Yeni Türkiye Cumhuriyeti- Graham Fuller-

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ-Graham E. FULLER
Derleyen: Halit YILDIRIM 24 Kasım 2008

Her ne kadar siyasete askeri müdahale hâlâ mümkünse de, bu durum eskiye kıyasla
daha az kabul edilebilir bir olgudur, hele Türkiye Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda
mücadele verdikçe. Türkiye’de AB üyeliği yolunda yürütülen kampanyaya AKP öncülük
etmektedir. Soğuk Savaş sırasında Türkiye’nin asıl ilişkisi, anlaşılır şekilde ABD ileydi,
ancak Fuller’ın da vurguladığı gibi, Türkiye’nin şimdi Avrupa, Avrasya ve Orta Doğu ile
ilgili menfaatleri vardır. Washington politika yapıcılarının keşfetmekte oldukları gibi, artık
Türkiye’nin gündemi ABD’nin gündemiyle örtüşmemektedir. Her ne kadar Washington’daki
Büyükelçilik Ankara için çok önemli olmaya devam etse de, Soğuk Savaşın sona ermesi,
siyasette ve ticarette Avrupa’nın öne çıkması, artık Türkiye’nin jeopolitik konumunun
kaçınılmaz olarak getirdiği değişiklikler ve fırsatlar Türkiye için çok yönlü bir dış politika
dikte etmektedir.
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Türkiye, Orta Doğu’ya sırtını dönmüştür, Fuller
bu olguyu “Kemalist tarihsel lobotomi”nin1
 bir eseri olarak nitelendirmektedir.
Türk-Arap ilişkilerinde uzun süren bir kesintinin ardından bugün artık Türkiye, bölge
ile bağlarını yeniden kurmaktadır.
Türkiye, İsrail ile önemli bir stratejik ilişki geliştirmiş olmakla birlikte, bu yönelimini
Orta Doğu’da geliştirmekte olduğu bir dizi başka ilişki ile de dengelemektedir. Türkiye’nin
bağımsız dış politikasının en iyi göstergesi, komşusu, önemli bir ticaret ortağı ve Arap
olmayan bir ülke olarak İran’la ilişkisidir. Özellikle Şah’ın 1979’da devrilmesinden sonraki
on yıl olmak üzere, gergin geçen yıllardan sonra iki ülke makul derecede dostane ilişkiler
geliştirmiştir.
Washington’un hoşuna gitmese de, Türkiye ve İran güvenlik konusunda ortak bâzı
çıkarları olduğunu fark etmişlerdir. Bu durum, ABD ile Türkiye arasında gözlenen çıkar
ayrışmasının önemli bir örneğidir.
“Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kendi yolunu ve kendi sesini buldukça, Soğuk
Savaş’ın daha basit hareket tarzlarına geri dönmenin imkanı olmayacaktır. Bundan dolayı,
ABD-Türkiye ilişkilerinin kalitesi kaçınılmaz şekilde evrilip olgunlaşacaktır, aynen
Türkiye’nin durumunda olduğu gibi.
Augustus Richard Norton
Boston Üniversitesi Antropoloji ve Uluslararası İlişkiler Profesörü
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçe Çevirisine Önsöz
Söz konusu başlık benim tarafından değil, ABD’deki yayıncı tarafından seçilmiştir ve
korkarım biraz yanıltıcı olabilir, zira kitap gerçekte Türkiye’de bir “Yeni Cumhuriyet”ten
değil, daha çok yeni bir dönemden söz etmektedir. Doğru başlık “Türkiye’nin dünyadaki Yeni
Yeri” olmalıdır, çünkü kitabın odaklandığı nokta budur.
İkincisi, gerek küresel düzeyde gerekse bölgedeki ABD politikalarına oldukça eleştirel
baktığımı okuyucu fark edecektir. Üzülerek belirtmeliyim ki ABD, orta Doğu ve Avrasya
bölgesinde hegemonik veya tahakkümcü bir rol oynamaya yeltendiği sürece Türk ve
Amerikan politikaları bir ölçüde çelişik olmak durumundadır. Bu tür politikaların devri
geçmiştir. Artık Türkiye’nin kendisini çevreleyen bütün bölgelerde ve bütün yönlerde önde
gelen bir oyuncu olacağı çok-kutuplu bir dünyaya dönüşmek durumundayız.
 1
 Lobotomy (veya leucotomy): Beynin bir kısmını kesip çıkartma; beynin ön tarafına girip çıkan sinir hatlarının
iptal edilmesi; ciddi bir zihinsel hastalığın tedavisi için beyindeki bazı sinirlerin kesildiği, çoğu kez ciddi bilişsel
ve kişiliksel değişikliklere yol açan tıbbi operasyon.
www.altinicizdiklerim.com 2
Türk dış politikasını takip ettiğim uzun yıllar boyunca, genel olarak Türkiye’nin
hemen hemen her komşusu ile ilişkileri kötüydü. Aslında böyle olması gerekmiyordu. Oysa
bugün Türkiye oldukça akıllı biçimde hemen her komşusuyla iyi ilişkiler kurmuş durumdadır.
İşte bu iyi komşuluk ilişkileri, Türkiye’nin bölgedeki güç ve etkisini geçmiş on yıllara kıyasla
çok daha sağlam hale getirmektedir.
Bu arada okuyucularımdan bana bir iyilik yapmalarını istiyorum: Bir süre için,
1960’larda Türkiye’de istihbarat görevlisi olarak hizmet verdiğimi veya uzun yıllar CIA’de
çalıştığımı unutun. Zamanla her şey değişir, benim görüşlerim de değişti. Lütfen bu kitabı
sanki arkasında özel bir amaç güdüyormuş gibi okumayın. Argümanları ve analizi maksatlı
değil. Söylediklerimi ciddiye alın, çünkü demek istediğim sâdece söylediğimdir, ne eksik, ne
de fazla.
Kitap herhangi bir ABD politikasını veya istihbarat gündemini ileri taşımak için
tasarlanmış değildir. Gizli bir kanaldan ABD politikasına yardım etmek için yazıyor değilim.
Esasen, ABD politika yapıcılarının çoğu bu kitaptan hoşlanmayacaktır.
Graham E. Fuller/Vancouver, BC/Mart 2008-08-20
Çevirenin Önsözü
Her şeyden önce Fuller, Türkiye’yi ve İslam dünyasını iyi tanıyan biri. Hayatının bir
bölümünde istihbarat görevlisi olarak, bir bölümünde bölgeye ve Türkiye’ye duyduğu kişisel
ilgi ve yakınlık nedeniyle içinde bulunduğumuz coğrafyayı gezmiş, tanımış, gözlemlemiş biri.
Türkçe, Arapça, Farsça ve Rusça biliyor. Bölgemizi çoğumuzdan daha iyi bildiği, gelişmeleri
de gayet yakından takip ettiği kesin.
İkincisi, akademik kimliği de olan Fuller’ın takdire değer bir analitik yeteneğe ve
sağduyulu bir yaklaşıma sâhip olması.
Benim için Fuller’ı önemli kılan bir üçüncü husus ise, farklı din ve kültürlerin, farklı
coğrafyaların yetiştirdiği insanlar olmamıza karşın, sorunların kaynağına ilişkin tespit ve
çıkarsamalarının büyük çoğunluğunda aramızda bir frekans uyumu, bir paralellik olması.
Kitapta ileri sürülen görüşler elbette ki bazılarına ters gelecektir. Görüşlerine katılsak
da, katılmasak da, Fuller’ın değerlendirmesi okunmayı, üzerinde ciddiyetle durup düşünmeyi
hak ediyor.
Mustafa Acar/Ankara 7 Mart 2008
GİRİŞ
Türkiye Orta Doğu’da mıdır?
Sorunun basit cevabı tabii ki “evet”tir: Jeopolitik ve coğrafi yönden Türkiye, orta
Doğu’nun bir parçasıdır; aynen Avrupa’nın, Akdeniz’in, Balkanların ve Kafkasların da bir
parçası olduğu gibi. Fakat soru, aslında coğrafyanın çok ötesine; kimlik, oryantasyon ve
derinlerde yatan arzularla ilgili meselelere de uzanmaktadır.
Oysa 1960’lara kadar ABD Dışişleri Bakanlığı bürokrasisi, Türkiye’yi Yakın Doğu
İlişkileri Bürosu aracılığıyla takip ediyordu. Türkiye, NATO’ya katıldıktan sonra, tek bir
kalem darbesiyle, Avrupa İlişkileri Bürosu’na transfer edildi. Hem Türklerin Batılı olma
arzularını okşamak, hem de bürokratik kolaylık amacıyla, Türkiye gayet basitçe yeniden
sınıflandırılmıştı (“sınıf atlatılmıştı” demeye cüret etsek mi acaba?)
Türkiye Avrupa’nın parçası olsa bile, orta Doğu’daki coğrafi konumu, Türkler bundan
hoşlansa da hoşlanmasa da, ülkeyi Orta Doğu siyasetinin tam göbeğine kaçınılmaz şekilde
çekmektedir.
On yıllarca yıldır ABD’nin sadık bir müttefiki olarak görülen Türkiye’nin bundan
sonra sadakatini rutin bir şekilde sürdürmeyeceğine dair açık işaretler bulunmaktadır. Elbette,
Türkiye’deki bu tutum kayması, Washington’a karşı başka ülkelerin tutumunda meydana
gelen değişikliklere paralel gitmektedir.
www.altinicizdiklerim.com 3
Uluslararası Stratejik Araştırma Örgütü’nün (International Strategic Research
Organization: ISRO) 2004’te yaptığı, Türklerin algılarına ilişkin saha araştırmasında ortaya
çıkan çarpıcı sonuçlara göz atalım:
-ABD, Türkiye’ye yönelik bir numaralı tehdit olarak sıralanmıştır; bunu Yunanistan,
Ermenistan ve İsrail takip etmektedir. Rusya yedinci, İran dokuzuncudur.
-ABD, Türkiye’ye en dost ülkeler sıralamasında yedincidir.
-Dünya barışını en çok tehdit ettiğine inanılan ülkeler sıralamasında ABD açık ara ilk
sırada yer almış, ABD’yi İsrail ve İngiltere izlemiştir.
-Buna rağmen, ilginç bir şekilde, kriz zamanlarında (deprem, iç savaş vb.) Türkiye’nin
en çok güvenebileceği ülkeler sıralamasında ABD ilk sırada yer almıştır.
Böylesi bir baş döndürücü ve kontrol dışı değişim ortamında çok az Müslüman ülke,
bu tür bir sendeletici geçiş sürecini başarıyla veya olumlu bir şekilde geride bırakabilmiştir.
Sonuç olarak, yeni ve daha bağımsız tarzında Türkiye artık, bölgede basit bir Batı
“hayranı” olarak algılanmaktadır. Müslüman dünyada Türkiye ilk defa olumlu anlamda
izlemeye-ve belki de taklit etmeye-değer bir ülke olarak görülmektedir.
Dinî açıdan Türkiye nüfusunun %99.8’i Müslümandır. Mezhep açısından bakıldığında
ise, güçlü bir cemaatsel kimlik duygusuna sâhip hatırı sayılır (yüzde 30) bir Alevi (heterodoks
Şii) topluluk mevcuttur. Buna ilave olarak, Türkiye açıkça çoklu bir etnik yapıya sahiptir:
Ülkedeki en büyük etnik azınlık olan Kürtler, nüfusun yaklaşık %20’sini temsil etmekte ve
Türkçe-olmayan, Farsça ile akraba bir dil konuşmaktadırlar.
Her ne kadar durum biraz iyileşmiş olsa da, Türkiye’nin “Kürt sorunu” henüz
çözülmüş olmaktan çok uzaktır; üstelik Saddam sonrası Irak’ta Kürtlerin izlediği siyaset
nedeniyle, şimdi artık daha karmaşık bir hal almıştır.
İslami hareketler Orta Doğu’ya yayıldıkça, Türk hükümetinin siyasal İslam’ın her
türüne karşı hasmane tutumu, ülkenin İslami radikalizme karşı bir siper olma imajına katkıda
bulunmuştur. Buna ilaveten, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, yeni bağımsızlığa
kavuşan, orta Asya’daki Türki devletlerle etnik bağları, Türkiye’nin stratejik önemini
arttırmıştır; aynen Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gazının dağıtımında bir geçiş güzergahı
olma planlarının da ülkenin stratejik önemini arttırdığı gibi. Bu zaman zarfında Türkiye İsrail
ile askeri ilişkilerini de yoğunlaştırmıştır.
11 Eylül 2001’den sonra Washington, Terörizmle Küresel Savaşta (TKS), bölgedeki
ABD askeri operasyonlarını desteklemek konusunda Türkiye’nin kendisine doğal bir ortak ve
destek kaynağı olmasını ve anti-İslamcı ideolojinin muhkem sembolü olarak kalmasını
beklemiştir. Ancak bu beklentiler Washington’un umduğu yönde gerçekleşmemiştir.
Kitabın anahtar iddialarından biri, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin-orta Doğu ve
Avrasya’dan uzun bir anormal izole olma döneminden sonra-bugün artık yeniden Orta Doğu
siyasetinin bir parçası haline gelme sürecinde olduğudur. Bu süreç, Türkiye’nin dünyadaki
yeni jeopolitik konumuna ilişkin genişleyen vizyonuyla bağlantılıdır. Dolayısıyla, Batı’nın
son yarım asırda kendisinden gayet memnun olduğu Türkiye, şimdi yeniden dönmekte olduğu
uzun dönemli rotadan geçici bir jeopolitik sapmayı temsil etmektedir. Her ne kadar bu
“tarihin dönüşü” Türkiye’nin Batı ile ilişkisini kısmen sulandırıp karmaşıklaştırsa da, aynı
zamanda bu ilişkiyi zenginleştirmekte ve tamamlamaktadır.
Bu kitapta aynı zamanda Türkiye’nin, ABD ile ilişkisinin daha önceki yakınlık
düzeyini üç temel nedenle büyük ölçüde kalıcı biçimde kaybetme sürecinde olduğu ileri
sürülmektedir. Birincisi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Avrupa siyasetinin yeniden
düzenlenişi, Türkiye’ye yönelik başlıca stratejik-jeopolitik tehdidi ortadan kaldırmıştır.
