Narkozlu Günler-1

Narkozlu Günler -1
                                                           Bir yıl geçmiş aradan.

2015- 8 Nisan gecesi, saat üçbuçuk.

Gün boyu iki paket sigara içtikten sonra bilmem kaçıncı pipo ağzımda internete bakıyorum. Sol kolumdaki ağrı giderek artıyor. Hafiften sırtıma vuruyor. Çok geçmeden kol ve sırt ağrım dayanılmaz oluyor. Pipoyu usulca bir kenara koyup, giysilerimi çıkartamadan yatağıma yatıyorum. Ağrılarım daha şiddetleniyor, soğuk terler döküyorum. Gecenin bu saatinde, sıcak yatağından kaldırabileceği kaç dostu var insanın, diye düşünüyorum. Bu ve benzer durumla karşılaşıldığı zaman, anlıyor insan çok olmadığını. Az bulunan bu insanlardan ilk aklıma geleni, Aygün Özer’i arıyorum. Defalarca telefonunu çaldırmama karşın uyandıramıyorum. Doğru olan, ısrar etmemin anlamsızlığını kabullenip, Sinem Özer’i aramam diyor, ona karar veriyorum. Aygün’ün numarasından çıkıp, Sinem’in numarasını tuşlamayı zar zor becerebiliyorum. Ölüm korkusu çörekleniyor içime. Azrail ile burun buruna gelmenin kaygısını,  Sinem’in telefonda  çınlayan sesi ve o sesteki panik tınıları, daha da tırmandırıyor. Daha da büyütüyor. “Biz geliyoruz. Dış kapıyı açık tut. Camı aç. Hiç kıpırdamadan yat!.. Bizi bekle!!!”
     Çok geçmeden Aygün geldi. “Ben telefonumu salonda bırakıp yatmışım çaldığını duyamadım. İyi ki Sinem yattığımız odaya almış kendi telefonunu, çok aradın mı?” Anlaşılan bana gelmeden telefonuna bakma fırsatı bile bulamamış.
     Arkadaşım gelince, ondan aldığım güçle, ayak yanımda duran Azraile; canımı almak için baş tarafıma geçip, can boğazdan çıkar diyerek hamle yapmasına fırsat vermeden, hantal gövdemden beklenmiyecek kıvraklıkta bir vücut çalımı attım. Baş tarafıma geçmesine izin vermedim. Onu orada Erdek- Ocaklar’da bıraktım. Başka bir ifadeyle belki de Aygün beni Azrailin elinden alıp Bursa Koşuyolu Hastanesine kadar götürdü. Ben kendimi anjiyo olurken buldum.
     Anjiyo sonucunda durumun çok da iç açıcı olmadığını, hastaneden ayrılmamın çok riskli olduğunu, hemen amaliyat olmam gerektiğini öğreniyorum. Bursa’da amaliyat olmanın zorluğunu biliyorum. Ailemin ve çevremin İstanbul’da olduğunu da düşününce, doktor seçme hakkımı da İstanbul’da kullanmamın daha doğru olacağına inanıyorum. Bu duygu ve düşünce ile, sorumluluğu üslenmem gerektiğini içeren metne imzayı attım. Aygün de bu duruma tanıklık ettiğine ilişkin imza attı. Oradan ayrıldık.
     Nasıl olsa kaç gündür sigara içmiyorum. Bu durumun beni riskten uzaklaştırdığını düşünüyorum. Ağır çekim hareket ediyor olsam da, dost ve arkadaşlarım sayesinde kendimi kestireceğim doktoru arıyorum. Seçeneklerin, seçenek sunanların çok olması, en doğru seçimi yapmama yardımcı olmak için hareketlenen akraba, dost ve  yoldaşların çokluğu beni mutlu etmekle birlikte, “kararsız kasım” olmama da neden oluyor.
     Bir an aklıma, eski ve eskimeyen dostum, avukatım, yoldaşım İnci İşbulur’u aramak geliyor. Biliyorum ki; İnci’nin çevresi oldukca geniştir. Türkiye’de her yerde, her düzeyde tanıdıkları ve arkadaşları vardır. Aradım. Yanılmadığımı da gördüm. Durumu anlatır anlatmaz İnci, bana; “Çok iyi bir cerrah olduğunu bildiğim ve güven duyduğum bir doktor var. Bizim eski arkadaşlardan, yoldaşımız. Prof. Dr. Ömer Işık, Bizim, Cihan Şenoğuz da ona ameliyat oldu. İstersen bir de Cihan’la konuş...” İnci’ye teşekkür edip telefonu kapatıyorum. Hemen Cihan’ı arıyorum. 
