Örgütlü Mücadele Yaşatır: Meksika’dan Türkiye’ye Deprem ve Sivil Toplum
Konya Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Deprem, enkazın altında bıraktıkları kadar gün ışığına çıkardıklarıyla da karşımızda duruyor. Bir deprem ülkesinde, bina yapılırken ve kentsel politikalar oluşturulurken deprem olgusundan bu kadar uzak bir şekilde hareket edilmiş olması, acilen masaya yatırılması gereken yapısal sorunlara işaret ediyor. Dahası, rant temelli kentsel büyüme modeli, denetimsiz yapılaşma, imar aflarıyla yasallaşan çürük binalar, imara açılan sismik riski yüksek bölgeler, alınmayan önlemler ve ihmaller, afet risklerini azaltacak ve yapı güvenliğini sağlayacak politikaların hayata geçebilmesi için baştan sona bütün sistemin değişmesi gerektiğini gösteriyor.
Peki, depremin felaketle sonuçlanmasına yol açan kırılganlık koşullarının değişmesi ve bu koşulları inşa eden karar vericilerin hesap vermesi nasıl sağlanabilir? Siyasi gücün merkezîleşmesinin afet yönetimi açısından doğurduğu sorunlar, bu süreçte öne çıkan sivil toplumun baskılardan sıyrılabilmesi için bir fırsat doğurabilir mi? Deprem sonrası örülen dayanışma ağları, radikal bir dönüşüm için nasıl kullanılabilir? Eşitsizlikleri görünür kılan deprem, toplumsal ilişkilerde bir kırılmaya yol açabilir mi?
Afetle toplumsal değişim arasındaki ilişki üzerine düşünürken bize yol gösterebilecek önemli bir deneyim var. Meksika’da 1985 Mexico City Depremi’nin ardından ortaya çıkan dayanışma odaklı yatay örgütlenme, yıkıntıların arasından Rebecca Solnit’in ifadesiyle bir “felaket ütopyası” (disaster utopia) doğurdu. Yoksul depremzedeler, bir araya gelerek hem konut haklarını savundular hem de ülkedeki tek parti yönetiminin sona ermesi için aşağıdan yukarı bir demokratikleşme hareketi inşa ettiler. Bu etkin mücadele, toplumsal muhalefet aktörlerinin 1960’lardan bu yana geliştirdikleri örgütlenme kapasitesi sayesinde mümkün oldu.
1968 Tlatelolco Katliamı: Meksika tarihinde bir dönüm noktası
Öğrenci hareketleri ile yükselen isyan dalgasının tüm dünyayı kasıp kavurduğu 1968 yılı, Meksika tarihi açısından da önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Meksika’da, Kurumsal Devrimci Parti’nin (PRI) 1929’dan beri kesintisiz süren iktidarı altında, korporatist örgütler aracılığıyla işçi sınıfı kontrol altına alınmış, devrim partisi ile bütünleşik bir toplum inşa edilmişti. Korporatist devlet-toplum ilişkilerinin dışında kalmayı başarabilen en önemli toplumsal kesim ise öğrencilerdi.
Korporatist kurumsallaşmanın derinleştiği 1950’liler, aynı zamanda yıllık ortalama %6’lık ekonomik büyüme oranlarının yakalandığı yıllardı. “Ekonomik mucize” olarak anılan bu süreçte pasta büyürken, sabit gelirlerinin payı küçülüyor, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik tırmanıyordu. Otoriter tek parti yönetimine karşı sokakları doldurmaya başlayan öğrenciler, 1968 yazında PRI iktidarına karşı ilk kitlesel hareketi şekillendirdiler.