İkincisi, hemen hemen aynı zamanda, Washington’un Orta Doğu’daki bölgesel gündeminin
Ankara’nın bölgedeki kendi çıkarlarıyla çatıştığı algısı giderek güçlenmektedir. Üçüncüsü,
Ankara, alternatif siyasî ve ekonomik opsiyonlar öneren Müslüman dünya, Avrasya, Rusya ve
Çin ile giderek daha fazla yeni stratejik bağlantılar kurmuştur. 
www.altinicizdiklerim.com 4
Her ne kadar bu ilişkiler büyük ölçüde AKP yönetimi altında hızlanmışsa da, ben bu
özel kaymayı, Ankara’nın Washington ile bağlarını kaçınılmaz şekilde değiştirecek, uzun
dönemli bir jeopolitik kayma olarak değerlendiriyorum.
Washington’un bakış noktasından Türkiye, bugün artık çok daha zor, bağımsız
düşünen, daha önceki on yıllara kıyasla çok daha az güvenilir bir müttefiktir, hâttâ bazıları
Türkiye’nin kaybedildiğini bile söyleyebilir.
Kısım 1
Türkiye’nin Tarihsel Yörüngesi
Tarihsel Mercek
Türklerin Orta Doğu’ya Karşı Tutumu
Türkler en azından dört nesildir kendilerini Orta Doğu’dan boşanmış
hissetmektedirler. Türkiye’de bugün Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma kişisel
anılarını ailesiyle hâlâ paylaşabilecek durumda çok az yaşlı nine kalmıştır. Onlarca yıldır
devam eden Kemalist-eğilimli tarih öğretimi, genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyası
hakkında olumsuz düşünme yönünde, ülkenin beynini yıkamıştır. Türkler Müslüman dünyayı
sâdece geri kalmışlık ve aşırılıkçılıkla ilişkilendirecek şekilde yetiştirilmişlerdir.
Türkiye’nin tarihte izlediği yörüngeye bakmak için en azından üç temel mercek vardır:
Kemalist, tarihsel ve döngüsel/diyalektik mercek. Bu merceklerden her birinde birçok hakikat
payı olsa da hiçbiri hikayenin tamamını yansıtmamaktadır.
Türkiye’nin stratejik kimliği hâlâ bir oluşum süreci içindedir.
Kemalist Görüş: Türkiye’nin Tarihten Radikal Kopuşu
Türkiye’nin tarihi seyrine ilişkin geleneksel görüş, klâsik Kemalist-veya Atatürkçükurucu ideolojiyi yansıtmaktadır.
Bu görüşe göre, Kemalist dönem, Osmanlı sonrası devleti Batılılaşmış, homojen, etnik
temelli bir ulus-devlete dönüştürmüştür.
Bu Batılılaştırmacı vizyon, Kemalist bir elit zümreye, Türkiye’yi karanlık Osmanlı
geçmişinden alıp ona parlak ve aydınlık bir Batılı gelecek bahşetme rolü biçmiştir. Söz
konusu Kemalist elitlerin amaç ve ihtiyaçlarına hizmet edecek bir şekle sokulmuş Türkiye’nin
modern ulusal anlatısı ve kurucu miti ile birlikte bu vizyonun bekçiliği, Kemalist mirasın
önde gelen koruyucusu olarak görev yapan ordu tarafından yerine getirilmektedir.
Her ne kadar prensipte demokrasiye bağlı olsa da, koruma ve kollama rolü, geçmişte
orduyu ideolojik tehditler karşısında müdahalede bulunmaya zorlamıştır. Bunun sonucu
olarak, geride kalan seksen yılda ordu, zaman zaman ülkeyi Atatürk’ün çizdiği rotaya geri
döndürmek üzere harekete geçmiştir; bir mizahçının gözlemiyle, “alıştırma tekerlekleri
üzerinde demokrasi” yâni.2
Pekala, Türklerin dilinde “Batılılaşma” denince acaba tam olarak ne akla gelir?
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaştırmacı reformların ilk günlerinden
beri Batılılaşma, kültürel bir projeye karşılık olarak değil, daha ziyade Batı’nın gücüne
kavuşmaya karşılık olarak kullanılmıştır; özellikle de Batı emperyalizminin sızmalarına karşı
kendini daha iyi savunmak amacıyla. Esasen, gelişmekte olan dünyada bir bütün olarak
modernleşme tarihi göstermektedir ki Batılılaşma genel olarak bir modernleşme ve kendini
sağlamlaştırma biçimi olarak algılanmıştır, bir kültürel öykünme biçimi olarak değil.
Bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaştırma süreci bile Batı’nın Türkiye ve
menfaatlerine yönelik niyetleri konusunda kuşkularla yüklüdür. Dahası, Atatürk’ün reform
yaklaşımı, kendi sağlığında gayet canlı iken, ölümünden sonra donup bir-izm’e dönüşmüştür.
 2 Alıştırma tekerlekleri (training wheels): Bisiklet sürmeyi yeni öğrenmeye çalışan birinin düşmemesi için arka
tekerleğin iki yanına yerleştirilen küçük destek tekerlekler. (ç.n.)
www.altinicizdiklerim.com 5
Bunun sonucu olarak reformlar, halefleri tarafından belki Atatürk’ün kendisinin bile
onaylamayacağı yollarla uygulamaya sokulmuştur.
Tarihçi Görüş: Türk Tarihinde Devamlılık
Türkiye’nin tarihsel serüveni ile ilgili ikinci bir görüş, olayı yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile değil; 1839 yılındaki Tanzimat (idari reformlar) ile yola çıkan
çok daha uzun bir reform süreci ile başlatır.
Bu görüşün taraftarlarına göre-hayati, sağlam ve önemli de olsalar-Kemalist
reformların ön adımları daha önceki yüzyılda atılmıştır; söz konusu reformlar durup dururken
aniden ortaya çıkmış şeyler değildir veya Türk tarihinde köklü bir kopuşu temsil etmezler.
Bununla birlikte bu görüş, Atatürk’ün bir reformcu ve kurtarıcı olarak olağanüstü etkisini
hiçbir şekilde küçümsemez.
Bu yüzden de bu görüş açısından Kemalist reformlar tamamen “devrimci” olarak
değerlendirilmez, özellikle de reformların neredeyse bir yüzyıl geriye giden öncü adımları
dikkate alındığında.
Döngüsel/Diyalektik Görüş
Türkiye’nin tarih macerasıyla ilgili üçüncü bir görüş, ki kişisel olarak benim
benimsediğim görüş budur, hem Kemalist kurumsallaşmış değişimin merkezi önemini hem de
reformist geleneğin büyük bir süreklilik içinde Osmanlı dönemine kadar gittiğini kabul eder.
Bu görüş şuna inanır ki Kemalist reformlar, Türk siyasî, toplumsal ve ideolojik yaşamına bir
dizi otoriteryen yenilikler ve ayrımcılık biçimleri takdim etmiştir; tarihin ışığında bu
reformlardan bazılarını bugün artık, ana akım Türk kültüründen çok keskin, gerçekçi olmayan
biçimde sapmış zararlı aşırılıklar olarak görmek mümkündür. Daha sert terimlerle söylersek
diyebiliriz ki Atatürk, Türkiye üzerinde ülkenin İslamı ve Osmanlı geçmişi hakkında bir
ulusal amneziye yol açmış bir tür “kültürel lobotomi” uygulamıştır. Bu, İslam-öncesi Türk
tarihinin ırkçı eğilimli bir bakışla yeniden okunması suretiyle yeni bir milliyetçilik oluşturmak
amacıyla yapılmıştır.
Sonuç olarak 1950 sonrası modern Türk tarihi, aşamalı bir şekilde Kemalist ideolojik
aşırılıkları törpüleyen ve milletin Cumhuriyet öncesi geçmişiyle daha rahat ve “normal” bir
ilişkiye dönmesini sağlayan bir süreç özelliği göstermiştir.
Sonuç itibariyle bu sentez, Kemalist ulus-inşa sürecinden kalma üç anahtar psikolojik
ve kültürel yarayı iyileştirmeye başlamaktadır. Bu yaralar şunlardan oluşmaktadır:
*Kemalist seçkinlerin bir kısmının bugün bile tam olarak terk etmediği, özellikle
ulusal politikalar üzerinde ciddi bir asker ağırlığı tarafından temsil edilen bir otoriteryenizm
mirası;
* Avrupa tarzı ve sözde “etnik olarak homojen” bir ulus devlet inşa etme sürecinde
Türk olmayan etnik kimliklerin (özellikle Kürtlerin) dışlanması ve bastırılması;
* Kemalist dönemin Aydınlanma’dan mülhem reformlarında örtük biçimde mevcut
olduğu üzere, İslam ve İslami geleneklerin kötülenmesi; ki bu reformlar, ülkeyi güçlendirmek
için reform ve değişimin gereğini kabul eden ama İslam ve Osmanlı geçmişiyle de gurur
duyan ve bugün artık ana akım Türk siyasetine dâhil olan daha geleneksel toplumsal
sınıfların büyük bölümünü yabancılaştırmıştı.
Osmanlı Dönemi
Osmanlı Deneyimi: İyi mi, Kötü mü?
Türklerin Arapları sevmediğini söylemek klişe bir ifadedir. Popüler Türk konuşma
tarzında Araplar tembel, dürüst olmayan, geri, ihanet etmiş ve fanatik gibi sıfatlarla anılır. Öte
yandan Araplar da halk arasında Türkleri anlayışı kıt, sert, emperyal, inatçı, Batı karşısında
yaltaklanan ve kendi öz-kimliği konusunda kafası karışık insanlar diye nitelerler.
www.altinicizdiklerim.com 6
Türkler ve Araplar arasında ciddi bir düşmanlık, tarihi bir gerçek değildir, önceden
tayin edilmiş, kaçınılmaz bir kader değildir; çokuluslu devletin bir dizi etnik temelli,
milliyetçi ve birbirine rakip ulus-devlete yol verdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun son
günlerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak bu neredeyse asırlık Arap-Türk siyasî
düşmanlığı dönemi, muhtemelen sonuna yaklaşmakta; yeni ve daha verimli ilişkilere kapı
aralanmaktadır. Bunun sonucunda, Osmanlı mirasına bugün artık bütün taraflarca daha
dengeli bir gözle bakılmaktadır.
Osmanlı yönetimi, bu çoklu tehditler karşısında çareler ararken, Osmanlıcılık doktrini
adı altında, İslami kavramlar, reformcu inisiyatifler ve Batılı milliyetçilik arasında ilginç bir
bileşim geliştirdi; çokuluslu imparatorluğa yeni bir “millî” bağlılık duygusu yaratmayı
amaçlayan bir ideolojiydi bu. Osmanlıcılık, İslami fikirler ile Batılı Aydınlanma fikirlerini
sentezlemeye yönelik bilinçli bir çabayı temsil ediyordu.
Araplar ve İmparatorluğun Dağılması
Her iki taraftaki popüler mitlerin aksine, Türkler ile Araplar arasında uzun süreli bir
düşmanlık olmamıştır.
Önemli gerçek şudur ki, imparatorluğun Arap nüfusu, ilke olarak, dağıldığı son ana
kadar imparatorluğa sadık kalmıştır. Buna rağmen bugün yaygın Türk görüşü, imparatorluğun
Arap nüfusunun İngiliz ve Fransızların yanında yer alarak “Türkiye’yi arkadan vurduğu”
şeklindedir.
Arap dünyasında Osmanlı otoritesini sarsmaya yönelik İngiliz ve Fransız gayretlerine
rağmen, ta 1. Dünya Savaşı’na kadar, Osmanlı devleti, parlamentosu ve idari düzeni, Araplar
tarafından büyük ölçüde kabul görmüştür. Bu dönemde Arap uleması bile neredeyse tam
mutabakat halinde Osmanlı iktidarına ve kurumlarına sadık kalmıştır.
Esasen etnik Arap milliyetçiliğine bağlı güçler, ancak imparatorluk çöktükten ve Arap
dünyası sömürgeci İngiliz ve Fransız güçleri tarafından ele geçirildikten sonra üstünlük
kurabilmişlerdir.
Pan-İslamizmin Doğuşu
Sultan II. Abdülhamit, imparatorluğun geniş Müslüman kesiminin bütünlüğünü
koruyabilmek için Pan İslamizm ideolojisine yönelerek, Müslüman dünyanın tahtının Batılı
imansızların tehdidi altında olduğunu belirten ve Müslümanları Hıristiyan Avrupalı işgalci
düşmanlara karşı birlik olmaya çağıran kapsamlı bir ferman yayınladı.
Pan-İslamist bir politika kavramının bizzat kendisi, bugün elbette ki modern
Türkiye’nin Kemalist ideolojisine ve seküler değerlerine son derece yabancı bir kavramdır;
oysa tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan daha sâdece bir onyıl öncesinde
İstanbul’da Pan-İslamizm düşüncesinin ne kadar da yaygın bir fikir olduğunu ortaya
koymaktadır.
Her ne kadar Pan-İslamizm ideolojisinin çağdaş Türkiye tarafından dış politikaya asla
temel alınmayacağı neredeyse kesin ise de, realite şudur ki, bugün Müslüman dünya hâlâ bir
lider arayışındadır. Mevcut liderlik boşluğunun ışığı altında Türkiye giderek daha fazla itibar
edilen, bağımsız ve başarılı bir Müslüman ses olarak daha dikkatle dinlenmektedir. Türklerin
birçoğunun böyle bir lider boşluğunu doldurma hevesi muhtemelen ancak minimal
düzeydedir; birçok Müslümanın Türkiye’yi bu rolü oynamaya çağırması da çok muhtemel
değildir. Ancak bu boşluk mevcut oldukça, Türkiye’nin eninde sonunda bölge üzerinde
etkisini yaymaya en ehil ve becerikli ülke olma ihtimali, diğer bir Müslüman ülkeninkinden
çok daha fazladır.
Kemalist Deneyim
Kemalistlerin Müslüman Dünyadan Kopuşu
Kemalist misyon her ne kadar son derece reformist bir yapıya sâhip olsa da bu reform
dürtüsü, durup dururken boşlukta doğmuş bir olgu değildir. 
www.altinicizdiklerim.com 7
Kemalist reformlar, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu reform hareketleri
birikiminin bir sonucunu ve zirveye tırmandığı anı temsil eder!
Türk Devleti ve Milletini Yeniden İnşa Etmek
Kemalistler açıkça Türk etnik milliyetçiliği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik
unsurlu, çok-dinli ve İslami yönelimli değerlerinin yerini alacak yeni bir milliyetçi değerler
kümesi üzerine bina edilmiş yeni bir Türk ulus-devleti inşa etmek istiyorlardı.