     Cihan ile zor günlere, zor yıllara  dayanan derin bir dostluğum var diye olayı sizlere hikaye edecektim ama memleketimizde zor ve zorlu olmayan rahat günler mi oldu sanki... Kısacası, Cihan benim, temeli zor günlerde atılmış eski bir dostum, yoldaşım. Hoş beşten sonra Cihan’a konuyu açtım. Doktoru sordum. Cihan’da Ömer Beyin çok iyi bir cerrah olduğunu, kendisinin çok memnun kaldığını uzun uzun anlattıktan sonra, “Doktor, bizim Selim Mahmutoğlu’nun yakın arkadaşı, sana Selim’in telefonunu vereyim, istersen bir de onu ara” dedi...
     İntikaları yaşıyorum. Kaybedecek zamanım yok. Hemen Selim Mahmutoğlu’nu arıyorum. Durumu anlatıyorum. Mahmutoğlu, acil olarak, bana Prof. Ömer Işık’tan bir randevu alıyor. Telefon edip verdiği saatte, Yeğenim Ersin Kurtoğlu ve eniştem Vedat Oral ile birlikte, Özel Pendik Bölge Hastanesinin yolunu tutuyorum. Ömer Beyi bulup kendimi tanıtıyorum. Bir taraftan sohbet ediyoruz, bir taraftan da Ömer Bey, anjiyo cd’me bakıyor. Bir an kısa bir sesizlik oluyor. Ömer bey, ufak ufak öksürerek sanki uzun bir konuşma yapacakmış gibi sesini akort ediyor. Önünde duran sürahiden bir bardak su doldururken bana da su içip, içmeyeceğimi soruyor. İçmeyeceğimi söyleyince ikinci bardağı boş bırakıyor. Suyunu yudumlayıp, yumuşak ama kendinden emin bir ses tonu ile anlatmaya başlıyor: “Beş damarın  değişecek, endişelenecek bir şey yok: Günümüzde kalp ameliyatının apandist ameliyatından farkı yok. Neticede bir ameliyat, ufak da olsa bir riski var tabi...” Sözgelimi ne kadar bir risk? Diye soruyorum. “Normalde yüzde bir ise, senin riskin yüzde iki, çünkü bir damarında diğerlerinden farklı olarak hem daralma hem de bir bölümünde burkulma var.” Daha önce dolandığım hastahanelerde o sözkonusu damar hakkında çok daha fazlasını duyduğum için pek yadırgamıyorum söylenenleri. Tam aksine konuştukca Ömer Beye  güven duyuyorum. Yürek enfarktımdan geldiğim hastanede, Prof. Dr. Ömer Işık yüreğimden yakalıyor beni. Ve ben de nihayet kendimi kime kestireceğimi buldum diyorum. Kısa süren sesizliği, Ömer Bey sohbeti başka bir düzleme taşıyarak bozuyor. “Selim’i nereden tanıyorsun?” diye soruyor. Uzun konuşmaya duygu durumum uygun olmadığından olsa gerek, tek sözcükle yanıtladım. Partiden, demekle yetindim. Ömer Bey benim kapsamlı açıklamamı yeterli görmüş olmalı ki, tekrar konuya dönüyor. “Gel yarın yatışını yaptır, arkadaşlar sana yardımcı olacaklar. Rahat ol, her şey daha güzel olacak.” Teşekkür edip odasından çıkıyorum.
     21 Nisan 2015 tarihinde yatış işlemlerimin yaptırmak için eniştem Vedat Oral ile sabah erkenden hastahaneye gitmeyi kararlaştırıyoruz. Damadı Kuntay Şengün, sabah seher vakti arabasıyla bizi hastahanaye götürüyor. Feneryolu’ndan Pendik’e ne kadar bir zaman sonra vardık bilmiyorum. Ben beni nelerin beklediğini düşünmekte yoğunlaşmışım. Gene de İstanbul trafiğinin gerçeğini yaşadık, emin değilim ama bir hayli yoğun trafikten süzülüp geldik hastahaneye. Ya da ben her şeyi yoğun yaşamaya başladım. Ben yoğun bir şekilde Op. Dr. Erhan Kaya’nın odasında otururken Vedat ve Kuntay yatışımın yapılması için gereken işlemleri takip ediyorlar. Yatışım yapıldı. Birkaç gün tetkiklerim sürer, yirmibeş nisanda, Kastamonu’nda askerlik yapan oğlum Can’ın dağıtımı olacak. İstanbul’da bir gün kalıp beni görebilecek. Onu gördükten sonra ameliyat için tetkikler de bitmiş olur, ben de ameliyata hazır hale gelirim diye düşünüyordum ki; hastaneye yattığım gün, yoğun bir trafikle karşılaştım. İstanbul’un trafiği halt