Meksika’nın ev sahipliğini yapacağı 1968 Yaz Olimpiyatları yaklaşırken, öğrenci hareketi üzerindeki baskılar da artmış, ülkenin en büyük üniversitesi olan Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi (UNAM) ordu tarafından işgal edilmişti. 2 Ekim’de, Mexico City’nin Tlatelolco bölgesindeki Üç Kültür Meydanı’nda hükümeti protesto etmek için toplanan öğrenciler, silahlı kuvvetlerin tankları tarafından kuşatıldı. Etraftaki binaların çatılarına konuşlanan keskin nişancılar, kalabalığın üzerine ateş açtı. Paramiliter grupların da kullanıldığı katliamda, tahminlere göre 300’e yakın öğrenci hayatını kaybetti, en az 1500 öğrenci tutuklandı. 10 gün sonra, 12 Ekim’de Devlet Başkanı Gustavo Díaz Ordaz, olimpiyat oyunlarının açılışını yaptı.
Tlatelolco Katliamı, Meksika’nın sınıf mücadelesi tarihi açısından dönüm noktası oldu. PRI iktidarı, kendi halkına karşı orduyu kullanmış ve meşruiyetini yitirmişti. Bundan sonraki süreçte öğrenci hareketinin yanı sıra gerilla hareketinden işçi ve köylü hareketlerine uzanan direniş giderek toplumun tüm kesimlerine yayılmaya başladı. Kitlesel eylemlerle birlikte korporatist rejimin kurumsal yapıları çözülmeye başladı, Meksika İşçi Federasyonu’nun (CTM) içinde kopmalar yaşandı, yerel sendikalar kuruldu. Siyasi kriz içindeki hükümet, bazı reformlar yapmak zorunda kaldı.
Meksika’nın uzun demokratikleşme sürecinde Tlatelolco, toplumsal adalet talebinin sembolü haline geldi. Otoriter rejimi değiştirme isteği, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren ana unsurdu. 68 Hareketi’nin içinden gelen aktivistlerin 1970’ler boyunca izlediği kentsel siyaset, demokratikleşme sürecini adım adım inşa etmeye devam etti. Bu süreçte örgütlenen Kentsel Halk Hareketi (Movimiento Urbano Popular/MUP), 1980’lerde PRI iktidarının kent yoksulları üzerindeki baskısını kırmada kilit rol oynadı. MUP’un öz örgütlenme, halk katılımı ve doğrudan demokrasi üzerine kurduğu demokratik kültür yayıldıkça, PRI’nın kamu görevlileri ve öğretmenleri kontrol altında tutmak ve orta sınıfların korporatist temsilini sağlamak için 1943’te kurduğu Halk Örgütleri Ulusal Konfederasyonu (CNOP) giderek işlevini yitirmeye başladı.
Carlos Fuentes’in “azgelişmişliğin başkenti” olarak tanımladığı Mexico City, 1970’lerin sonlarına gelindiğinde artık PRI’nın kentsel politikalarına karşı iyi örgütlenmiş ve organize olmuş bir kent halkı mücadelesine ev sahipliği yapıyordu. Borç krizinin patlak verdiği 1982’de şehirde kentsel toplumsal hareket içinde aktif olan 80 bin yerleşimci vardı. Bunların çoğu mahalle düzeyinde örgütlüydü ancak 1981’de kurulan Kentsel Halk Hareketinin Ulusal Koordinasyon Komitesi (CONAMUP) vasıtasıyla MUP’un ulusal düzeyde de etkinliği oldukça arttı.
1985 Mexico City Depremi
19 Eylül 1985’te, 8,1 şiddetindeki deprem, Mexico City’yi işte bu koşullarda vurdu. Hastaneler, okullar ve oteller dahil 3 bin bina yıkılmış, 100 bin bina ağır hasar görmüş, tarihî kent merkezi yerle bir olmuştu. Resmî rakamlara göre 5 bin, tahminlere göre ise 20 ila 30 bin arasında insanın hayatını kaybettiği depremde, yıkımın boyutları çürük binaların, rant temelli yapılaşmanın ve denetimsizliğin sonuçlarına işaret ediyordu. Merkezî hükümetin hazırlıksızlığı, afet sonrası müdahalede ve krizi yönetmedeki yetersizliği ortaydı. Dahası, Meksikalılar depremin ardından hükümetin ve ordunun yanlarında değil karşılarında olduğunu gördüler, tıpkı 2 Ekim’de, Tlatelolco’da olduğu gibi.