İlaveten, yeni etnik temelli ulus-devleti destekleyecek şekilde tarih de yeniden yazıldı:
Buna göre Türklerin şan ve şerefi İslam’la değil, İslam’dan çok daha önceki dönemlerde
başlamıştı; hâttâ bâzı yazarlar Türk tarihinin İslam’la batağa saplanmış hale geldiğini ileri
sürdüler. Türk dili üzerinde de radikal değiştirme çalışmaları yapıldı: Osmanlı Türkçesinin
merkezinde yer alan, Arapça ve Farsça’dan ödünç alınmış çok sayıda sözcük atılırken,
bunların yerini eski Türkçe kökenli sözcüklerden türetilen geniş bir yeni sözcük dağarcığı
aldı. Arapça alfabe kaldırılarak yerine Latin alfabe kondu. Bu değişiklikler, sonraki nesillerin
Osmanlı geçmişine dair bütün bir yazılı külliyata rutin erişiminin önünü bir kalemde tıkadı.
Siyasî alanda, saltanat kaldırılarak cumhuriyet kuruldu. Ayrıca, seçilmiş Batılı yasalar toptan
alınarak, islam hukukunun bütün birikimi atıl hale getirildi. Batılı giyim tarzı yeni ve gerekli
norm haline gelirken, kadınlar herhangi bir tür örtü kullanmaktan caydırıldı.
Atatürk’ün 1924 yılında bizzat bütün Sünni dünyanın en üst dinî mercii olan Halifeliği
kaldırmasıyla birlikte Türkiye, İslam dünyası ile ilişkilerine en önemli darbeyi vurmuş oldu.
Bu son derece önemli bir olaydı.
Bu eylem, bir İtalyan Başbakanı’nın dünyanın her yanında bulunan Katolik
topluluklara danışmadan, ani bir kararla Papalığı ilga etmesi gibi bir şeydi.
Halifeliğin devam eden eksikliği, yirmi birinci yüzyılın İslami hareketlerinin çoğunda
yeni yankı bulmuştur. Gerçekten de bu eksikliğin İslam’ın bugünkü zayıflığının ve
bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğu birçok kişi tarafından kabul edilmektedir.
Kemalist Türkiye, Müslümanlar için, özellikle de Araplar için, İslam’ın, Arap
dünyasının ve daha genelde İslam dünyasının Türklerle olan kadim bağlarının ve ortak
kültürlerinin tümüyle reddini temsil etmektedir.
Arap tarihi, 1258 yılında Abbasi Halifeliği’nin Moğollara yenik düşmesiyle “sona
ermişti.” O günden sonra, Araplar uluslararası alanda bağımsız bir oyuncu olmaktan çıkmış;
zira önce Selçuklu Türklerine, daha sonra da Osmanlı Türklerine boyun eğmişlerdi. Arap
milliyetçileri, adı geçen yüzyıllar boyunca bağımsızlıklarını korumuş, kendi kurumlarını ve
iktidarlarını geliştirmiş olsalardı-aynen Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibiAvrupa emperyalizmine daha iyi karşı koyabilir durumda olabileceklerine inanmaya
başladılar.
Türklerin Arap Dünyasını Kötülemesi
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Arap dünyası, birçok nedenle Türk dış politikasının ilgi
alanının bir hayli dışında kalmıştır: (1) Arap dünyası artık Türk devletinin bir parçası değildi;
(2) Komşu Arap devletleri Avrupa’nın manda yönetimleri altındaydı, bundan dolayı da
uluslararası alanda gerçek bir rol oynayabilir veya Ankara’ya bir tehdit oluşturabilir durumda
değillerdi; (3) Türkiye, kendi içinde yeni ulus-inşası işleriyle fazlasıyla meşguldü; ve nihayet
(4) Türkiye’nin önceliği, eski Avrupalı düşmanlarıyla yeni bağlar kurmaktı.
İslam kültürü, Türklerin geri kalmışlığının ve zayıflığının kaynağı olarak görülüyordu;
yeni aydınlanmış bir Türkiye’nin yükselişi, ancak “öteki” uçtan olacaktı. Bunun sonucu
olarak Arapça ve Arap kültürü konusundaki çalışmalar, dinî çalışmalarla ilgilenen küçük bir
azınlık çevresi dışında, Türk toplumunda neredeyse tamamen ortadan kalktı.
Ateşli Türk milliyetçilerinin çoğunun gözünde İslam ve din adamları, Türk
vatanseverliğinin antitezi haline gelmişti, ki Türk siyasî dilinde bunun anlamı, hainlik değilse
bile bir hayli kuşkulu bir konuma düşmek demekti. 
www.altinicizdiklerim.com 8
Kemalistlerin hızlı bir şekilde propagandasını yaptığı görüşe göre Arap dünyası,
sâdece Osmanlı’nın geri kalmışlığının kaynağı değildi, aynı zamanda Türkiye’yi “karanlık
çağlar”a geri götürme tehdidini de taşıyordu.
Sonuç
II. Dünya Savaşı’na kadar Müslüman dünya, Türk dış politikası hesaplarında son
derece önemsiz bir rol oynamıştır. Yeni Cumhuriyet esas itibariyle daha acil olan Avrupa’nın
emperyal siyasetinin meseleleriyle uğraşırken, Arap dünyasının büyük bölümü de Avrupa’nın
emperyal mandasına girmişti. Sonuç olarak Ankara’nın bölgeye karşı tavrı; kültürel olarak
red, siyasî olaraksa küçük görme değilse bile belirgin bir siyasî soğukluk şeklinde cereyan
etmiştir.
Soğuk Savaş Ara Dönemi
Türkiye Batı Safında
Sovyet tehdidinin yükselmesinin etkisiyle, Türkiye’nin yeni bir unsur olarak Batı
savunmasına katılması ve Türkiye’de Arap dünyasına karşı artan ideolojik düşmanlık, TürkAmerikan ilişkilerinde önemli bir köşe taşı oluşturmuştu. Soğuk Savaş aynı zamanda Orta
Doğu’ya yönelik Türk dış politikasında son derece dar görüşlü ve başarısız bir dönemi
işaretlemektedir.
1952’ye gelindiğinde Türkiye, Batı güvenlik sisteminin bütünleyici bir parçası haline
gelmiş ve Washington tarafından bürokratik anlamda “Avrupa’nın parçası” olarak yeniden
sınıflandırılmıştır. Türkiye, yüzyıllarca Avrupalı emperyal arzuların kurbanı olduktan sonra,
artık Avrupa sistemi içinde kendisine koruma temin etmeyi başarmıştı.
ABD, 1955’te Bağdat Paktı’nı vücuda getirmiştir. İngiltere, Türkiye, İran, Pakistan ve
Afganistan ile, tek Arap üye olarak Irak monarşisinin dâhil olduğu bu pakt, Sovyetler
Birliği’ni çevreleyip kuşatmaya dönük, daha geniş bir stratejinin parçasıydı. Ancak Türk ve
Irak hükümetlerinin pakta verdikleri destek, Arap kamuoyunu kızdırdı; zira Arap kamuoyu
kendisini ilgilendiren en büyük stratejik tehdit olarak Sovyet askeri saldırısını değil, devam
eden Arap-İsrail askeri çatışmasını görüyordu.
1950’den 1960’a kadar, Adnan Menderes yönetimi altında Türkiye’nin demokratik
yolla seçilmiş ilk hükümeti döneminde, ülkenin dış politikası hemen tamamen Batının
çıkarlarına göre pozisyon aldı.
Türkiye, 1955’te Ürdün hükümetine, Bağdat Paktı’na katılmaması halinde (hiçbir
zaman da katılmadı) Türkiye’nin bir gün Ürdün’e karşı İsrail’in yanında savaşabileceğini
belirtti. Bu tehdidin ardından Washington ve Londra, Türkiye’yi esas itibariyle Batı-yanlısı
olan Arap liderleri kendisinden uzaklaştırmaması konusunda uyardı.
Cezayir’in Fransa’ya karşı sert bir anti-sömürgeci savaş verdiği sırada, 1955’te,
Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Türkiye Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy
kullanmak suretiyle gelişmekte olan dünyayı şoke etmişti. Ankara herhangi bir ulusal kurtuluş
savaşına daha baştan kuşkuyla yaklaşıyordu.
Ankara, Birleşik Devletler ile olan yakın bağlarına rağmen 1960’larda Washington ile
iki ciddi kriz yaşamıştır. Küba Füze Krizi ve Kıbrıs konusundaki ABD politikası, ABD’nin
güvenlik garantilerinin inanılırlığı ve Türk çıkarlarına karşı ABD duyarlılığının derecesi
konularında Ankara nezdinde kuşku yaratmıştır.
Arap Dünyası ile İdeolojik Kapışma
Şiddetlenen Filistinli göçmen sorunu ve İsrail’e karşı ardı ardına alınan yenilgilerin
yarattığı travmayla, Arap devletleri bu dönemde-çoğu zaman askeri olmak üzere-otoriteryen
rejimler tarafından yönetilen “polis devletler” haline gelmeye başladılar.
www.altinicizdiklerim.com 9
 Milliyetçi duygular ve anti-emperyalist bilincin bu yükseliş atmosferinde, birçok Arap
lider, gerek silâh temini ve gerekse Batı gücüne karşı daha geniş bir diplomatik denge
arayışıyla giderek yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Moskova’nın en önemli müşterileri
arasında-Türkiye sınırında yer alan-Suriye ve Irak’ın yanı sıra Cezayir, Libya, Mısır ve
Yemen vardı.
Güç dengesi politikaları, Araplar açısından, benimsenebilecek en güvenli politika idi.
Türkiye kendisini Batılı kampa satmış, Batılı stratejik amaçlara hizmet etme azminde, arap
ihtiyaç ve arzularına karşı ise hasmane tutum alan bir ülke olarak algılanıyordu.
Bölge Devletleri ile İlişkiler
Ankara’nın Arap dünyası ile olan daha çok çatışmacı ilişkilerine karşılık Pehlevi İranı
ile ilişkileri iyiydi. Her ne kadar Şah çoğu zaman Türkiye’yi bir parça rakip olarak görse de,
Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan ortak jeopolitik korkulara ve Batı’nın desteğine duyulan
ortak arzuya dayanan bu ilişkiler, 1979’daki İran Devrimi’ne kadar devam etti. Her ne kadar
üye devletler söz konusu işbirliği düzenlemelerine hiçbir zaman ciddi bir önem atfetmedilerse
de, İran ve Türkiye aynı zamanda Bağdat Paktı, CENTO, daha sonra İktisadi İşbirliği
Örgütü’ne dönüşecek olan İşbirliği ve Kalkınma Bölgesi gibi bölgesel örgütlerin üyesi
oldular.
Türkiye ile Suriye arasındaki olumsuz ilişkiler, Soğuk Savaş döneminde daha da
yoğunlaştı. Daha geniş bir jeopolitik düşmanlık bağlamı içinde, gerek Türkiye gerekse Suriye
karşı tarafa baskı yapabileceği araçlar peşinde koştu: Türkiye’nin elindeki temel koz,
Suriye’ye akan Fırat sularının kontrolü iken; Suriye’nin kozu, Türkiye devletine karşı
harekete geçmiş olan Kürt isyancılara yardım sağlama şeklindeydi. Örneğin Şam, 1980’lerin
başından itibaren Kürt İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’a sığınma hakkı tanımış ve
bu örgüte gerilla eğitim kampları ve lojistik destek sağlamıştır.
Müslüman Dünyaya Yönelik Yeni Açılımlar
Orta Doğu ile Artan Ekonomik İlişkiler: 1970-1980
1970’lerden başlayarak, Türkiye ilk defa dış politikasına ekonomik bir boyut ekledi.
Bunda üç haneli enflasyon, yarı kapasiteyle çalışan sanayi üretimi ve 1973’te petrol
fiyatlarının ciddi biçimde yükselişini takiben dış kredilerin faiz borçlarını ödemek için gerekli
sağlam parayı temin edememe gibi sorunlardan oluşan büyük ekonomik krizin etkisi olmuştu.
Bunun sonucu olarak Ankara, Orta Doğu ile olan ilişkilerinde sâdece güvenliğe odaklı
yaklaşımdan uzaklaşmıştır. Her ne kadar bölgeyi bir ölçüde düşman bir blok olarak görme
eğiliminde olsa da, karşılıklı devlet çıkarlarına dayalı yeni ikili ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Nitekim 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalıp, Birleşik Devletler’in İsrail’e yakıt
veya başka türlü bir destek sağlamak üzere üslerini kullanmasına izin vermemiştir. Aynı şey
1973 Yom Kippur Savaşı’nda da söz konusu olmuştur. Türkiye aynı zamanda İsrail’in Batı
Şeria ve Gazze Şeridi’nde işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından çekilmesini isteyen BM
çağrılarını desteklemiş, 1976’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tanımış, daha sonra da
FKÖ’nün Ankara’da büro açmasına izin vermiştir. Ankara 1980’de İran’daki Amerikan
rehineleri kurtarma konusundaki talihsiz ABD girişimine de destek vermemiş ve
Washington’un Orta Doğu’ya yönelik Acil Müdahale Gücü teşkil etme planlarına direnmiştir.
İran-Irak Savaşı
İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye, o eski Kemalist tarafsızlık ilkesine geri dönerek
tarafsız kalmış, rehine krizinden sonra Birleşik Devletler’in Tahran’a uyguladığı ticaret
ambargosunu benimsemeyi manidar biçimde reddetmişti. Bunun sonucunda, savaştan en kârlı
çıkan taraf Ankara olmuştur, zira savaşan her iki taraf da çatışma sırasında ekonomik olarak
yüksek oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelmiştir. Türkiye bu ülkelerin Batı’ya açılabildikleri
ender kapılardan biri ve yerel gıda maddelerinin temin kaynağı olmuştur. 
www.altinicizdiklerim.com 10
Türkiye’nin Irak ile ticareti savaş sırasında yediye katlanarak, 961 milyon dolara veya
Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 12’sine ulaşmıştır. Bu kazançlar Türkiye’de devam
eden ekonomik krizin aşılmasına bir hayli yardımcı olmuştur.
1991 Körfez Savaşı
Türkiye’nin İran-Irak Savaşı sırasında tarafsız kalmış ve bu duruştan ekonomik
kazançlar sağlamış olmasına rağmen, 1991 Körfez Savaşı’nın patlak vermesiyle Özal,
Saddam Hüseyin’e karşı girişilen kavgada Türkiye’yi ABD öncülüğündeki koalisyonla aynı
safa sokmak suretiyle durumu çarpıcı bir şekilde değiştirmiştir.
