlerine
güveninin ne kadar da az olduğunu gösteriyor. Ama Ahmed
bin Hüseyin alıkonmasının ardındaki sebebi biliyordu;
ifadesinde hiç şüpheye yer bırakmadı. Hikâyesini şöyle
tamamladı:
50 Alman askeri ve 5 subay kumandanları ile birlikte geldi.
Sami Bey ile Haydarpaşa’dan Harbiye Nezareti’ne gittik.
Bizi bir misafirhaneye yerleştirdi. Orada 20 gün kaldık.
Sonra bizi tutukladılar. Şu anda 16 gündür gözaltındayız.
Çok perişan vaziyetteyiz.21
Kuzey Afrikalı askerlerin büyük bir kısmı Kut
kuşatmasındaki Osmanlı’nın konumuna destek olarak
Mezopotamya’ya gönderilmişti. Amerikan kayıtlarına göre,
3000 Kuzey Afrikalı gönüllü 1916’nın Nisan ayında, Kut’tan
henüz gelmiş İngiliz esirlerin yakınında bir yerde kamp
kuracakları Bağdat’a varmıştı. 22 Cezayirliler onlarla
kaynaşmaya çalışsalar da İngilizler onlardan şüphelenerek bu
çabalarını bastırmıştı. Bir İngiliz çavuşu olan P. W. Long bu
olayı nasıl da “dostumuz olduklarını savundular”, ama
İngilizler “bu tekliflerini geri çevirdi” 23 diye anlatıyordu.
Long’un anlayamadığı, Cezayirliler, daha yeni atlattıkları
kendi esaret ve tutukluluk hallerinden ötürü, İngiliz tutsakların
halinden ne kadar da iyi anlamakta olduğuydu. Şüphesiz ki
Cezayirliler, bir zamanlar Fransızların hizmetinde askerken
ittifak içinde bulundukları bu adamlara karşı hâlâ süren bir
sempatiyle bakıyorlardı.
Pek çok Kuzey Afrikalı asker, neden renk değiştirdiklerini
sorgular sorgulamaz, kendilerini Bağdat’ta buluvermişlerdi
bile. Bir grup Cezayirli yardım istemek için Bağdat’taki
Amerikan konsolosuna gitti. “Kiminin dediğine göre Sultanın,
‘kâfirler’ karşısında savaşacakları ve ayrı tutulacakları, iyi
bakılacakları sözü üzerine buraya gelmişler” diyordu
Konsolos Brissel, “diğerlerine göre de onları buraya Almanlar

21 Tetik, Demirtaş and Demirtaş, Çanakkale Muharebeleri’nin Esirleri, oo. 93-94.
22 Long, Other Ranks of Kut, s. 33.
23 A. g. e.

göndermiş. Yalnız, hepsinin ağız birliği ettiği bir tek şey var
ki o da kandırıldıklarıdır.” 24 Amerikan konsolosu Türk
üniforması içindeki Kuzey Afrikalı gönüllülere, küçük bir
miktar para vermenin haricinde vaat ettiği pek az şey vardı.
Çoğu sonradan Ruslara karşı savaşmaya İran cephesine sevk
edildi.
Daha önce belirtildiği üzere, Kut’ta teslim olan İngiliz ve
Hintli askerlerin pek çoğu iki şeyle karşı karşıya kaldı: ölüm
yürüyüşü ve zorla çalıştırılma. Keskin bir farkla Müslüman
Hintli esirler Osmanlı cihad siyasetinin uzantısı olan özel bir
muameleye tâbi tutuldular. Müslüman Hintli askerler en iyi
muameleyi gördüler. İngiliz veya Hindu silah arkadaşlarından
ayrılarak Bağdat’ın en lüks yerlerinde konaklamaları sağlandı,
düzgün yiyecekler ve sigara dağıtıldı, şehrin camiine ibaret
etmeye götürüldüler. İngiliz asker Albay Bell Syer haklı bir
şüpheyle, “Türkler onları tavlıyor gibiydi,” diyor. 25 Ağustos
1916’da, Irak’taki yerel basının aktardığına göre, Sultan V.
Mehmed, Kut’ta esir alınmış yetmiş Hintli Müslümana bir
dinleyici kitlesi sağlamayı başarmıştı. “Halifenin
İmparatorluğunun aleyhinde bir muharebede” gönülsüz
savaşçılar olarak yer aldıklarını söylediklerinde, Sultan onlara
kişisel bir saygı göstergesi olarak kılıçlarını iade etmişti. “Bu
emperyal ayrıcalıklı muamele onları öylesine etkiledi ki,”