1968’te, halkı savunması gereken ordu, silahını halkın kendisine yöneltmişti. 1985’te ise enkaza anında müdahale etmesi ve arama kurtarma çalışmalarına katılması beklenirken, ordu sahaya geç sürüldü ve işlevsiz kaldı. Enkaz altında kalan yaklaşık 4 bin kişi günlerce kurtarılmayı beklemiş, gönüllülerin çabası yetersiz kaldığı ve devlet başkanı uluslararası yardımları reddettiği için çoğu ölüme terk edilmişti. Nothing, Nobody: The Voices Of the Mexico City Earthquake kitabında depremzedelerin tanıklıklarına yer veren Elena Poniatowska’nın aktardıklarına göre, askerler sahaya arama kurtarma çalışmalarında kullanılacak ekipman yerine taramalı tüfekle gelmişti. Çünkü ordunun sahadaki esas işlevi, insan kurtarmak değil gönüllülerin enkaza müdahale etmesini ve dükkânların yağmalanmasını önlemekti. Üstelik birçok depremzede, insanları enkaza yaklaştırmayan askerlerin yıkıntıların arasından değerli eşyaları çalışına bizzat tanıklık etmişti.
1985 Depremi, Tlatelolco Katliamı’nın ardından bir kez daha toplumsal mücadele açısından önemli bir kırılma noktası oldu. Üstelik bu kez, baskı altında olmasına rağmen örgütlü bir halk vardı. Solnit’in “felakette ortaya çıkan olağanüstü topluluk” dediği, aslında bundan başka bir şey değildi. Depremin ardından CONAMUP, dayanışma ağlarının kurulmasında ve depremzedelerin konut hakkını savunmada en etkin örgütlerden biri olarak öne çıktı. CONAMUP’un deneyimleri, bu süreçte kolektif bir dil oluşmasında, ortak bir kimlik inşa edilmesinde, büyük protesto gösteri düzenlenmesinde ve hükümetle müzakere edilirken birlikte hareket edilmesinde önemli rol oynadı. Deprem oldu diye insanlar bir günde değişmemiş, “depremde ortaya çıkan insanlık” sayesinde bir anda yeni bir sivil toplum doğmamıştı. Afetin ardından yükselen toplumsal mücadele, kökleri 1968’e dayanan, uzun soluklu, zorlu ve örgütlü bir direnişin ürünüydü.
Depremde evlerini kaybeden insanların barınma hakkı talebiyle örgütlenmesi, Damnificados (Afetzedeler) Hareketi’ni ortaya çıkardı. Tabandan yerel grupların bir araya gelerek evsiz ve işsiz kalanların ihtiyaçlarını karşılamak için dayanışma ağları kurmasıyla bir ay içerisinde Afetzedelerin Birleşik Koordinasyon Komitesi (Coordinadora Única de Damnificados/CUD) oluşturuldu. Aynı yıl, 800’den fazla atölyenin yıkıldığı, 1600’den fazla kadın işçinin hayatını kaybettiği ve 40 bin ila 70 bin arası işçinin işsiz kaldığı bir tekstil bölgesi San Antonio Abad’da 19 Eylül Konfeksiyon İşçileri Sendikası kuruldu. Meksika’nın yakın tarihinde kadınların kurduğu ilk bağımsız sendika olan 19 Eylül Sendikası, aynı zamanda son on yıldır CTM’den özerk olarak kurulan ilk sendikaydı.
Meksika’nın demokratikleşme sürecinde atılan önemli adımlardan biri de 1987’de, konut hakkı mücadelesi için kurulan Mahalle Meclisi (Asamblea de Barrios) adlı koalisyondu. Mexico City’li 50 bin depremzede ailenin örgütlendiği bu oluşumun temel amacı, hem hükümetin depremzedelere yeni konutlar yapması için baskı oluşturmak hem de ülkenin demokratikleşmesi için 1988 seçimlerinde kampanya yürütmekti. Gerek CONAMUP ve CUD gerekse de Asamblea’nın çabalarıyla hükümetin evleri yıkılan depremzedeler için prefabrik konutlar yapması ve 45 bin konutluk bir proje başlatması, 1500’den fazla haksız tahliyenin önüne geçilmesi ve 12 binden fazla depremzede ailenin konut ya da arsa alabilmek için düşük faizli kredi çekmesi mümkün oldu.