İslam Konferansı Örgütü
Türkiye, başlangıçta Suudi sponsorluğunda oluşturulmuş, bütün Müslüman ülkelerin
menfaatlerini temsil etmeyi ve korumayı amaçlayan uluslararası bir Müslüman örgüt olan
İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) bünyesindeki uzun süreli, düşük profilli ve gayri-resmî
üyeliğine fazla bir önem atfetmemiştir. Hâttâ parlamento, Türkiye’nin tamamen Müslüman
bir örgüte üyeliğini uzun yıllar onaylamamıştır bile. Ancak 1969 yılına gelindiğinde, Türk
Dışişleri Bakanı’nın Rabat’ta bir İKÖ zirvesine ilk kez katılmasıyla Türkiye’nin İKÖ üyeliği
iç politik bir mesele haline gelmiş ve radikal laikçilerin itirazlarına konu olmuştur. Fakat
Türkiye’nin İKÖ üyeliği, 1980’lerin ortalarında Bulgaristan’daki Türk azınlığın baskıya
uğramasına karşı Ankara’nın, verdiği mücadeleye destek bulmasını sağlamıştır. Türkiye
Müslüman dünya ile olan ilişkilerine daha fazla önem vermeye başladıkça, yararlı bir
diplomatik araç olarak İKÖ’ye daha büyük bir ilgiyle bakmaya başlamıştır, özellikle de Bosna
krizi sırasında.
Suriye Boyun Eğiyor
Türk ordusunun, 1999 yılında, PKK’ya desteğinden ötürü Suriye’yi açıkça savaşla
tehdit etmesi, Türkiye’nin Arap dünyası ile olan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra izole hale gelmiş olan ve 1990’larda gelişen Türkİsrail stratejik işbirliğinden endişe duyan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat, kendisinden
beklenmedik şekilde Türkiye’ye boyun eğmiştir.
Sonuç
Otuz yıllık bir dönem boyunca, önce ekonomik, ardından da politik ve stratejik
alanlarda olmak üzere, Türkiye aşamalı ama net bir Orta Doğu ile daha yakından ilgilenme
sürecinden geçmiştir. Müslüman dünya ile düzenli ve geniş kapsamlı temaslar, Türkiye’nin
dış politika sürecinin merkezinde giderek daha büyük oranda yer tutar hale gelmiştir.
Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi
Modern Türk devletinin sıkı İslam karşıtı yapısına rağmen Türkiye, sâdece Türkiye
için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslamı için oldukça önemli iki dinamik İslami
hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen
hareketi. Bunun sonucu olarak, özellikle halihazırda evrilmekte olan siyasî bağlamı içinde,
Türk İslamı’nın yeni yüzü, giderek her yerde Müslümanların daha fazla ilgisini çekmektedir.
Adalet ve Kalkınma Partisi
Kuşkusuz AKP pat diye gökten düşmemiş; Türkiye’de otuz-beş yıllık bir zaman
zarfında evrilip gelişmiş, öğrenmiş ve değişmiş bir dizi İslami hareketin içinden büyüyüp
ortaya çıkmıştır. Ancak AKP, 1970’den 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı
partiye liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk
kurtulan partidir.
Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve
ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır. Bu süreç, Özal’ın 1980’lerdeki ekonomik açılımlarını
içermektedir; söz konusu açılımlar dış yatırımları, İslami bankacılık faaliyetlerini, dış ticareti, 
www.altinicizdiklerim.com 11
özel girişimcilik fırsatlarını ve genelde ülke içinde refahı arttırmıştır. Bu değişiklikler en
azından üç grubu güçlendirmiştir: Yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı; şehirlerdeki
geleneksel alt sınıflar; ve modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan,
yeni ve büyüyen bir İslami profesyoneller ve entelektüeller sınıfı.
Geleneksel zihniyetli yeni Anadolu işadamları sınıfı, Atatürk’ü bir reformcu ve ülkeyi
Batı emperyalizminden kurtaran kişi olarak takdir etse de, Osmanlı geçmişi ile derin bir
özdeşleşmeyi sürdürmekte ve Kemalizm’in bünyesinde taşıdığı, ülkenin Osmanlı ve İslami
mazisini küçümseyip kötüleme düşüncesinden rahatsızlık duymaktadır. Bu yeni sınıfın gerek
Türkiye’nin İslamcı partileri için gerekse politik bir hareket olmayan Gülen hareketi için
anahtar bir finansal destek kaynağı olduğu anlaşılmaktadır.
1990’ların ortalarında İslamcı temsilin parlamentoda arttığına ve Ankara ile İstanbul
dâhil ülkenin dört bir yanındaki önemli belediyelerde İslamcıların seçim zaferlerine tanık
olunmuştur.
Eski başarılı İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Ağustos
2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en
ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur.
AKP, kendisini bir “muhafazakâr demokrat parti” olarak tanımlamakta ve kendisini
tarif ederken “İslami” veya “İslamcı” gibi bir terim kullanmaktan kaçınmaktadır. Bu tutum,
askeriyenin İslamcılar hakkındaki fazlasıyla negatif görüşleri dikkate alındığında, elbette ki
siyaseten zekice bir tutumdur.
Yine de AKP’nin Erbakan’ın uzun süredir izlediği politikalardan ciddi biçimde
sapması, Türk seçmenlerin bir kısmı tarafından hâlâ kuşkuyla karşılanmaktadır; bunun başlıca
nedeni ise Erdoğan ve Gül gibi, eski Erbakan kadroları içinde yer almış bâzı anahtar
şahsiyetlerin partide liderliğinin devam etmesidir. Ancak bu dönüş, Erdoğan’ın zaman zaman
suçlandığı gibi bir “dinsel gizlenme”yi (takiyye) değil, daha ziyade, politikalarda bilinçli bir
sapmayı temsil etmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın kıdemli danışmanlarından Yalçın Akdoğan, AKP’yi “değerlerde
muhafazakâr, geçmiş tarihine, kültürüne ve dinine sâhip çıkan bir ulusal kitle partisi” olarak
tanımlamaktadır.
Akdoğan’ın dediğine göre AKP’nin dış politikasında Orta Doğu’da Türk millî
menfaatlerini kollamaktan başka özel bir misyon yoktur. Esasen AKP’nin, Türkiye içinde
hiçbir dinî veya etnik grupla veya herhangi bir dış bölgesel grup ya da örgütle bağlantısı
bulunmamaktadır. Akdoğan’a göre partinin Türkiye’de sâhip olduğu geniş desteğin sebebi de
budur.
AKP İslamcı mıdır?
Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın dediğine göre AKP,
kendisini “ılımlı İslamcı” bir parti olarak değil, daha ziyade “ılımlı Müslümanlar”dan oluşan
bir parti olarak görmektedir. Mehmet Aydın ve daha birçok AKP üyesi, yeni bir
“Müslümancılık” kavramından söz etmektedir; AKP üyelerinin kabul ettiği bu kavrama göre
insanların “dinsel değerleri birey olarak onların kamuya hizmet etmelerine ilham kaynağı
olmaktadır, ancak bu onların politik kimliklerinin bir parçası olarak yorumlanamaz. Dinin
temelde kişisel bir şey olduğunu kabul etmekle birlikte, AKP “seküler devlet sisteminden
taviz vermeden [dinin] kamusal ve siyasal alanlara eklemlenebileceğini” ileri sürmektedir.
Bir partinin İslamcı veya İslami bir parti olup olmadığını belirleyen şey nedir? Benim
görüşümce, “İslamcı” terimi, Kur’an’ın ve Peygamber’in hayatının İslami yönetişim ve
toplumla ilgili önemli ilkeler va’zettiğine inanan geniş bir aktivistler spektrumuna
uygulanabilir bir terimdir.
Müslümancılık (Muslimhood) kavramı, açık bir dinî gündemi partinin siyasî
programından çıkarırken, İslam’ın doğasından gelen değerleri dışlamayan, yaratıcı bir
kavramdır. Ben bir dizi başka nedenle de AKP’yi bir tür İslamcı parti saymaktayım.
www.altinicizdiklerim.com 12
İlk olarak, AKP liderlerinin geniş bir kesimi doğrudan doğruya Türkiye’nin geniş
İslami hareketinin içinden gelmektedir ve geçmişte Erbakan ve onun Refah/Fazilet Partisi ile
yakından ilişkili olmuşlardır.
İkincisi, kendisini “muhafazakâr” bir parti olarak tarif ederken AKP, aslında İslam ile
Türkiye’nin Osmanlı mirasının bastırılması yerine tanınması ve takdir edilmesi şeklinde, Türk
müminlerinin çoğunda bulunan yaygın bir arzuya karşılık vermektedir.
Üçüncüsü, parti inançlı Müslümanlar tarafından hararetle desteklenmektedir-bununla
birlikte, kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere, AKP desteği sâdece bu grupla sınırlı
değildir-ve bâzı önde gelen Türk işadamlarının protesto ettiği gibi, dinî meseleler üzerinde,
ihtiyaç duyulan reformlar pahasına kutuplaşma yaratacak kadar fazla odaklanmaktadır.
Dördüncüsü, AKP birçok sosyal-dinî politika izlemiştir: Şu ana kadar başarılı olamasa
da, devlet dairelerinde, üniversitelerde, kamu hizmetlerinde ve siyasette kadınların başörtüsü
takması konusunda devletçe getirilen yasağın kaldırılmasını desteklemiştir; zinanın suç
sayılması düşüncesiyle kısa bir süre flört etmiş, sonra bundan vazgeçmiştir; imam-hatip
okullarının geniş akademik sisteme tam entegrasyonu çağrısı yapmıştır; kamu yaşamında
İslam için daha fazla ifâde özgürlüğü istemektedir; İslami bankacılık üzerinde yakinen
çalışmıştır; ve tarihsel İslami Osmanlı sembolizminin unsurlarına destek vermiştir.
Beşincisi, AKP üyeleri genel olarak dindar ve Tanrı’ya hürmetkar özellikler
göstermektedirler.
Altıncısı, AKP liderleri öteki Müslüman ülkelerle acilen iyi ilişkiler kurulması ve bu
ülkeleri izole edip radikalleştirmeye son verilmesi ihtiyacının altını çizmektedir.
Dolayısıyla, geniş Müslüman dünyanın standartları açısından bakıldığında, AKP açık
bir şekilde ılımlı İslamcı kategorisine girmektedir.
İslamcı bir entelektüel olarak Mehmet Metiner şöyle der: “Devlet kişisel maneviyat
empoze edemez. Bizlere günah işlemek özgürlüğü tanınmalıdır. Sâdece Allah’a hesap
vermekle yükümlüyüz. Cehennemin kapılarından içeri girmek yasaklanmamalıdır. Metiner,
Müslümancılık kavramını tartışırken şunu da ifâde etmiştir ki; İslâm, sâdece şeriat hukukuna
bağlı olmaya indirgenemez. Ona göre İslam, yalnızca bir kişisel inanç sistemi ve eylem kodu
değildir; aynı zamanda bir kimlik ve âidiyet duygusu, mânevî ve cemaatsel bir yönelim ve
kişisel bir bağlantı sağlamakta; basit kanuni düzenlemelerden çok daha geniş bir tarihsel ve
felsefi vizyon önermektedir. Bu görüşler, her ne kadar İran ve Suudi Arabistan’da bulunan
boğucu hukuki yapı ile keskin bir zıtlık içerse de, Müslüman dünyada pek çok başka liberal
İslamcı tarafından da paylaşılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ehil bir din hukukçusudur ve etkileyici bir
akademik geçmişe ve din anlayışını yenileme kararlılığına sahiptir. Başkanlık halihazırda yeni
bir Kur’an tefsiri ortaya koyacak uzun vadeli bir projeyi tamamlamak üzeredir. Bardakoğlu
şöyle demektedir:
“Her toplum ve birey, dinî yukarıdan aşağıya, kendi özel dünyasına indirmekte ve
kendi dünyasının ve imkanlarının çerçevesi içinde kendi dindarlık duygusunu pratiğe
yansıtmaktadır... Dinin bizzat kendisinde reform yoktur, sâdece kendi din anlayışımızda bir
yenilenme söz konusudur, daimi bir yenilenme... Temel dinî kaynaklar dışında, geçmişin din
yorumlarını bugün harfi harfine bir model olarak almamalıyız. Her dönemin kendine ait, o
dönem ve o dönemin kendi koşulları için anlamlı olan bir din anlayışı vardır; biz bunlardan
fikir üretebilir, tecrübe kazanabiliriz.”
Müslüman dünya bugün Türkiye’yi büyük bir ilgiyle izlemektedir, sâdece ne
söylediğini değil, aynı zamanda ne yaptığını da.
Fethullah Gülen Hareketi
Nur hareketinin kökleri, imparatorluğun gerileme döneminde ortaya çıkan siyasî
kargaşa, bozgun ve mânevî bunalımlardan doğmuştur.
www.altinicizdiklerim.com 13
Nur hareketinin kurucusu Bediüzzaman Said Nursi, kayda değer bir İslamcı modernist
düşünürdür.
Gülen hareketi Nur hareketinden çıkmaktadır. Gülen hareketi ülkedeki en geniş ve en
güçlü altyapı ve finansal kaynaklara sâhip hareket olarak toplum hayatına damgasını
vurmaktadır.
Gülen hareketi bir tür millet duygusu ile İslam’ı belirli bir şekilde kaynaştırması ile
karakterize edilmektedir. Öteki İslami hareketlerin çoğunun aksine, devlet tarafından
bastırıldığı zaman bile, devletle bir hayli barışık bir hareket olmuş ve Türk dış politikasının
genel amaçlarına arka çıkmıştır.
Esasen Gülen’in devletle iyi geçinme arzusu, Türkiye’de bâzı İslamcılar arasında
eleştiri konusu olmuştur.
Hareket-neredeyse kendisini Calvinist bir karaktere büründürür şekilde-dünya
hayatıyla aktif olarak ilgilenen, eğitimli ve müreffeh bir inananlar toplumu inşa etme peşinde
koşmaktadır. Hareketin bâzı önemli inisiyatifleri, inançları ve faaliyetleri aşağıda
özetlenmiştir.