24 Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivleri, Dışişleri Bakanlığı,
(Record Group 84, Baghdad vol. 25), Brissell rapor tarihi, Bağdat,
9 Ağustos 1916.
25 Imperial War Museum, Yarbay L.S. Bell Syer’in günlüğü, 14
Mayıs 1916 tarihli giriş. Binbaşı T.R. Wells’in Türklerin Hint
Müslümanlarını ‘kayırdıklarını’ iddia eden yazılarına (8 Mayıs ve
4 Haziran 1916) ve Papaz Spooner’in 17 Mayıs 1916 tarihli girişine bakınız.
18 Pera-Blätter 33

diyordu gazete, “hepsi de İmparatorluk için hizmet etme
arzularını ifade ettiler.” 26 Şayet bu doğruysa, Osmanlılar
neredeyse Kut’ta esir aldıkları Hintli Müslüman askerlerin
hepsini (Kut esirlerinden yalnızca 204 Hintli asker Hindu ve
Müslümandı) silah altına almakta başarılı olmuştu.
Genel hatlarıyla verilen bu örnekler, Almanların ve
Osmanlıların sömürgelerden gelen Müslüman birlikleri
cihadın savaş gücüne katmakta nasıl bir işbirliği içinde
olduklarını gösteriyor. Bu çabaları bir basari da elde etti.
Halbmondlager’in Osmanlı savaş gücüne katılan tüm bir
birliği Kuzey Afrikalı askerlerden toparladığı gerçeği, ufak
tefek bir başarı sayılmaz. Ne yazık ki Hicaz’da görevli olan
Ahmed bin Hüseyin ve yanındakilerin tecrübelerine bakılırsa,
bu tip toplama askerler asla Osmanlı komutanlarının tam
olarak güvenini kazanamamışlardı. Askeri kıymetlerinden çok
sembolik sermayeleri için görevlendirilmişlerdi ve en ufak bir
terslikte bile Osmanlı ve aynı şekilde Alman komutanların
gözüne şüpheli görünmelerine yetmişti.
İngilizler de Osmanlı savaş esirleri arasından asker
toplamakta İttifak Devletleri safındaki düşmanlarından aşağı
kalır bir durumda değillerdi. İngilizlerin ihtiyaç duyduğu,
Sultanın cihadının güvenilirliğini azaltıp sarsacak, Osmanlı
ordusundan çıkma Müslüman firarilerdi. Bu mevzu, 1916

26 29 Temmuz 1332 (11 Ağustos 1916) tarihli Sada-ı İslam
gazetesinden alınan makale, ABD’nin Ulusal Arşivleri’nde, ABD
Bağdat Konsolosluğu Evrakının 25.Cildi içinde muhafaza
edilmektedir. İngiliz resmi tarihi, Sultanın Britanyalı Müslüman
subayları kabul ettiğini ve onların kılıçlarını iade ettiğini, ancak
Osmanlıların “padişaha hizmet etmeyi reddedenleri” tutuklandığı
iddiasını kabul eder.

E.J. Moberly, The Campaign inMesopotamia
(Londra, 1923-1927) Cilt 2, s. 466.