Bu hareket sayesinde Meksika, bugün afete karşı dirençli toplum oluşturma sürecinde örnek ülkelerden biri olarak öne çıkıyor. İronik bir şekilde, Mexico City, başka 19 Eylül Depremleri de yaşadı. 19 Eylül 2017’deki 7,1’lik depremde 370 kişi hayatını kaybederken, 19 Eylül 2022’deki 7,6’lık depremde deprem kaynaklı can kaybı olmadı. Mexico City, örgütlü toplumun hayat kurtardığını gösteren en önemli örneklerden biriydi.
1999 Marmara Depremi ve Sivil Toplumun Tecridi
Meksika deneyiminin ışığında Türkiye’ye baktığımız zaman, 1999 Marmara Depremi sonrasında binbir emekle kurulan dayanışma ve işbirliği topluluklarının devlet tarafından nasıl tecrit edildiğini hatırlamamak elde değil. 17 Ağustos, Türkiye’de sınıf mücadelesi açısından Mexico City Depremi’ndeki gibi bir milat oluşturabilseydi 6 Şubat’ı depreme daha hazırlıklı bir toplum, daha sağlam binalar ve daha az riskle karşılayabilirdik.
1999 Marmara Depremi’nin ardından kurulan depremzede dernekleri, aslında Meksika’dakine benzer bir öz örgütlenme sürecinin ürünüydü. Sivil toplum alanında çalışan ve 1999’daki süreçte önemli deneyimleri olan Cengiz Çiftçi, depremzede derneklerinin bu açıdan Türkiye’de çok özgün bir yere sahip olduğunu vurguluyor. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğum Çiftçi, söz konusu derneklerin “bir yandan demokratik kitle hareketi sönümlenirken diğer yandan neoliberal politikaların getirdiği örgütsüzleşme döneminde sesini duyurmaya çalışan farklı politik ve kültürel kökenlerden insanları bir araya getirmeyi başardığını” belirtiyor.
Öz örgütlenme açısından özel bir yere sahip olan Afete Karşı Sivil Koordinasyon (ASK), Çiftçi’nin dikkat çektiği örneklerden. Sivil toplum kuruluşları, kamu kurumları ve halkın ihtiyaçları arasında koordinasyon sağlamak için kurulan ASK, depremzedeler için bazı rehabilitasyon çalışmaları yapmaya çalışmışsa da bunlar çok sınırlı kalmış. Psikososyal süreçler açısından özellikle kadın kooperatiflerinin daha etkin olduğu görülüyor. Bunun yanı sıra, gönüllülere eğitim veren Mahalle Afet Gönüllüleri (MAG), özellikle mahalle düzeyinde örgütlenme açısından öne çıkıyor. Sosyal Kültürel Yaşamı Destekleme Derneği (SKYGD) ve Ulaşılabilir Yaşam Derneği (UYD) gibi yerel kalkınma odaklı örgütler de Çiftçi’nin işaret ettiği örnekler arasında. Depremde engelli hale gelen vatandaşların rehabilitasyonu için çalışmalar yapan UYD, daha sonra tüm engellilere yönelik konut ve rehabilitasyon merkezleri yapmak için projeler yürütmüş.
Diğer yandan Çiftçi’ye göre, derneklerin taban örgütü olarak ortaya çıktığı ilk dönem ile politik olarak dönüştükleri dönemi birbirinden ayırmak gerek. Zaman içerisinde birlikte hareket etme yeteneklerini kaybeden derneklerden bir bölümü sadece yerelde toplu konut yapımı ile ilgilenir hale gelmiş, bazıları zamanla deprem ve depremzedelerle ilişkisini tamamen kaybetmiş durumda.