1. Eğitim
Gülen hareketi eğitimi sosyal değişim ve toplumsal yenilenmenin en önde gelen aracı
olarak görür. Dinin ancak bilgisizliğin tümüyle ortadan kaldırılmasıyla tam olarak
anlaşılabileceği ve toplumun güçlenmesi ve ilerlemesinin ancak yaygın bir eğitimle mümkün
olabileceği üzerinde ısrarla durur.
Bu kanaatlerin bir uzantısı olarak Gülen hareketi, yüzlerce okuldan oluşan bir ağ inşa
etmiş, bir öncü program başlatmıştır. Bunun parasal kaynağı, toplumdan ve bir okul yapmanın
modern zamanlarda cami yapmaya denk bir hayır olduğuna inanan zengin işadamlarından
gelmektedir.
Bu okulların popüler olması eğitimin kalitesinden, tertip ve düzenlerinden ve
öğretmenlerinin kendilerini işlerine adamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Gülen karşıtları kendisini gizli bir gündem peşinde olmakla ve evlerde kalan
çocukların beyinlerini dinî öğretileri kabul etmeleri yönünde yıkamakla, böylece laiklik
konusundaki Türk yasalarını ihlal etmekle suçlamaktadırlar.
2. Şiddet ve Aşırılıkçılık
Hareket her türlü aşırılıkçılık ve şiddeti reddetmekte, bunların İslam’ın hakiki
mesajıyla uyuşmadığını belirtmekte ve dinî cemaatler arasında hoşgörünün geliştirilmesi
üzerinde durmaktadır.
Dinler arasında tolerans, Gülen için çok önemli konulardan biri olmaya devam
etmektedir. Gülen’e yönelik eleştiriler, onun Sünni olmayan İslam biçimlerine, meselâ
Türkiye’deki geniş alevi (heterodoks Şii) cemaatine karşı daha az duyarlı olduğuna işaret
etmektedir.
3. Medya Kullanımı
Gülen hareketinin dikkat çekici özelliklerinden biri de modern medyayı gayet ustaca
kullanmasıdır ki bu, dünya çapında başka birçok İslami hareketin de tipik özelliğidir. Hareket,
Türkiye’deki muhtemelen en yüksek tirajlı ve en bağımsız günlük gazete olan Zaman, etkili
bir televizyon istasyonu ve birçok radyo istasyonunun yanı sıra aralarında popüler bir haftalık
derginin de bulunduğu çok sayıda dergiyi içeren ciddi bir medya imparatorluğu kurmuştur.
4. Hareket Gerçekten de Apolitik midir?
Gülen hareketi toplumda bölünmelere yol açmasının yanı sıra, değerler ve ilkeler gibi
çok önemli meselelerden uzaklaştırdığı inancıyla siyasetten kaçınmaktadır.
www.altinicizdiklerim.com 14
Şayet toplumu dönüştürmeye yönelik her girişimi politik bir proje olarak
nitelendirirsek, bir anlamda bunu da politik bir proje olarak adlandırmak mümkündür. Fakat
bana göre bu hareket, en az bu kadar da sosyal ya da mânevî bir projedir.
5. Yüksek Derecede Kabul Edilebilirlik
Hareketin karşıtları bu hareketin sâdece hile yaptığını ve “gerçek gündemi”ni
gizlediğini iddia etmektedirler ki bu aşırı ve kanıtlanamaz bir suçlamadır. Askeriyedeki birçok
kişi, hareketin çapından ve toplumsal etkisinden çekinmekte ve en nihayetinde Türkiye
Cumhuriyeti’nin lâik düzenini yıkmayı amaçladığına inanmaktadır. Bunun sonucu olarak,
Gülen hareketi mensuplarının ordu, istihbarat ve güvenlik teşkilatına girmesi
engellenmektedir. Ancak hareket, üyelerinin dışlanmadığı polis teşkilatı içinde önemli bir etki
gücüne kavuşmuş durumdadır, bu olgu ise askeriyeyi rahatsız etmektedir.
6. Bir Ulusal İslam Vizyonu
Gülen hareketi, bilinçli olarak, Türk toplumunun bağlamı içinde hareket etmektedir;
Pan-islami bir hareketin bir parçası olarak değil. Dolayısıyla hareket, devlete veya sisteme
karşı değildir. Tolerans, akıl ve din özgürlüğü çerçevesi içinde hareket ettiği sürece Türk
milliyetçiliğini hareketin değerleriyle uyumlu olarak görür.
“Türk İslamı” Diye Bir Şey Var mı?
Bâzı ulus-ötesi İslami hareketler İslam’ın mesajının tamamen devleti aşması
gerektiğine inanmaktadırlar. Böyle olunca, Gülen hareketinin “Türk İslamı” olarak
adlandırılabilecek özel bir yerel form yaratarak çağdaş Türk devleti değerleri içinde çalışma
istekliliğini ilke olarak reddetmektedirler. Ancak acaba gerçekten Türk İslamı diye bir şey var
mıdır?
Gülen, global İslam’ın evrimini farklı ve iyi bilinen tarihsel çizgiler üzerinde ilerleyen
ve tarih boyunca özel kişilerin ve halkların aracılıkları yoluyla işleyen bir süreç olarak
algılamaktadır.
Esasen Gülen, İslam’ın farklı bir kolu olarak Türk İslamı diye bir şeyin varlığını
reddedecektir, hele farklı bir din formunu hiç kabul etmeyecektir; kendisi bu kavrama sâdece
belirli bir kültürel ve tarihsel tecrübe birikimi olarak atıf yapmaktadır.
İlke olarak Gülen hareketi, ulusal ifâde biçimlerine olanak tanıyan, ama İslam’ın
evrensel karakterini inkar etmeyen bir İslam anlayışı önermektedir. Bu anlamda, her biri
kendine özgü tarzda, kendi kültürel, dilsel, coğrafi ve tarihsel deneyimlerinden fışkıran
Mısırlı, Pakistanlı ve Endonezyalı İslam formları açıkça mevcuttur.
Uzun zaman boyunca, Gülen hareketinin arası Türkiye’nin İslamcı partileriyle bile iyi
olmamıştır, özellikle de Erbakancı partiler zinciriyle ve hâttâ başlarda AKP ile bile. Gülen
İslami hareketlerin siyasetten uzak durması gerektiği üzerinde ısrar eder, hâttâ kendisinin
İslamcı olarak tarif edilmesine bile itirazı vardır.
Ancak AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal
platform benimsediğinden beri Gülen hareketi, AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde
azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok
daha iyi durumdadır.
AKP aynı zamanda büyük ölçüde kentsel bir olgu iken, Gülen hareketi kırda ve
kasabalarda daha güçlü köklere sâhip olmuştur. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık,
Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasî bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye
katılmıştır.
Entelektüel Tolerans ve Sorgulama: Abant Platformu
Gülen hareketinin en büyük başarılarından biri kayda değer bir entelektüel diyalog
sürecinin ortaya çıkardığı, Abant Platformu adı verilen yıllık yuvarlak masa toplantıları
dizisidir.
www.altinicizdiklerim.com 15
1998 ve 1999’da yapılmış olan ilk iki toplantı, bâzı anahtar kavramlar konusunda bir
sonuca ulaşıncaya kadar tartışan öncü bültenler çıkarmış ve şu sonuçlara ulaşmıştır:
* Akıl ile ilâhî ilham (vahiy) arasında çelişki yoktur.
* İslam’a göre akıl, vahyin bize söylediği şeyi anlamamızı sağlar. Vahiy, bilginin
iletilmesi için ilâhî bir araç iken; akıl, bilginin edinilmesinde işe yarayan beşeri bir araçtır.
Vahiy ile akıl arasında uyumsuzluk fikrî kabul edilecek olursa, bilgi ile din arasında, devlet ile
din arasında ve hayat ile din arasında gerilim yaratılmış olur.
* Vahyi anlama ve yorumlama konusunda hiç kimse ilâhî bir otoriteye sâhip olduğunu
iddia edemez.
* Din hayatın ve kültürün temel unsurlarından biridir, ortak değerlere ilişkin temel bir
kaynaktır.
* Aynen modernleşmenin tek bir modeli olmadığı gibi, din ile modernleşme arasında
da zorunlu bir çatışma yoktur. Bütün gericiler dindar olmadığı gibi, bütün dindarlar da gerici
değildir.
* Müslümanlar kendi dinî sorunlarını çözme yetkisine sahiptirler. Bundan dolayı, din
adamları hiçbir meseleyi tartışma sınırları dışında tutmamalıdır.
* İnananların gözünde Allah, bilgi, irade, merhamet, adalet ve güç sahibi olarak
alemin mutlak egemenidir.
* Devlet kutsal değil, beşeri bir kurumdur.
* İslam siyasî bir rejimin nasıl yürütüleceğinin detaylarını topluma bırakmaktadır.
Devlet dinî inançlar konusunda tarafsız olmalıdır. En nihayetinde devlet, bireyin ve toplumun
entelektüel ve ruhsal gelişimini engelleyen değil, kolaylaştıran bir araç olmalıdır.
* Tarih boyunca din ile devlet arasında daima bir gerilim olmuştur. Atatürk’ün yaptığı
reformların özü, dinin özüne karşı bir tutumu değil; din yerine geçen geleneklere, görüntülere
ve çürümüş kurumlara karşı bir tutumu yansıtmaktadır.
* Laiklik altında bireysel yaşam tarzına bir müdahale olmamalıdır. (Bu önermeden
kasıt, devletin giyim tarzı dayatmasının önüne geçilmesi veya herhangi bir kişisel giysinin,
başörtüsünün veya dinî inanç tezahürünün devlet tarafından yasaklanmasının önlenmesidir.)
* Dine dayalı olarak sunulan gelenekler veya ideolojik olarak dayatılan politik
görüşler vasıtasıyla kadınlar üzerine kısıtlama getirilmemelidir (Örneğin kamu hizmetinde
veya eğitim kurumlarında başörtülü kadınlar üzerine getirilen Kemalist yasaklar.)
* İslam, hukuka dayalı demokratik bir devletin varlığına engel değildir.
Bu ilkelerin Refah, Fazilet ve AKP gibi İslamcı partiler tarafından kabul edilmesi, son
derece önemli bir vaat ifâde etmektedir.
Sonuç
Her ne kadar Türkiye’nin “lâik” bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa da,
Türkiye içinde laikliğin anlamı halihazırda evrilmektedir ve ülke yavaş yavaş kendi Osmanlı
geçmişi ile birlikte kültürel ve dinî gelenekleriyle de yeni ve daha rahat bir ilişki
geliştirmektedir. AKP ile Gülen hareketinin ortak yanları bu olgunun göstergesidir ve
Türkiye’de yaratıcı ve canlı bir İslamcı camianın yükselişine işaret etmektedir.
Kısım II
Türkiye’nin Müslüman Dünya ve Öteki Ülkelerle İlişkileri
Müslüman Dünyaya Yönelik AKP Politikaları
Türkiye’de, bölgede “sıfır düşman” ilkesine dayalı bir dış politika üzerinde bir
mutabakatın yükselişiyle AKP, hararetle, Ankara’nın Orta Doğu ve Müslüman dünya ile uzun
zamandır körelmiş ilişkilerini gözden geçirmeye ve canlandırmaya yönelmiştir.
www.altinicizdiklerim.com 16
Ancak AKP, ordunun bunu özel bir İslami gündemi temsil ettiği şeklinde yorumlaması
ihtimaline karşı, böyle bir programı yoğun şekilde teşvik etmek konusunda çekingen
davranmıştır. Dolayısıyla AKP, ordunun güvensizliğini uyarmaktan kaçınmak için, Orta
Doğu’ya yönelik yeni inisiyatiflerin üzerine çok hızla veya cesaretle atlama konusunda
tereddüt geçirmiştir.
Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, Ermenistan hariç bölgedeki her
ülkeyi yorulmaksızın ziyaret etmiş, bölgesel meseleler konusunda Türk perspektifini
anlatmıştır.
Nitekim Arap ülkeleri ve Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler son yıllarda neredeyse
ikiye katlanmış, eşzamanlı olarak da, Türkiye’nin ekonomik gelişimine katkıda bulunmuştur.
Irak
ABD’nin Irak’ı işgalinden önce, ufukta görünen bir savaş ihtimali AKP’yi, Irak’ın altı
komşusunu bir araya getiren bir inisiyatif başlatmak üzere harekete geçirdi. Bu inisiyatif, bir
adım ötesinde İstanbul Deklarasyonu’nu ortaya çıkardı, ki deklarasyonun açık amacı,
Bağdat’a karşı bir ABD saldırısını önlemekti.
Dolayısıyla, AKP’nin çoğunluğu oluşturduğu parlamento, Türkiye’ye pek bir faydası
olmayacağı öngörüsüyle, Birleşik Devletler’in Irak’ın işgali için Türk topraklarını
kullanmasına izin vermedi.
Her ne kadar savaşın sebep olduğu yer değiştirmeler Türkiye’nin Irak ile karşılıklı
ticaretini büyük ölçüde etkilemişse de, Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacmi 2004 yılında
2.3 milyar dolara, ya da Türkiye’nin toplam ticaretinin yüzde 3.4’üne ulaşmıştır.
Suriye
Türkiye-Suriye ilişkileri AKP yönetimi altında, özellikle de bir dizi üst düzey
ziyaretle, çarpıcı şekilde iyileşmeye devam etmiştir. Örneğin Erdoğan 2004’te, Suriye’ye
giderek Şam ile ekonomi, güvenlik ve serbest ticaret anlaşmaları imzalamıştır.
Türkiye ile Suriye arasındaki geçmişten gelen yoğun sürtüşmelerin fiilen sona
ermesiyle Şam, Türkiye’nin önerebileceği yeni stratejik opsiyonlara sıcak bakmaya
başlamıştır.
Ankara artık Şam’da daha bağımsız bir sesle, bundan dolayı da daha büyük bir itibarla
konuşmaktadır. Ancak acaba Türkiye, izole ve zayıf durumdaki Suriye’yi gerçekten de kendi
ekonomik ve siyasî yörüngesine doğru çekebilecek midir? Şu ana kadar Suriye’nin
politikalarındaki değişiklik sınırlı düzeyde kalmıştır, ama çevresindeki bölgesel güçlerin
doğası değişmektedir.