yazında patlak veren Haşimî önderliğindeki Arap İsyanında
dönüm noktasına ulaşmıştı.
Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiserliği üyesi Sir Henry
McMahon ve Mekke’den Şerif Hüseyin arasında gidip gelen
ve 1915-1916’da neticelenen mektupların ardından sonuca
bağlanan savaş zamanı ittifaklarına göre, Haşimîler,
Mezopotamya’dan Büyük Suriye’ye ve Hicaz’a kadar
Arapları Osmanlı karşısında isyana kalkıştırabileceklerine
İngilizleri ikna etmişti. Bu tam olarak Almanların ve
Osmanlıların da peşinde olduğu savaş planıydı –
imparatorlukları dâhilinde çıkarılacak iç isyanların
desteklenmesi yoluyla düşmanları zayıflatmak… İttifak
Devletleri cihad adına Hindistan, Mısır ve Kuzey Afrika’da
sömürge isyanlarını kışkırtarak Batı cephesindeki İngiliz ve
Fransızları zayıflatmayı beklerken; İtilaf Devletleri de
Arapları Osmanlı hâkimiyetine karşı duyulan hoşnutsuzluk
etrafında toplamayı ve Osmanlı İmparatorluğu içinde çıkacak
karışıklıkla Türk savaş gücünün Arapçılık uğruna
güçsüzleşmesini sağlamayı deniyordu. 1916 yazına
gelindiğinde, Cemal Paşa’nın Büyük Suriye’de Arapçılara göz
açtırmamasının ardından Haşimîler küçük bir düzenli ordu ve
itimat edilmez Bedevi çetecileri ancak toparlayıp, Hicaz’da
yerel bir ayaklanmadan öteye gidemediler. Bu Medine’deki
Osmanlı komutanının emrindeki garnizonla ve Hicaz
Demiryolu ile Şam’a gelen düzenli ikmal desteği ile haydi
haydi bastırabileceği türden bir ayaklanmaydı.
1916 sonbaharı itibariyle, Hicaz’daki Osmanlı ordusu Arap
İsyanını bastırma tehdidinde bulunuyordu. İngilizler gidişata
büyük kaygı ile bakıyor, Hicaz’ın kutsal şehirlerini kapsayan
bir zaferin Osmanlı’nın cihad çağrısına inanç ve güven
aşılayacağından korkuyorlardı. Simla, Kahire ve Londra’daki
20 Pera-Blätter 33
savaş planlayıcıları İngiliz birliklerini Haşimîlere desteğe
gönderme konusunu ölçüp tartmaktaydı. Hint hükümeti,
İngiliz birliklerinin Hicaz’a girişi Hintli Müslümanlardan
şiddetli bir tepki görür diye düşünüyordu; Halifenin sadık
tugaylarıyla savaşmaya gelen, Hicaz’ın kutsal topraklarını
“kirleten” “kâfir” askerler… Kahire’deki Arap Bürosu’na
göre, Şerifî güçler bir çöküşün eşiğindeydiler ve Mekke’deki
bir Osmanlı zaferi, Müslüman sömürge bölgelerindeki
İngilizleri ciddi ve tehlikeli şekilde itibarsızlaştırabilirdi. Her
türlü, İngilizler, Haşimî müttefiklerinin Hicaz’daki
kırılganlıklarının, genişlemesinde kararlı davrandıkları küresel
cihad alevlerini körüklemeyi riske sokmasından korkuyordu.
En makul çare Müslüman gönüllülerle Şerifî orduyu
güçlendirmekti.
Müslüman askerlerin doğal toplama alanı Mısır ve
Hindistan’daki İngiliz savaş esiri kamplarıydı.27 İngilizlerin,
Osmanlı Arap esirlerinin sorgulanması esnasında,
Mezopotamya harekâtında yakalanmış Iraklı subaylar Nuri
Said ve Ali Cevdet, Senusiye harekâtında Trablusgarp cephesi
yakınlarında esir alınmış Arap subay Cafer el Askerî de dâhil
kendisini Arapçılık davasına adamış birçok esirle karşılaştı.
Şerif’in Arap bağımsızlık bildirgesi, bu subayların çoğunun
Osmanlı Sultanına bağlılıklarını inkâr etmesi ve Haşimî
ayaklanmasına katılmasına ikna olması için yeterliydi.
Irak’ın gelecekteki başbakanı Nuri Said, Mısır’daki esir
kamplarındaki Osmanlı Arap gönüllülerden oluşan, 1 Ağustos
1916’da Hicaz’a yola çıkan ilk müfrezenin başındaydı. Dostu
Rogan, Büyük Savaş’ın Osmanlı Cephesindeki Esirleri 21
ve silah arkadaşı Cafer el-Askerî Mısır’da kalarak, yine
Mısır’daki İngiliz kamplarında tutulan Osmanlı Arap
esirlerden daha fazla gönüllü toplamaya koyuldu. Askerî’nin
ilk silah altına alma çalışması Heliopolis Kampındaydı.
Kahire’nin dışında, yeni bir kenar mahallesinde yer alan kamp
15.000 tutuklu kapasitesinde inşa edilmişti; ancak 1917’nin
Ocak ayında Kızılhaç yalnız 4000 kadar Osmanlı esirin
burada bulunduğunu bildirdi. Kızılhaç raporuna göre, kamp
şartları sağlıklı ve hijyenikti; her esir ekmek, et, sebze ve
çaydan oluşan karma bir diyete tâbiydi ve hepsine iki çift de
kıyafet verilmişti. Kızılhaç yetkilileri “mükemmel bir
izlenimle Heliopolis Kampından ayrıldılar.” 28 İngiliz
himayesinde iyi muamele, Osmanlı Araplarını taraf
değiştirmeye daha hevesli bir hale getirmiş miydi? Askerî,
Haşimî davasına asker toplamak için oraya vardığında, İngiliz
gardiyanlar buradaki savaş esirlerini geniş bir tören alanında
topladılar.
Burada, ülkelerini yabancı hükmünden kurtarmakta
üstlerine düşeni yapabilmeleri için Şerifî ordusuna
katılmalarını tavsiye eden tutkulu bir konuşma yaptım;
böylece Kral Hüseyin’in bayrağı altındaki egemen ve
bağımsız ülkelerin vatandaşı olabileceklerdi. Sözlerim bu
adamların üzerinde heyecan yaratan bir etkiye sebep oldu.
Daha fazlası gerekmeden, birçoğu orduya bir an önce
yazılmak ve Hicaz’a nakledilmek için coşkuyla tezahürat
yaptı.
Askerî akabinde Kahire’nin bir başka kenar mahallesi olan
Maadi’deki esir kampını ziyaret etti. Kızılhaç raporlarında