etmiş yanında. Odamı gösterdiler, yatağımı gördüm. İki hemşire gelip damar yolunu açıp, serum bağladılar. Çok geçmeden tekrar hemşireler odama geldiler. Hemen tekerlekli sandalyeye oturtuldum. Kan vermeye, idrar vermeye, kıllardan arınmaya, ultrasona, akciğer filmine... diye ordan oraya taşınıp durdum. Benimle ilgilenen tüm personelin yüzünün gülmesi, beni bana özel hissettiriyordu ama sanki o bunların genel tutumuydu. Bu da yoğun trafiğin yorgunluğunu bir nebze de olsa alıyordu. İstanbul trafiğindeki gibi, daha trafik lambası kırmızıdan sarıya geçmeden korna çalmıyorlar. Camı açıp, “ehliyeti bakkaldan mı aldın.” “Yuh be, ....herif, önüne baksana.” “Senin gibilere ehliyet verene...”  “Ne işin var senin trafikte evinde oturup çocuğunu baksana” gibi muamele yapılmıyor. Evinde oturup çocuğuna bakan ananın, oğlu gibi, kimse can sıkmıyor. Güler yüz, sevecen bakan göz, tatlı söz ile işlerini yapıyorlar.
     Anlaşılan o ki, oğlum Can ziyaretime gelmeden ben amaliyat olacağım. Yanılmamışım, akşam vizitinde Prof.Dr. Ömer Işık, “yarın seni ameliyata alıyoruz, haberin ola...” dedi. Ben hemen sordum. Ameliyattan sonra yoğun bakımdan ne zaman çıkarım diye. Ömer bey, “Yirmidört saat içinde çıkarsın” dedi. Ardından, Op. Dr. Erhan Kaya ve beraberlerindeki hemşireler ile birlikte odadan çıktılar. Hemen kafamdan hesap yapmaya başladım. Yarın, yirmi iki nisan ameliyat günüm. Ertesi gün yirmi üç nisan, Egemenlik ve Çocuk bayramı, her zaman neşe dolmuyor insan. Benim için kritik bir gün. Yoğun bakımdan bu gün çıksam, yirmidört nisanda biraz daha kendime gelirim. Yirmibeş nisanda da oğlumu görebilirim. Ama benim bir de kızım var. On iki eylül 1980 de onu benden kopardılar. Ne ilişkim var, ne de o bu durumlardan haberdar.
      Planlandığı gibi yirmi iki nisan sabahı tekerlekli sandalyeye oturtuldum, ameliyathaneye götürülüyorum. Başım kalabalık, asansör kapısına kadar getirildim, otomotik kapı açıldı ama daha asansöre binmeden elinde bir şırınga ile doktor olduğunu sandığım birileri “Bu kadar insan amaliyatahaneye gidemezsiniz. Bir kişi oraya kadar gelebilir.” Eniştem Vedat benimle gelecek diğerleri orada kalacak. Doktor bana dönüp, “bu seni rahatlatacak” dedi elindeki iğneyi omuzumda açılan damaryolundan yaptı ve asansöre binmemize izin verdi. Ameliyathaneye inerken, nereden nasıl aklıma geldi bilmiyorum, yıllar önce, daha ben çocukken, ağbim Tuncer ve köyümüzün balıkçısı Galip ağbinin teknesi ile balığa gittiğimiz günü hatırladım. Denize açıldık oltalar suya atıldı motor rolentiye alındı çok geçmeden zarganalar ardı ardına yakalandı. Güneş de rakı burcuna girdi girecek. Hazırlık yapmak gerek. Gencer ne güne duruyor.  Galip ağbi bana seslendi. “Gencer baş altında piknik tüpü, tuz, su,yağ ve tava var kapağı aç onları çıkart” dedi. Denileni yaptım. Tava kirliydi, kayıkta su yeterli olmadığından önce onları deniz suyunda yıkayıp, içme suyunu idareli kullanarak durulamam istendi. Ne ki ben tavayı temizlerken kapağını denize düşürdüm. Yeni olan tava kapağı parlıyordu dibe doğru giderken. Giderek parıltı küçülüyordu , ilk başlarda jant kapağı büyüklüğünde iken, sonra disk büyüklüğüne daha sonra kavonoz kapağı büyüklüğüne, daha sonra da madalya büyüklüğüne, oradan da metal para büyüklüğüne indi, en sonunda bir nokta kadar kaldı ve nihayet görünmez oldu.

Ameliyathaneye inerken  kaç kat indim bilmiyorum. Tava kapağından da hızlı kayboldum ben benden...

hgencerucar@gmail.com     ocaklar - erdek