İran
Şaşırtıcı bir gelişme de, Başkan George W. Bush’un İran’ın “şer ekseni”nin parçası
olduğunu ilan etmesinin ardından, oldukça koyu lâik Sezer’in İran’ı ziyaret ederek, Türkiye
ile İran arasında ekonomik ilişkiler inşa edilmesi bağlamında yeni öncelikler çağrısında
bulunması olmuştur. Ayrıca Sezer İran’ın Azerbaycan bölgesine sembolik bir ziyaret
gerçekleştiren ilk üst düzey Türk yetkili olmuştur. Satır aralarında sezilen bütün etnik imalara
rağmen Tahran, ilginç bir şekilde bu ziyarete râzı olmuştur. Tahran ile bir başka önemli
sembolik yakınlaşma da, Sezer’in Tahran Üniversitesi’nde Atatürk’ün başarıları üzerine bir
ders vermiş olması ve İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin de Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne girmesinin İran’ın çıkarına olduğunu ilan etmiş olmasıdır.
Sezer’in ziyaretinden beri Türk ve İranlı yetkililer arasında, Erdoğan’ın Bakü’de
Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ile görüşmesi dâhil, birçok üst düzey görüşme yapılmıştır.
Washington, uzun bir süre Türk-İran ilişkilerinde hiçbir gelişmeye sıcak bakmamış,
Tahran üzerinde birçok cepheden yoğun baskı kurmak istemiştir. Hâttâ şayet gerekirse
Tahran’a karşı ABD tarafından girişilecek muhtemel bir askeri saldırıda yardımcı olma
konusunda Ankara’ya baskı yapmaya bile teşebbüs etmiştir. 
www.altinicizdiklerim.com 17
Ancak Ankara, bu tür baskılara direnmiş ve Tahran ile Washington arasında muhtemel
bir arabuluculuk rolüne doğru yönelmiştir.
2006 baharının sonlarından itibaren Washington, Türkiye’nin dış politikası konusunda
daha yapıcı ve gerçekçi bir yaklaşım benimsemiş görünmektedir. Türkiye’nin oynamak
istediği türden bir bölgesel rolü engelleme konusundaki ABD kısıtlamalarının farkına
varmaya başlamış ve Türkiye’ye istediği rolü oynama ve bunun faydalarını görme imkanı
tanımaya karar vermiştir. Öyle görünüyor ki “yeni Türkiye”nin bölgede zaman zaman ABD
çıkarları için dahi yararlı bir güç olarak hizmet verebileceği gecikmeli de olsa fark edilmiştir.
Filistin
AKP Filistin sorununa daha önce iktidara gelmiş partilerden daha fazla ilgi göstermiş
ve bu konuyla ilgilenmiştir.
Örneğin 2006’da, Hamas’ın Filistin seçimlerinde elde ettiği zaferin ardından, AKP
hükümeti önde gelen Hamas liderlerinden Halit Mişal’e gayri resmi bir davetiye
göndermekten sakınmamış, bu da Hamas’ı tümüyle izole etmek isteyen Washington ile
İsrail’i kızdırmıştır.
İsrail
Her ne kadar İsrail ile yakın iş ilişkilerini devam ettiriyor olsalar da, Başbakan
Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı politikaların, özellikle
Ariel Şaron ve daha sonra da Ehud Olmert yönetimindeki koyu sağcı hükümetlerin uyguladığı
politikaların katılığını sert bir dille eleştirmişlerdir.
Ancak AKP yönetimi altında bile, Türkiye’nin İsrail ile ekonomik ilişkileri hâlâ
güçlüdür.
İsrail ve Saddam Sonrası Irak
Türkiye, kimi İsrailli stratejik düşünce unsurlarının, Arap devletlerinin merkezi
gücünü zayıflatmanın bir yolu olarak, bölgedeki etnik azınlıkları, meselâ Kürtleri, genel
olarak desteklemekten yana olduklarının farkındadır.
Sonuç
AKP yönetimi altında Türkiye, özelde Amerika Birleşik Devletleri, genelde Batı ile
gergin ilişkileri olan devletler arasında arabuluculuk rolü oynamaya aktif olarak çaba
harcamıştır. İran, Suriye ve Hamas gibi anti-Batıcı olarak görülen Müslüman devletler ve
organizasyonlarla ilişkilerini iyileştirmek, Müslüman dünyada Ankara’nın elini
güçlendirmekte ve geleneksel Kemalist bölgesel tarafsızlık politikalarına dönüşü temsil
etmektedir.
Mart 2006’da bir üst düzey Türk diplomatın söylediği gibi, “Bugüne kadar, Orta
Doğu siyasetindeki gri alanları, Türkiye dâhil bütün bir Müslüman dünya adına başka bir güç
doldurmuştur. Şimdi artık bu gri alanları doldurma sırası bizzat Türkiye’ye gelmiştir.”
Gerçekten de Washington’un artık, büyüyen bölgesel krizler karşısında Türkiye’nin
oynayacağı daha bağımsız bir rolün, keşfetmeye değer potansiyel avantajları olabileceğini
kabul etmeye istekli olabileceğine dair işaretler vardır.
Türkiye’nin Bölgesel Etkisinin Temelleri
Petrol dışındaki bütün standartlar açısından, Türkiye Orta Doğu’daki en önemli
ülkedir.
Bugünkü ılımlı nüfus artış hızı dikkate alındığında, birkaç on yıl içinde Türkiye,
Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olacaktır. Kalabalık bir nüfus, insan kaynaklarından
yararlanma becerisine bağlı olarak, gelişmeyi engelleyebilir de, hızlandırabilir de.
Ülkedeki genel eğitim ve profesyonel becerilerin düzeyi, ekonominin çeşitliliği ve
ekonomik ve sosyal fırsatlar dikkate alınınca, Türkiye’nin, nüfusunu dünyadaki diğer
Müslüman ülkelerden daha etkili şekilde istihdam ettiği ileri sürülebilir.
www.altinicizdiklerim.com 18
Ordu
İsrail dışarıda tutulursa Türkiye, Orta Doğu’daki en önemli askeri güçtür. 515,000
civarındaki asker sayısıyla Türk ordusu, NATO içinde Amerika Birleşik Devletleri’nden
sonra ikinci en kalabalık askeri gücü oluşturmaktadır.
Türkiye 2004 yılında askeri harcamalar bakımından dünyada on dördüncü sırada yer
almıştır; 10.1 milyar dolarlık bir savunma bütçesiyle, Orta Doğu’da İsrail’in ardından ikinci
sıradadır.
Bilim adamı Elliot Hen-Tov’un da not ettiği gibi, “Bölgesel açıdan orantısız olan
Türkiye’nin askeri modernizasyonu, Türkiye ile komşuları arasındaki uçurumu daha da
büyütecektir, zira Sovyetler Birliği’nin sona ermesi Türkiye’nin komşularında, ekonomik
durgunlukla birlikte silâh temini konusunda bir gerilemeye sebep olmuşken, Türkiye hem
ekonomik hem de askeri açıdan gelişmesini sürdürmüştür. Esasen, dünyanın en güçlü askeri
ittifakının bir üyesi olarak Türkiye, sâdece modern silahlara kolay erişim imkanına sâhip
olmakla kalmamakta, aynı zamanda çağdaş stratejik düşünme ve planlamanın yanı sıra
birçok stratejik meselede Batı’nın diplomatik desteğine sâhip bulunmaktadır.”
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu yana, Türkiye’nin dünyadaki jeopolitik konumu
daha merkezi bir hal almış, bu durum bölgedeki bir dizi başka önemli jeopolitik değişiklik
tarafından da teşvik edilmiştir. Daha ayrıntıya inilecek olursa, Türkiye’nin bir zamanlar yüz
yüze olduğu hemen hemen bütün potansiyel bölgesel tehditler ya zayıflamış, ya da ortadan
kalkmıştır: Rusya’nın bölgedeki jeopolitik rolü büyük oranda azalmıştır, Ankara bugün
Moskova ile alışık olunmadık yakın ilişkilerin tadını çıkarmaktadır; İran ve Irak birbirleriyle
yaptıkları sekiz yıllık savaş yüzünden perişan duruma düşmüşler; Irak ve Suriye önemli askeri
ve siyasî Sovyet desteğini kaybetmişlerdir; ve de Saddam ve onun Baas rejimi artık yoktur.
Her ne kadar Irak’taki kaos, bölgesel istikrarsızlık bağlamında daha da acil yeni sorunlar
ortaya çıkarmışsa da, Türk-Yunan ilişkileri çarpıcı şekilde iyileşmiştir. Dolayısıyla, Türkiye
artık hiçbir ciddi bölgesel askeri gücün tehdidi ile karşı karşıya değildir-yirmi yıl öncesine
kıyasla gerçekten de çarpıcı bir değişimdir bu.
Bütün bu faktörlerin bir araya gelmesi, Türkiye’yi karşı konulamaz biçimde Orta
Doğu’da İsrail’den sonraki en önemli askeri güç konumuna taşımıştır.
Ekonomik ve Finansal Faktörler
Sektörlere göre dağılıma bakıldığında, Türkiye ekonomisinin yüzde 11.7’sini tarım,
yüzde 29.8’ini sanayi, yüzde 58.5’ini hizmetler oluşturmaktadır. Sağlam tarımsal altyapı bol
su kaynağı ile desteklenmekte, tarım sektörü ülke işgücünün yüzde 35’ini istihdam
etmektedir.3
Almanya gerek ihracat gerekse ithalatta Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı iken,
Amerika Birleşik Devletleri Türkiye ihracatında dördüncü, ithalatında ise altıncı sırada yer
almaktadır.
Avrupa Birliği’ne girme olasılığı, öteki Orta Doğu ülkelerinde, Türkiye’nin
“medeniyet bariyeri”ni aşmayı başaracak ilk Müslüman ülke olacağına dair umutları
arttırmaktadır.
İşgücü İhracatı
Türkiye, misafir işçilere göçmenlik kapıları kapanmaya başladıktan ve artan enerji
maliyetlerinin sağlam döviz gelirlerine yönelik talebi artırmasından sonra, 1970’lerde Orta
Doğu’ya işgücü ihraç etmeye başladı. Türk Çalışma Bakanlığı’na göre, 2004 yılında
Türkiye’nin yurtdışında hâlâ toplam 1.2 milyon işçisi vardır ve bunların yüz binden fazlası
Orta Doğu ülkelerinde bulunmaktadır. Bu işçilerin ezici bir çoğunluğu (95.000) Suudi
Arabistan’da, geri kalanı ise çoğunlukla Libya (10.000) ve Kuveyt’tedir.
 3
 Türkiye son yıllarda hızlı bir dönüşüm sürecine girmiş, bu çerçevede tarımsal istihdamın payı da kayda değer
oranda düşmeye başlamıştır.
www.altinicizdiklerim.com 19
Türkiye’nin Orta Doğu’ya yaptığı ihracat, 1990 ve 2004 yılları arasında neredeyse
beşe katlanarak, 1.5 milyar dolardan 7.2 milyar dolara yükselmiş olup Türkiye’nin toplam
ihracatı içinde yüzde 11.5’lik paya sahiptir.
Türk hükümetinin dış ticaret istatistiklerine göre, Türkiye’ye ihracatta Avrupa Birliği
ilk sırada yer alırken, bunu Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu izlemektedir, ki bu
sonuncusunun Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürün ham petrol ve doğal gazdır.
Türkiye hem bir tüketici olarak, hem de bölgesel enerji akışında Doğu-Batı transit
kavşağı olması nedeniyle enerji alanında kilit bir oyuncudur.
Petrol hâlâ Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 40’ından fazlasını karşılamaktadır.
Bunun yüzde 90’ı Orta Doğu’dan (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye) ve Rusya’dan
gelmektedir. Ancak Türkiye’de tercih edilen enerji kaynağı, jeopolitik nedenler de dâhil
olmak üzere birçok nedenle, giderek petrol yerine doğal gaz almaktadır.
Türkiye en başta Hazar Denizi ve Orta Asya’dan gelen enerjinin dağıtımında kilit bir
transit geçiş noktası haline gelmiştir. Mayıs 2005’te Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının
açılmasıyla Türkiye, Akdeniz’e çıkış noktasından günde 1 milyon varil Azerbaycan petrolü
arz etmeye başlamıştır. Her ne kadar mevcut ABD politikaları Türkiye’nin İran ile enerji
anlaşmalarını sınırlandırsa da, İran’ın dünyada ikinci en büyük gaz rezervlerine sâhip ülke
olması, Türkiye’nin gelecekteki tüketim ihtiyacını karşılamada İran’ın önemli bir rol
oynamasını kaçınılmaz kılmaktadır; dahası bu durum, Türkiye’nin İran gazının Avrupa’ya
aktarılmasında bir transit geçiş güzergahı olmasını da kaçınılmaz kılmaktadır.
Saddam’ın 1991’de Kuveyt’i işgali üzerine kapatılmış olan, Irak’tan Türkiye’ye
uzanan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı, nihayet Saddam’ın düşmesinden sonra, 2004
yılında yeniden açıldı.
Su Siyaseti
Suyun jeopolitiği ve ona bağlı rekabet ve gerilimler, uzun yıllar Türk dış politikasında
önemli bir rol oynamıştır. Hem Dicle hem de Fırat nehirleri Türkiye’den doğup güneye doğru
akmaktadır: Dicle doğrudan Irak’a girerken, Fırat Irak’a girmeden önce kuzeybatı Suriye’de
bir kavis çizmektedir. Gerek tarım gerekse hidroelektrik gücü açısından, bu nehirlerle ilgili
istekler bir hayli fazladır.
Su çatışması, 1960’larda Türkiye, Irak ve Suriye’nin tarımsal üretimi artırmak için
barajlar yapmaya ve su kullanımını artırmaya başlamasıyla ortaya çıktı.
Bir keresinde, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) bir parçası olarak
inşa edilen, büyük hacimli ve yeni barajı Atatürk Barajı’nın doldurulması sırasında, 1990
yılında, Türkiye geçici olarak gerçekten de Suriye’ye su akışını azalttı. Bu eylem Şam’a açık
bir mesaj göndermişti: Suriye PKK’ya desteğini sürdürürse, Türkiye de bu ülkenin su sorunu
konusundaki savunmasızlığından yararlanabilirdi.
Fırat ve Dicle dışında Ceyhan ve Seyhan gibi büyük nehirler de Türkiye’ye değerli su
kaynakları sağlamaktadır.
Ulusötesi Etnik Sorunlar
Kürt Sorunu
Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik unsurlu yapısında “Kürt sorunu” diye bir sorun
yoktu. Ne var ki, yeni milliyetçi Türkiye Cumhuriyeti’nin “Türk” adında tek bir etnik kategori
yaratma kararlılığıyla, bir Kürt problemi ortaya çıkmıştır.