28 ICRC, “Turkish Prisoners in Egypt.”
22 Pera-Blätter 33

burada 5556 sözleşmeli subay ve askerin – Filistin ve
Mezopotamyadan Türkler, Araplar, Ermeniler, Yunanlılar,
Yahudiler ile Çanakkale’de esir düşmüş büyük bir grupbulunduğu belirtiliyordu. “Tutsaklar dini ibadetlerini yerine
getirebilecek her türlü fırsata sahipler. Muhammetçiler için,
etrafına küçük seccadeler serdikleri küçük bir cami bile inşa
edilmiş. Kimileri düzenli olarak Kuran okuyor; diğerleri
umursamaz görünüyor. Köken, ırk ve hatta din farkları bile
olmasına rağmen esirler arasında iyi ilişkiler hakim;
tartışmalar oldukça az görülüyor” diyordu Kızıl Haç raporu.29
Askerî Maadi’de, Heliopolis’tekinden daha az başarı elde
edebildi; “tüm hatiplik çabalarıma rağmen sadece birkaç
tanesi katıldı” diyordu. “Bu büyük ihtimalle daha ziyade,
Maadi’de, Araplarla beraber hatırı sayılır bir grup Türk’ün de
araya karışmasından, onlar tavsiyelerimin aksi gibi
davrandılar” diye bitiriyordu, “onca dil dökmem de bir işe
yaramadı, nafile!”
Askerî üçüncü asker toplama ziyaretini İskenderiye’ye,
subaylar ve onların emri altındakilere ayrılmış Sidi Bishr
kampına yaptı. Ocak 1917’de Kızılhaç Sidi Bishr’de 430
subay ve emirlerindeki 410 askerin tutuklu bulunduğu tespit
etti. “Türk subayları öğünlerini iki yemek salonunda yiyorlar,
her birinde 150 kişilik yer var,” diye kaydediyordu Kızılhaç
görevlileri. “Masalarda örtü var ve tabaklarla porselenler
kullanışlı.” Buradaki subayların birçoğu Askerî’nin savaş
başlamadan önce şahsen tanıdığı insanlardı. “Konuştuk ve
fikir alışverişinde bulunduk. Ancak Türklerin elinde olan
ailelerinin başına ne gelebileceğinden endişe duydukları ve