Bu süreçte kurulan yüzlerce STK ile sivil toplumun canlanması, yeni bir tarihsel dönemin işareti olarak görülmüş, özellikle Arama ve Kurtarma Derneği (AKUT) gibi ilgi çeken örgütler basında “büyük bir toplumsal değişimin habercisi” olarak karşılanmıştı. Çağlar Akgüngör’ün belirttiği gibi, depremde “Marmara’nın değil sistemin çöktüğü” ve “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” en sık tekrarlanan söylemler arasındaydı. Sivil toplum örgütleri, demokratikleşmeyi sağlayacak en önemli toplumsal aktör olarak öne çıkıyordu.
Bugünden geriye baktığımızda depreme karşı dirençli bir toplum oluşturma ve demokratikleşme süreçlerinde atılan her adımın büyük bir geri tepişle karşılaştığını görüyoruz. Gezi davasında 18 yıl hapse mahkûm edilen ve hâlâ cezaevinde bulunan mimar Mücella Yapıcı, “1999 depreminden hemen sonra bütün meslek ve bilim insanları tarafından önerilen ‘ucuz ve hızlı güçlendirme planları ve tekniklerin’ hızla rafa kaldırıldığını, TOKİ’nin çıkarılan yeni kanunlarla kamunun bütün arsa stoklarına sahip olduğunu ve bu alanları yeni müteahhitlerin ‘kâr projelerine’ açtığını” belirtiyor.
Bu süreçte meslek odalarının tüm denetim yetkilerinin ellerinden alınmaya çalışıldığını vurgulayan Yapıcı, düşman ve vatan haini ilan edildiklerini, baroların parçalandığını ve hukukun bu yeni anlayışa uygun olarak dönüştürüldüğünü söylüyor. Buna rağmen TMMOB, TTB, sendikalar, barolar ve meslek örgütlerinin daha büyük bir inat ve çabayla mücadeleye devam ettiğini görüyoruz.
1999’dan bu yana her şeye rağmen sivil toplum örgütlerinden bazıları, depremzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve hayatlarına dönmeleri için dayanışmayı sürdürmenin yanı sıra, hasar tespit raporlarının takibinden konut hakkına kadar birçok alanda mücadele verdiler. Düzce Depremi’nde evleri yıkılan kiracı depremzedelerin yürüyerek gittikleri Ankara’da, Abdi İpekçi Parkı’nda 176 gün boyunca nöbet tutarak kazandıkları hukuk mücadelesi, sürecin önemli kazanımlarındandı.
6 Şubat depremlerinin ardından, Yapıcı’nın ifadesiyle “akla, bilime ve çevreye, insana uygun, sağlıklı bir yeniden yapılanma için” yürütülen bu mücadelenin ne kadar hayati olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bülent Batuman’ın belirttiği gibi, bugün, 1999 Depremi ile karşılaştırıldığında, “meslek kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin hem acil müdahale becerilerini hem de halkla örgütlenme kapasitelerini ciddi biçimde artırdığını görmek mümkün.” Ancak Meksika’daki gibi, ülkeyi aşağıdan yukarıya demokratikleştirecek bir kentsel toplumsal hareketin inşa edilebilmesi için daha geniş ölçekli örgütlenme kapasiteleri geliştirmek gerekiyor. Böyle bir mücadelenin de dünden bugüne ülkeyi değiştirmeyeceği ve toplumsal dönüşüm süreçlerinin zaman alacağı, yine Meksika örneğinde açıkça görülüyor.
Gabriel García Márquez, 1982’deki Nobel konuşmasında şöyle demişti:
“Baskıya, yağmaya ve terk edilmişliğe karşı, yanıtımız yaşamdır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler, ne de yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi.”
Felaketlere karşı dayanıklı bir üstünlük kurabilmek ve yaşamdan yana durabilmek için örgütlü bir mücadele yürütmekten başka seçeneğimiz yok. Bugün bu ihtiyaç, belki de hiçbir zaman olmadığı kadar acil bir şekilde karşımızda duruyor.
|