Kendi kimliklerini ileri sürmedikleri müddetçe Türkiye içinde Kürtler aleyhine formel
bir ayrımcılık söz konusu değildir: Orada herkes “Türk”tür. Bu, vatandaşlık açısından
kuşkusuz doğrudur, ancak etnisite veya kültür açısından doğru değildir. Kürtlüğünü basitçe
görmezden gelen Kürtler, Türkiye’de en yüksek makamlara bile tırmanabilirler, nitekim sık
sık tırmanmaktadırlar da.
www.altinicizdiklerim.com 20
Yirminci yüzyılın büyük bölümünde Kürt politikası ordunun sıkı kontrolü altındaydı.
Ordu sorunu kesinlikle bir güvenlik meselesi olarak görüyordu; temel amaç sosyal ve
ekonomik şikayetleri gidermekten ziyade, terörizmi sona erdirmekti. Ne var ki sorunun gerek
Türkiye içindeki gerekse uluslararası düzeydeki ciddiyeti, 1990’ların sonunda meseleyi sivil
alana da kaydırmaya başladı. Talepler, sorunun bütün boyutlarını tanımak gerektiği; yâni
sorunun sâdece terörizmden ibaret olmayıp aynı zamanda bir etnisite ve kimlik sorunu
olduğunun kabul edilmesi gerektiği yönünde büyüdü. Bu gerçeklik, sonunda Kürtlerin
Türkiye’de yaşayan, kendilerine ait kültürel ve kimliksel talepleri olan farklı bir halk
olduğunun resmen tanınmasını gerekli kıldı.
Ordu verilecek kültürel tavizlerin, Kürtleri eninde sonunda Türkiye’den ayrılma ve
bağımsızlık taleplerine götürecek kaygan zeminin bir parçası olmasından hâlâ
endişelenmektedir. Her ne kadar Türkiye’deki Kürt arzularının uzun dönemli geleceği
bilinemez ise de, açık olan şey şudur ki Kürt realitesine geçmişte yapılan inkar ve acımasız
muamele, Kürt toplumunun her seviyesinde genel anlamda Kürtlerin kendilerini
bilinçlendirme sürecinin yaygınlaşmasını hızlandırmıştır.
Temmuz 2007 seçimleriyle birlikte cesaret verici iki gelişme ortaya çıkmıştır: Kürt
nüfus iktidarda bulunan AKP’ye, kendi etnik partileri olan Demokratik Toplum Partisi’nden
(DTP) daha fazla oy vermiştir.
Türkiye’nin Kürtlerle ilgili zorluklarının bir kısmı, sorunun ulusötesi boyutuyla
ilgilidir: Dünyada kendilerine ait bir devleti olmayan en kalabalık etnik grup olan Kürtler,
Türkiye’nin doğusu, Irak’ın kuzeyi, İran’ın kuzeybatısı, Suriye’nin kuzeydoğusu ve
Azerbaycan’ın belirli bölgelerine doğru dağılmış durumdadır. Bu devletler arasında en
kalabalık Kürt nüfusa sâhip olan Türkiye’de Kürtlerin sayısı en az 12 milyondur ve toplam
nüfusun en az yüzde 20’sini teşkil etmektedir. Kürtlerin yarısı ülkenin doğu ve
güneydoğusunda yaşamaktadır, geri kalanı da Türkiye’nin batı bölgelerine dağılmış
durumdadır: İstanbul dünyadaki Kürt nüfusu en kalabalık şehirdir.
Türk Kürdistanı’nın gayriresmi başkenti olan “mutsuz” bir Diyarbakır’ın Türkiye’nin
en büyük Aşil topuğunu teşkil ettiği ileri sürülebilir, zira var olan iç çekişmenin devamını
garanti eder, potansiyel ayrılıkçılığı teşvik eder ve yabancı istismarına kapı aralar. Bunun
aksine “mutlu” bir Diyarbakır, Kürt azınlığın ülkeye daha iyi entegre olması anlamına gelir.
PKK Türkiye’ye dikkate değer şekilde meydan okumaktadır: Bütün Kürtlerin tek bir
devlet çatısı altında birleşmesini öngören Pan-Kürdist bir ideale sâhip ilk ve tek Kürt
hareketidir.
Teorik yönden parlak olmakla birlikte Öcalan, hareket üzerinde katı bir Stalinist
kontrol tarzı uygulamış, dolayısıyla PKK asla demokratik olmamıştır.
Pan-Türkizm
Türkçe konuşan dünya Anadolu, Kafkaslar, İran, Orta Asya ve Batı Çin arasında
uzanmaktadır. Bu muazzam büyüklükteki dil grubu, kendi içinde oldukça farklı yapılara sâhip
olmakla birlikte, ortak bir kültürü paylaştığının bilincindedir. Pan-Türkizm geçmişte çeşitli
yerlerde, farklı siyasî amaçlarla zaman zaman peşine düşülmüş bir ideolojidir ve gayet
rahatlıkla yeniden kendisine müracaat edilebilir potansiyel olarak bu, bölgede Türkiye’nin
nüfuzunu güçlendiren bir olgudur. Ancak Ankara, özellikle Rusya olmak üzere bölgedeki
devletlerle arasındaki geniş menfaatleri dikkate alarak Pan-Türkist kartı oynama konusunda
pek hevesli olmayacak, ama bu kart asla tamamen ortadan kalkmayacaktır.
Sonuç
Geride bıraktığımız yirmi yıllık dönemde askeri, ekonomik ve diplomatik alanlarda
Türkiye’nin Orta Doğu’nun açık şekilde hâkim gücü olma yolunda ilerleme süreci kayda
değer ölçüde hızlanmıştır. Demokratik karakteri ve meşru hükümeti Türkiye’ye muazzam bir
güç ve dayanıklılık sağlamaktadır.
www.altinicizdiklerim.com 21
Türkiye yaklaşan muazzam fırtınaları devrimsiz atlatabilecek politik düzene sâhip
bölgedeki az sayıdaki ülkeden biridir, ancak henüz tam çözüme kavuşturulamamış Kürt
sorunu Ankara için bir kırılganlık noktası oluşturmaktadır.
Türkiye ve Suriye
Dönüşen Bir İlişki
Daha Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulduğu günlerden beri, Türkiye’nin Suriye ile
ilişkileri genelde zayıf kalmış ve hâttâ gergin olmuştur. İki ülke birçok olay vesilesiyle
savaşın eşiğine gelmişlerdir. Ancak Türkiye’nin Şam ile ilişkileri 1998’de dramatik bir
değişim sürecine girmiş, iki ülke arasında tarihi bir yeni dönemin başlamasına ve aralarındaki
en önemli sorunların çözümüne yönelik yeni, pozitif bir atmosferin doğmasına kapı
aralanmıştır.
Her ne kadar bugün Türkiye-Suriye ilişkilerindeki temel belirsizlik, ABD’nin
Suriye’ye karşı devam eden hasmane tutumundan kaynaklansa da Türkiye ile Suriye
arasındaki ilişki tarihsel olarak kimlik, sınır, ideoloji ve Soğuk Savaş saflaşması, Kürtler, su
ve İsrail ile ilgili gerilimler tarafından belirlenmiştir.
Kimlik meselesi hemen her ikili ilişkinin değerlendirilmesinde çoğu zaman
“yumuşak” bir mesele olarak görülür; oysa bu, ilişkinin doğasını kavramak bakımından belki
de en önemli unsurdur.
I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası yıllarda Arap milliyetçiliğinin merkezi olarak Şam
için de, yeni bir milliyetçi Arap kimliğinin yaratılması, eski Türk-Osmanlı düzeninde
Suriye’nin oynadığı ikincil rolün reddedilmesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda, Türkiye ve
Suriye’nin yeni resmî milliyetçi kimlikleri kendi özel güvenlik değerlerini ve kendilerine özgü
yeni subjektif tehdit algılamalarını yaratmıştır.
Uzun süredir devam eden Hatay/Aleksandriya ihtilafı, Başbakan Erdoğan’ın Aralık
2004’te Şam’a yaptığı tarihi ziyaret sırasında her iki tarafın da, aralarında artık bir sınır
sorunu olmadığını kabul etmeleriyle birlikte, de facto bir çözüme doğru yönelmiştir.
Soğuk Savaş sırasında Türkiye’nin Batı ittifakına güçlü desteği, Suriye’nin ise
SSCB’ye yönelmiş olması, komünizmin çöküşüne kadar bu ülkeler arasındaki ideolojik
gerginliğin önemli bir sebebiydi.
Her iki taraf da su, Kürtler ve İsrail gibi, karşı tarafa baskı yapmaya yarayacak
araçlara sarıldılar.
Kürt Meselesi
Suriye, ülkenin kuzeydoğu köşesinde bulunan Cezire bölgesinde yerleşmiş yaklaşık 1
milyonluk bir Kürt nüfusa sahiptir. Suriye Kürtlerinin çoğunluğu, Türk baskısı nedeniyle
1920’lerde sınırın öte yakasına kaçarak Türkiye’den bu bölgeye gelmiş sığınmacıların
torunlarıdır.
PKK liderleri 1980’de, Ankara’daki bir askeri darbeden sonra Türkiye’den Suriye’ye
kaçmış, burada kendilerine devlet desteği verilmiştir. Suriye, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde
PKK’ya eğitim kampları sağlamış ve Öcalan’a Şam’da sığınma hakkı tanımıştır. Ancak
Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesiyle birlikte, Suriye’nin pozisyonu ciddi şekilde
zayıflamış; Türk ve İsrail askeri güçleri arasında izole edilmiş ve sıkışmıştır.
1998’de Ankara Şam’a açık bir ültimatom vererek, PKK’ya desteğini kesmez ve
Öcalan’ı sınırdışı etmezse, Türk askeri işgaline hazır olmasını belirtti. Bu tehdit Suriye
sınırına onbin askerin kaydırılmasıyla da desteklendi. Hafız Esat, elinde fazla seçenek
olmadığını hissederek, kendisinden pek beklenmeyen bir tavırla diz çöküp Türkiye’ye karşı
uyguladığı çatışmacı politikaları tamamen gözden geçirmeye yöneldi. Bu gelişme, bölge için
ciddi içerimleri olan yeni ve önemli bir ikili ilişki sürecini tetikledi.
www.altinicizdiklerim.com 22
“Ankara’nın Suriye’ye karşı tutumunun değişmiş olduğunun en iyi kanıtı, iki ülke
arasındaki yaklaşık 450 mil uzunluğunda ve 1,500 fit genişliğindeki (Soğuk Savaş’ın heyheyli
günlerinde, 1952’de yerleştirilmiş olan) mayınlı alanı Türkiye’nin temizlemekte oluşudur.”
Sonuç
2005 yılında iki ülke arasında bir serbest ticaret bölgesi kurulması konusunda
anlaşmaya varılmış ve Şam’ın Suriye’de Türk yatırımlarını teşvik etmesiyle, iki ülke petrol
arama amaçlı ortak bir şirket kurmuşlardır. Aynı zamanda sınır bölgelerinde ortak bir elektrik
şebekesi geliştirmektedirler. Nihayet, dikkate değer bir nokta da, Suriye’ye giden Türk
turistlerin sayısının büyük oranda artarak 2000’den 2005’e on dokuz katına çıkmış olmasıdır.
Türkiye ve Irak
1958’deki Irak devriminden beri Türkiye-Irak ilişkileri sınırlı ve limoni
etkileşimlerden, Saddam sonrasında Türkiye’nin Irak’ın işlerine müdahil olmasına uzanan bir
seyir izlemiştir. Bugün iki ülkenin ilişkileri hızla genişlemekte, ancak Irak’taki iç karışıklıktan
kaynaklanan ihtilaflar bu ilişkilere damgasını vurmaktadır.
Son yıllarda, Ankara’nın Bağdat’la ilişkileri şu unsurlarca belirlenmiştir:
*Irak Kürtlerinin siyasî özerklik arzuları, Kerkük kentinin statüsü, petrolü ve orada
yaşayan Türkmen nüfusun kaderi;
*Sınır sorunları ve eski Osmanlı vilayeti Musul’un statüsü;
*Terörizm, iç savaş ve İslami radikalizm gibi, Saddam sonrası Irak’ın istikrarı ve
bütünlüğüne ilişkin sorunlar;
*Irak içinde yeni yeni fakat hızla artan İran etkisi
Dünyadaki çoğu ülke, devrimci İran’dan çekinmeleri nedeniyle Irak’ı desteklemiştir.
Türkiye ise her iki ülkeye karşı da pozitif bir tarafsızlık tavrı benimsemiş ve ticaret yoluyla bu
ülkelerin acil ekonomik ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitmiş az sayıdaki ülkeden biri
olmuştur. Bunun sonucunda Türkiye, savaştan ciddi gelir sağlamıştır.
Türkiye aynı zamanda petrol boru hattından dolayı Irak’tan yaklaşık 250 milyon dolar
kira geliri elde etmiş, Türkiye ile Irak daha geniş bir bölgesel plân kapsamında elektrik
şebekelerini entegre etme konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca 1974 ile 1990 yılları arasında
Irak’ta Türk inşaat projelerinin toplam değeri 2.5 milyar doları bulmuştur.
1991 Körfez Savaşı Felaketi
İran-Irak Savaşı’nın aksine 1991 Körfez Savaşı ve sonrası, Türkiye için hemen her
açıdan tam bir felaket olmuştur:
Irak’ın Kürt bölgesi üzerinde Saddam’ın kontrolü kesin olarak kırılmıştır.
Saddam’ın Kürt bölgesi üzerinde yeniden mutlak kontrol tesis etme girişimlerinin
sonucu olarak yarım milyon Kürt kuzeye, Türk sınırına doğru harekete geçmiş, bu da Ankara
için kitlesel bir sığınmacı sorunu doğurmuştur.
Irak’ın Kürt bölgesi, ABD’nin sponsorluğunu yaptığı Çekiç Güç kapsamında
uluslararası BM koruması ve gözetimi altına alınmıştır. Dahası, Kürt insanî krizi yüzünden,
ABD’nin Kürt özerkliğini tolere etmeme sözü tartışmalı hale gelmiştir.
Kürt partileri, ABD’nin baskısıyla, Irak’ta ilk defa kendi aralarında siyasî olarak
“ulusal” düzeyde kurumsal işbirliği yapmaya zorlanmışlar, bu durum Ankara’nın bunları
birbirine karşı kullanma seçeneklerini peşinen ortadan kaldırmıştır. Bu olgu, Irak Kürt siyasî
tarihinin evriminde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Irak’ın Kürt bölgesi, neredeyse bağımsız de facto bir devletin altyapısını hızla
geliştirmiştir.