29 ICRC, “Turkish Prisoners in Egypt.”

akıbetlerinden korktukları için katılmaya meyilli değillerdi.”
Askerî katılmaya gönülsüz olduğunu ifade edenleri bu konuda
zorlamadı.30Kahire ve İskenderiye’deki kampları kapsayan turunu
tamamladıktan kısa bir süre sonra, Askerî, Osmanlı subaylığı
makamından ayrıldı ve Şerifî ordusuna katılmak için
müracaatta bulundu. Saf değiştiren bütün askerlerin yaptığı
şekilde, o da yemin ederek, “Arap ordusuna katıldığım andan
savaş bitinceye kadar, Büyük Britanya’nın düşmanı olan
hiçbir güce katılmayacağım ve silahımı Britanya’ya karşı
kullanmayacağım” 31 sözleriyle esiri olduğu İngiliz
yetkililerine teminat verdi.
Mısır’da tutulan Osmanlı Arap esirlerin haricinde bir de
İngilizlerin Hindistan’da esir kamplarında tuttuğu binlerce kişi
vardı. Haşimî Arap ordusuna asker toplayan İngilizler
dikkatlerini hemen bu adamlara çevirdiler. Fırat’ta, Nasıriye
Savaşı’nda esir düşen Osmanlı Arap subayı Ali Cevdet, Basra
şehrinde İngilizler tarafından şartlı tutulmaktaydı. Cevdet
Arap İsyanını, ilk olarak esir düştüğü ve aynı zamanda onu
Haşimî Arap ordusuna katılmaya ikna edecek olan
İngilizlerden duydu. Hemen gönüllü oldu. Cevdet ve iki
arkadaşı Hicaz’a giden gemiye bindiklerinde, esiri olduğu
İngilizler ona Hicaz’a giderken yolda Hindistan’daki esir
kamplarını ziyaret etmek isteyip istemeyeceğini sordular,
“[Hicaz’daki isyana katılma] yolculuğumuzda bizimle gelmek

30 Jafar Al-Askari, A Soldier’s Story: From Ottoman Rule to Independent Iraq (Londra, 2003), ss. 110-11.
31 A. g. e.
24 Pera-Blätter 33

isteyen bütün esirleri yanımıza almak için… Fikri
memnuniyetle kabul ettik,” diyordu Cevdet.32
Bombay’a varır varmaz Cevdet Rajputana’ya, Sümerpur’a
(bugünkü Rajastan) götürüldü. 1917 Martında kampı ziyaret
eden Kızılhaç, “çoğu Müslüman, daha çok Mezopotamyalı
Araplardan oluşan 3366 Türk savaş esiri” bulunduğunu tespit
etti. Mısır’daki İngiliz kamplarına ve Berlin yakınlarındaki
Halbmondlager’e benzer şekilde, Sümerpur’daki İngiliz esir
kampı da helal yiyecekler, küçük bir cami ve temiz barınma
imkanı sunuyordu. Kimi İngiliz kamp görevlileri Arapça
konuşurken, kimileri de Ermeni çevirmenlerden
yararlanıyordu.33 Cevdet burada Arap İsyanı için sayısız asker
topladı:
Kamp Komutanı tarafından [gizli Arapçı olan] `Ahd Partisi
üyesi kimi subaylarla tanıştırıldık ve milli hassasiyetlerini
gösteren 35 kadar subayı kaydettik; yine oradaki Arap
tutsaklar arasından 350 kadar askeri de silah altına aldık.
1916 Eylülünün başında Bombay’dan deniz yoluyla
ayrılmış, Kızıldeniz’in Rebiğ limanına vardıklarında ise Nuri
Said tarafından karşılanmışlardı.
Fakat Mısır’daki gibi, her Osmanlı savaş esiri Arapçılık
davasına bağlı değildi. İdeologlar arasında ilk ayrılıklar baş
gösterdikten sonra, -çok girift sonuçlar doğuran Hicaz
harekâtına destek için- bu potansiyel askerleri gemilere
bindiren İngilizler, Mısır ve Hindistan’daki esir kamplarını

32 Ali Jawdat, Dhikrayat, 1900-1958 [Anılar, 1900-1958] (Beyrut
1967), ss. 37-40.
33 “Reports on British Prison-Camps in India,” ss. 18-24.

boşalttılar. Kasım 1916 sonlarına doğru Bombay’dan 90
subay ile 2100 asker taşıyan iki gemi yola çıktı. Gemiler
Rabiğ’e vardıklarında, Şerifî askere alma görevlileri yalnızca
altı subay ve 27 askerin Arap ordusuna girmeyi kabul ettiğini
fark edince hayal kırıklığına uğradılar. Kalanlarsa ya diğer
Müslümanlarla savaşmaya sıcak bakmıyor ya da
yakalanırlarsa Türklerin vatana ihanetten verebileceği cezadan
korkuyorlardı. Arap askere alma görevlilerinin on gün
boyunca inatla çaba sarf etmesinin ardından gemiler isteksiz
askerleri Mısır’daki esir kamplarına bırakmak üzere
Kızıldeniz’e doğru yola devam etti.34

Irak’ta daha çok Osmanlı Arap askeri esir düştükçe,
Hindistan’daki esir kamplarından daha çok gönüllü sevk
edildi. Ağustos 1917’de Britanya Hindistan’ındaki yetkililerin
söylediğine göre, esir kamplarındaki 284 askere yazılmış
adam ve 23 subay Haşimî davasına bağlılık yemini ettiler.
Ayrıca 5 Eylül 1917’de, 84 subay ve 470 muvazzaf asker
Hindistan’dan Hicaz’a gemiyle yollandı. 35 Ancak Mısır’da
eğitim almaları gerektiğini öğrenince gönüllüler ayaklandı.
Yalnızca Şerif Hüseyin’in emrinde hizmet etmeye razı
oldular. Savaş esiri gönüllüleri eğitme çabaları hüsranla
sonuçlandı ve birlikleri bir hata olarak kaderine terk edildi.36
Bütün bu başarısızlıklara rağmen, Şerifî dava uğruna
Osmanlı’daki hizmetlerini terk eden Arap subayları ve
askerleri, sınırlı sayılarını genişletmekle isyana katkıda
bulunmuşlardı. Askeri eğitimleri ve Arapçayı akici
konuşmaları onları, Bedevi çetecileri eğitmekte ve

34 Tauber, Arab Movements in World War I, ss. 105-06.
35 A.g.e. s. 109.
36 A.g.e. ss. 118-21.
26 Pera-Blätter 33

yönetmekte doğru seçenek haline getirmişti. Ama sınırlı
sayıda olmaları Hicaz’da Osmanlı güçlerine karşı kesin
galibiyet için yetersiz kalmalarıyla sonuçlandı. Medine’de
11.000 askerli garnizonu geri püskürtmeyi bir yana bırakırsak,
Arap İsyanı, stratejik öneme sahip demiryolu garnizon kenti
Ma’an konusunda başarısızlığa uğradı. Fakat İngilizlerin
amaçları için bu kadarı yeterliydi; Osmanlı’nın cihad
çağrısının karşısına dikilmek, Arap İsyanını desteklemek,
kendi ihtiyat kuvvetlerine ihtiyaç duymasını gerektirmeyecek
hevesli Arapları orduya katmak.
Büyük Savaş sona doğru yaklaştıkça, Müslüman savaş
esiri askerlerin sembolik önemi kaybolmaya yüz tuttu.
Osmanlı’nın 1917 boyunca birkaç cephede, Bağdat’ta
(Martta), Akabe’de (Temmuzda), Gazze’de (Kasımda) ve
Kudüs’te (Aralıkta) uğradığı yenilgiler, İtilaf Devletleri
safındaki imparatorlukları boydan boya saracak bir çöküşe yol
açacak küresel bir cihada dair hem Almanların umutlarının
hem İngilizlerin korkularının üstünü örttü. Fakat çatışmanın
her iki tarafından da savaş esirlerinin sefaleti, ateşkesten çok
sonrasına dek sürecekti.
Arif Şehade gibi bazıları da kaçmak için siyasi dönüm
noktalarından faydalanmıştı. Şehade ve arkadaşları Bolşevik
Devriminin ortaya çıkardığı karışıklıktan yararlanıp esir
oldukları kamptan kaçtılar. Mançurya, Japonya, Çin ve
Hindistan’ı dolaşıp sonunda da Mısır’a vardığında,
Osmanlılar 30 Ekim 1918’deki ateşkesi imzalamıştı. Kut’ta
esir düşen, Yozgat’ta esir tutulan askerlerin rahatlığını tasvir
eden İngiliz teğmen E. H. Jones, aklını yitirmiş gibi
davranarak Britanya’ya dönebilmeyi başarmıştı. Ama o da
ancak ateşkesin sonuçlanmasının ardından dönebilmeyi
güvence altına almıştı.
Fransız ordusuna hizmetten çıkıp Osmanlı ordusuna
katılmaya gönüllü olan Kuzey Afrikalı askerler de savaşın
sonu yaklaştıkça birtakım zorluklarla karşılaştılar. Bağdat’a
gitmekle görevlendirilmiş olanlar, Osmanlılarla beraber geri
çekilmeyi reddedip İngilizlere teslim oldular. Dürzi Prensi
Şekip Arslan anılarında, Kuzey Afrikalı esirler için,
“İngilizlerden[asli vatanlarına] dönmeleri ve [askerden
kaçmalarının] affı için Fransızlarla aralarında aracılık
etmelerini rica ettiler, Tanrı bilir ki başlarına ne geldi” diye
yer verir. 37 İngilizler, Kuzey Afrikalılara, kaderlerini
belirleyecek asıl kararı Fransızlara bırakarak asker kaçağından
çok savaş esiri olarak davrandılar. Savaşın sonunda Fransızlar
Kuzey Afrikalı asker kaçaklarını sömürge askerlerinin terhis
programı olan özel merkezlerde alıkoydular. 21 Ağustos 1918
tarihli bir Fransız muhtırasına göre, sadakatinden şüphe
duyulanların Afrika’ya dönmesi de Fransa’daki
Müslümanlarla bir araya gelmesi gibi yasaklanmıştı.38

Son tahlilde, Osmanlı cephesinin her yanına yayılmış savaş
esirlerinin yaşadığı tehlikelerin ve çektikleri çilelerin pek çok
ortak yönü vardı. Rus kamplarındaki Osmanlıların başına
gelen nakil sırasında yüksek ölüm oranlarının ortaya çıkması,
yetersiz tıbbi imkânlar, elverişsiz yiyecek ve kıyafetler gibi
güçlükler, Osmanlı kamplarındaki İtilaf Devletleri
askerlerininkiyle aynıydı. Alman ve İngiliz kamplarında
esirlere gösterilen nispeten daha iyi muamele, onların, savaş

37 Shakib Arslan, Sira Dhatiyya [Otobiyografi] (Beyrut 1969), ss.
123-24.
38 Thomas DeGeorges, “A Bitter Homecoming: Tunisian Veterans
of the First and Second World Wars,” (Yayımlanmamış doktora
tezi, Harvard Üniversitesi, 2006), s. 45.
28 Pera-Blätter 33

esirlerine yapılacak muamele konusundaki uluslararası
düzenlemelere bağlılıklarının yansımasıydı. Bu, aynı
zamanda, bazı tutukların, özellikle sömürgelere ait esirlerin,
kendileriyle işbirliğinde bulunmalarını sağlama arzularının bir
yansıması da olabilir. Savaş esirlerinin silah altına alınmasını,
Büyük Savaş’taki en gönülsüz unsurların –sömürgelerden
gelen ve her iki tarafta da başka halkların savaşı uğruna
siperlerde dövüşen Müslümanların–ıstıraplarının uzantısından
daha başka bir şey olarak görmek çok güç.

 

Rogan, Büyük Savaş’ın Osmanlı Cephesindeki Esirleri 29
Daha önce yayımlanan Pera Blätter
Nr. 1 VORHOFF, Karin: Die Aleviten – eine Glaubensge-
 meinschaft in Anatolien. 1995.
Nr. 2 SCHÖNIG, Claus: Von Hunnen, Türken und Mongo-
 len. Eine vorgeschlagene Periodisierung der
 türkischen Geschichte. 1994.
Nr. 3 NEUWIRTH, Angelika: Zur Symbolik des Islam.
 Neue Überlegungen zur Gebetsrichtung. 1995.
Nr. 4 HÖFERT, Almut: Das Fremde durch die Brille des
 Eigenen. Das mittelalterliche Erbe im europäischen
 Türkenbild der Renaissance. 1995.
Nr. 5 BERG, Andrea: Baschkirien und Tatarstan im Spiegel
 der türkischen Presse. 1996.
Nr. 6 SCHÖNIG, Hanne: Feudalistisch organisierte
 Nomaden im Wandel der Zeit: Die Tuareg in
 Südostalgerien. 1996.
Nr. 7 DRESSLER, Markus: Vom Ulu Önder zum Mehdi –
 Zur Darstellung Mustafa Kemals in den alevitischen
 Zeitschriften Cem und Nefes. 1996.
Nr. 8 BERGER, Albrecht: Minderheiten und Ausländer im
 byzantinischen Konstantinopel. 1996.
Nr. 9 DALITZ, Renée: The Sewing Machine and the Car. A
 critical Introduction to Western Feminist Theories of
 Knowledge. 1996.
Nr. 10 PUSCH, Barbara: Die Umweltdiskussion bei musli-
 mischen Intellektuellen und radikalen Grünen in der
 Türkei. 1996.
Nr. 11 PFEIFFER, Judith: Twelver Shi’ism as State Religion
in Mongol Iran: An Abortive Attempt, Recorded and
 Remembered. 1996.
30 Pera-Blätter 33
Nr. 12 WILD, Stefan: Türken, Araber und Deutsche. Bemer-
 kungen zur Entstehung und Bewertung von Völker-
 freundschaften. (Deutsch-türkische Ausgabe). 1991.
Nr. 13 BUCHNER, Roswitha: Die Photografenfirmen Sebah
 und Joaillier. Das Bild Istanbuls im 19. Jahrhundert.
 1997.
Nr. 14 Istanbul-Miniaturen. Zusammengestellt und übersetzt
 von Klaus-Detlev Wanning. Türkisch-deutsche Aus-
 gabe anlässlich des 10jährigen Bestehens der Abtei-
 lung Istanbul des Orient-Instituts der DMG. 1997.
Nr. 15 LIER, Thomas; PREISSLER, Holger; SCHUBERT,
 Gudrun: Hellmut Ritter und die DMG in Istanbul.
 Herausgegeben anlässlich des 10jährigen Bestehens
 der Abteilung Istanbul des Orient-Instituts der DMG.
 1997.
Nr. 16 YEŞİLADA, Karin: Die geschundene Suleika – Das
 Eigenbild der Türkei in der deutschsprachigen Litera-
 tur türkischer Autorinnen. 2000.
Nr. 17 AYGEN, Zeynep: Vom Stadtrand zum innerstädt-
 ischen Verfall – Kreuzberg in Berlin-Zeyrek in Istan-
 bul. 2000.
Nr. 18 MOTIKA, Raoul: Entwicklungstendenzen des Islam
in Tatarstan. 2002.
Nr. 19 GESER, Marcel: Geschichte des deutschen Kinder-
 gartens Istanbul. 2007.
Nr. 20 MOMMSEN, Katharina: Goethe’s Relationship to the
 Turks as Mirrored in his Works. 2011.
Nr. 21 SCHARLIPP, Wolfgang-Ekkehard: Sherlock Holmes
 und Mike Hammer in der Türkei. Genre und
 Subgenre in der türkischen Kriminalliteratur. 2011.
Rogan, Büyük Savaş’ın Osmanlı Cephesindeki Esirleri 31
Nr. 22 ÖZAKTÜRK, Hülya: Ehrenmorde in der Türkei.
 2012.
Nr. 23 JOPPIEN, Charlotte (Hg.), KAMP, Kristina und
 SCHULZ, Ludwig: Zehn Jahre AKP – Eine Retro-
 spektive auf Außen-, Innen- und Kommunalpolitik.
 2012.
Nr. 24 LAUT, Jens Peter: Was ist Turkologie? Überlegungen
zu einem sogenannten Orchideenfach. 2013.
Nr. 25 KRUMEICH, Gerd: Vom Krieg der Großmächte zur
 Katastrophe Europas. 2014.
Nr. 26 GLASSEN, Erika: Die phonetische und semantische
 Emanzipation der arabischen Lehnwörter huzur,
 hüzün und sohbet im Osmanischen und ihre mentali-
 tätshistorische Bedeutung. 2014.
Nr. 27 ZÜRCHER, Erik Jan: What was different about the
 Ottoman war? 2014.
Nr. 28 PUSCH, Barbara und SPLITT, Julia (Hg.): 50 Jahre
 deutsch-türkische Migrationsforschung: Ein autobio-
 grafischer Rückblick von Prof. Dr. NERMIN
ABADAN-UNAT. 2014.
Nr. 29 WINTER, Jay: The trans-national history of the Great
 War. 2015.
Nr. 30 URSINUS, Michael: Sarajevo, an Ottoman City of
 Many Names and Disputed History. 2015.
Nr. 31 JANZ, Oliver: Der Erste Weltkrieg als globaler Krieg.
 2016.
Nr. 32 HORNE, John: Nineteen Fifteen and the Totalizing
 Logic of the First World War. 2017. 

12-03-2024 / Eugene Rogan - Büyük Savaş’ın Osmanlı Cephesindeki Esirleri / DR.HASAN AKSAKAL