Bu durum Türkiye ile bir “Kürt varlığı” arasında gayriresmi bir diplomatik ilişkinin
başlangıcını teşkil etmiştir. (2004 sonunda bu süreç, hiç akla gelmeyeni başaracaktı: Türkiye
kıdemli Kürt lider Celal Talabani’yi Irak Cumhurbaşkanı olarak Ankara’da ağırlamak
durumunda kaldı.)
www.altinicizdiklerim.com 23
Saddam’ın Irakı üzerine uygulanan uluslararası yaptırımlar Türkiye’yi Irak’la olan
karşılıklı ticaretinin büyük bir kısmından vazgeçmeye zorladı ki bunlar arasında iki petrol
boru hattı da vardı. Ambargo dönemi, Türkiye’ye en azından 8 milyar dolara mal olmuştur.
1991 Savaşı’nın Türkiye’ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin
pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı.
2003 Körfez Savaşı-İstenmeyen Savaş
Saddam rejiminin devrilmesi, Ankara’nın istediği en son şeydi; Türkiye için bu,
Irak’ta Pandora’nın kutusunun açılması demekti. Saddam’ın Ankara açısından tek önemli
problemi; Irak’ı sürekli çatışma içine çeken, tahmin edilmesi zor, agresif ve dengesiz
karakteriydi. Oysa bunun dışında Saddam, kendi Kürt nüfusunu kontrol altında tutmak için
muazzam çaba harcamıştı.
Türkiye’nin 2003 yılından beri Irak’la ilgili olarak dile getirdiği en önemli dış politika
amaçlarından biri, hassas petrol bölgesi Kerkük ve çevresindeki Türkmen nüfusun refahını
korumaktır. Her ne kadar bu grubun nüfusu muhtemelen 1 milyondan az ise de-Türkmenler
sayılarının 3 milyon olduğunda ısrar etmektedirler-Türkmenler Kerkük şehrinde yaşayan
nüfusun önemli bir parçasını teşkil etmektedirler. Esasen Sünni Türkmenler, Kürtlerin alt
sınıfı temsil ettiği Osmanlı yönetimi altında Kerkük’ün yönetici elit sınıfını
oluşturmaktaydılar. Ancak o zamandan beri Türkmenler kesin bir konum ve etki kaybına
uğramışlardır, özellikle de Kerkük ve çevresini kontrol etmek için yapılan üçlü rekabet
sırasında.
Ankara hâlâ, Kürtlerin Kerkük’ten elde edecekleri geliri kendi özerkliklerini tahkim
etmek ve hâttâ gelecekte bağımsızlık kazanmak amacıyla kullanmalarını önlemek için, Irak
petrolünün tamamının Bağdat’ın merkezi kontrolü altında olmasını istemektedir. Ancak petrol
gelirinin bir dereceye kadar bölgesel kontrolü yolunda yapılan müzakereler halihazırda bir
hayli yol almış durumdadır.
Birleşik Devletler eninde sonunda Irak’ı terk edecektir, fakat Avrupa Birliği
Türkiye’nin oradaki siyasî statükoyu değiştirmeye yönelik bir askeri müdahalesini hoşgörüyle
karşılamayacaktır; özellikle de sağlam meşrulaştırıcı gerekçeler olmadıkça, ki bugün yoktur.
Ayrıca öteki Arap ülkeleri ile İran, Kuzey Irak’ta olabilecek herhangi bir Türk askeri
müdahalesine karşı sert tepki göstereceklerdir, hele hele Türkiye orada bir şekilde sürekli
kalmaya heveslenirse. Bu takdirde Türkiye, bir anda kendisini kazanılması imkansız bir
gerilla savaşının ortasında bulabilir.
Peki acaba bugün Şiilik Türkiye için ne anlama gelmektedir? Bir hayli heterodoks Şii
nüfuslarıyla Alevilerin, Şiiliğin herhangi bir Ortodoks biçimini temsil etmemeleri dolayısıyla
İran’a doğru yönelmeleri için pek bir nedenleri yoktur. Esasen, geçmişteki hâkim Sünni
baskısı nedeniyle Aleviler genel olarak sıkı laiktirler.
Her ne kadar bugün Orta Doğu’da hemen her şey mezhepsel siyaset üzerine kurulu
olsa bile, Ankara’nın Irak’taki mezhep çatışmasında taraf olması hemen hiç ihtimâl dahilinde
değildir. Mezhepsel dürtüler üzerine politika bina etmek, modern Türkiye’nin işi değildir,
öteki Sünni devletler tarafından böyle yapmaya teşvik edilse bile.
PKK gerillalarının eylemleri birkaç yıldır sahneye geri dönmüş durumdadır.
Washington’un kuşku uyandırır şekilde hakkında pek bir şey yapmadığı PKK’nın Kuzey
Irak’ta hâlâ müstahkem bir mevkii vardır. Pek çok Türk, ABD’nin PKK üslerini hava
saldırılarıyla bölgeden dışarı atmamasının, Türkiye’nin topraklarını ABD askerlerine
kapatmasına karşı ödenen bedelin bir parçası olduğuna inanmaktadır.
Ancak Türkiye tarafından Kuzey Irak’ın tam olarak işgali ve Irak toprağının ele
geçirilmesi hiç muhtemel değildir; böyle bir şey Kuzey Irak’ta Türkiye’nin kazanamayacağı,
tahripkar bir gerilla savaşıyla sonuçlanır.
www.altinicizdiklerim.com 24
Türk özel sektörü, Irak Kürdistanı’na büyük paralar yatırmıştır ve Kürtlerin Irak petrol
satışlarından elde ettikleri petrol gelirleri dışında, o bölgedeki en hâkim ekonomik güç
konumundadır. Irak Kürdistanı’na yönelik Türk ihracatının, özellikle de gıda ve inşaat
malzemeleri ihracatının, 2007 yılında 5 milyar dolara ulaşması beklenmektedir.
Sonuç
Bağımsız bir Kürt devleti ihtimali bugün her zamankinden fazladır. Dahası, dünyada
kimlik politikalarının tanınması ve genel anlamda yapılan demokrasi ve insan hakları
çağrıları, kaçınılmaz şekilde Kürtlerin kendi kaderini tayin ihtimalini güçlendirmektedir. Buna
ilaveten, Irak devleti içindeki artan bölünmeler, çökmekte olan bir Irak devletinin bir parçası
olarak kalmak yönünde Kürtlere fazla bir ümit vermemektedir. Sonuç olarak, bütün sınırları
aşan uluslararası Kürt davasının sonunda nereye doğru evrileceğini hiç kimse bilemez. Bir
gün acaba bâzı Kürtler için bağımsızlık söz konusu olacak, bazıları için olmayacak mı, PanKürt bir devlet mi olacak, yoksa hepsi için özerklik mi söz konusu olacak? Ya da gevşek bir
konfederasyon altında çeşitli Kürt grupları arasında kalıcı siyasî bölünmeler, statükonun
devamı, ABD himayesinde bir Kürt devleti, veya Arap Irak’ında pek hoş karşılanmayacak ve
ABD askeri üslerine ev sahipliği yapacak özerk bir Kürdistan mı? Çok sayıda olası senaryo
mevcuttur, ancak bölgesel devlet rekabeti bağlamında bunların hemen hepsinin son derece
değişken olması muhtemeldir.
Her ne kadar Irak Kürtleri genel olarak PKK’nın silahlı eylemlerinin ve terörizminin
aleyhinde olsalar da, PKK’nın başarmaya çalıştığı şeye karşı bir sempati ve anlayış
beslemektedirler.
Türkiye ve İran
İhtiyatlı Bir Birarada Varolma
Türklerin başka hiç kimse ile Farslarla olduğundan daha eski veya daha karmaşık
kültürel etkileşimi yoktur. İki bin yıldan daha uzun zamandır İran, Anadolu’ya kim
hükmetmişse onun jeopolitik rakibi olmuştur, ki bunlar arasında Bizans da vardır.
İran’ın Osmanlı devletinin baş teolojik ve ideolojik rakibi haline gelmesi, ancak
İran’ın 1500 yılında dinî bir çark edişle Şiiliği devlet dinî olarak kabul etmesiyle olmuştur. On
altıncı yüzyıldan itibaren, Şii İran ile Sünni Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bu ilişki,
ideolojik açıdan birbirini kötüleme ve Anadolu ile Mezopotamya üzerinde uzun bir mücadele
içeren dinî bir soğuk savaş teşkil etmiştir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti İran’ın yeni Pehlevi
hanedanıyla bir tür iş ilişkisi gibi yürüyen ilişkiler kurmayı arzu ediyordu. Gelişen ilişkiler,
1932 yılında iki ülke arasında yeni bir sınır anlaşmasıyla sonuçlandı. Her ne kadar Şah
Rıza’nın reformları çok daha az zekice, daha az beceri, anlayış veya kalıcı etkiyle icra edilmiş
olsa bile, uyguladığı Batılılaştırmacı reform programı konusunda Şah’ın örnek aldığı model,
bizzat Atatürk idi.
Modern Türk-İran ilişkileri genel anlamda şu faktörlerce belirlenmektedir:
*Türk-İran ilişkilerini olduğu kadar Irak, İran ve Türkiye Kürtleri arasındaki üçlü
ilişkileri de etkileyen Kürt meselesi;
*Her ne kadar çoğu zaman sürtüşmenin nedeni değil de aracı olsa bile, devlette dinin
rolü konusundaki ideolojik gerginlikler;
*Saddam sonrası Irak, Suriye, İran Körfezi, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinde etkili
olmaya yönelik jeopolitik rekabet;
*İran’ın potansiyel nükleer silahlara sâhip olma arayışı.
Sünni-Şii bölünmesine rağmen, her iki devlet de dinî farklılıklarını görmezden
gelmeyi büyük ölçüde başarmıştır, özellikle de daha yakın yüzyıllarda. 
www.altinicizdiklerim.com 25
Meselâ Sultan II. Abdülhamit, Osmanlı döneminin son yıllarında, Avrupa’nın
emperyal meydan okuyuşları karşısında bütün Müslümanları birleştirmeyi amaçlayan Panİslamcı politikalarına İran’ın desteğini kolayca isteyebilmişti.
1920’lerde, her iki devlet de-Türkiye Atatürk, İran ise Rıza Şah yönetimi altında-geniş
kapsamlı bir reform ve Batılılaştırma programının parçası olarak sıkı laikleştirici gündemler
benimsediler.
Ancak 1979’da Şah’ın sekülarizmini ve Batıcılığını yıkıp ülkede teokratik düzen
kuran İran Devrimi’nden sonra, iki ülke arasındaki dinî gerginlikler yeniden canlandı.
Ankara’ya gelen İranlı resmî ziyaretçiler diplomatik zorunluluk olarak Atatürk’ün
mezarına yapılması gereken ziyareti sürekli reddettiler-bu, Türkiye’nin resmî ideolojisine
karşı büyük bir hakarettir.
Bugün İslami eğilimli AKP, Tahran’la ilişkileri geliştirmek için ciddi gayret
göstermekteyse de Türk Silahlı Kuvvetleri, İran konusunda Türkiye’nin sivil yetkililerine göre
çok daha şahince bir tutum benimsemektedir.
İran ile Osmanlılar arasında cereyan etmiş önemli sınır ihtilaflarının çoğu, Osmanlı
Irakı ile İran arasındaki sınırlarla ilgiliydi. Her ne kadar bu özel gerginlik kaynağı modern
Türk devletinin yeni sınırlarıyla ortadan kalkmışsa da, İran’ın Saddam sonrası Irak’ta
yükselen etkisi, gelecekte bir İran-Türk gerginliği olması ihtimalini ortaya çıkarmıştır.
İran’daki, Türkçe konuşan azınlıklar, çağdaş Türk-İran ilişkilerinde önemli bir sorun
teşkil etmemekle birlikte, Türkiye’nin İran üzerinde tek yönlü baskı kurabileceği potansiyel
bir araç durumundadır. İran nüfusunun yaklaşık yüzde 26’sı Türkçe konuşmaktadır, ki
bunların ezici bir çoğunluğu Azeridir ve kültürel ve dilsel açıdan Azerbaycan Azerileriyle çok
yakın irtibatlıdır.
Tüm dünyada Türkçe konuşan halklar arasında, “Türklükleri”nin en az farkında olma
eğilimindeki İran Azerileri, kültürel ve ekonomik açıdan İran’a gayet iyi entegre olmuş
durumdadırlar.
Pan-Türki meselelerin gelecekte Türk-İran ilişkilerinde ciddi bir rol oynaması pek
muhtemel değilse de bunlar, ikili ilişkilerin kötüleşmesi ihtimaline karşı, Türkiye tarafından
kuluçka halinde ve istismara açık durumda tutulmaktadır.
Bölgesel koşulların gerçekten ciddi biçimde kötüleşmesi halinde İran, İran Azerileri,
Azerbaycan Azerileri, Ermenistan, Irak ve Türkiye arasında altı-yönlü bir kriz çıkması
tamamen ihtimâl dışı değildir.
Genel olarak Türk ordusu, bilhassa İran hükümetinin İslami karakteri nedeniyle, İran’a
karşı sivil dış politika mahfillerinden çok daha sert bir tutum takınmıştır. Nitekim eski
Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin İran’la ilişkilerini iyileştirme çabalarına karşı ordunun
eleştirel tutumu, bizzat dış politika ile ilgili olmaktan ziyade İslam konusuna yönelik iç
politikalarla ilgiliydi.
Ne de olsa PKK, kendine özgü Pan-Kürt ideolojisiyle sonuçta İran’ı da tehdit
etmektedir. Türkiye ve İran, 2006 ve 2007’de PKK’ya ve İran’daki ikizi PJAK’a (Özgür
Yaşam Partisi) karşı ortak askeri operasyon konusunda yakın işbirliği yapmışlardır.
Ekonomik Faktörler
İran, Türkiye ile ticaret hacminde, Rusya ve Ukrayna’dan sonra Türkiye’nin komşuları
arasında üçüncü sırada yer almıştır. 2006 itibariyle, karşılıklı ticaret hacmi 6.2 milyar dolara
ulaşmıştır. Ancak bu seviye hâlâ görece ılımlı bir seviyedir ve Türkiye İran’ın en önde gelen
altı ihracat ve ithalât ortağı arasında henüz yer almamıştır.
Türkiye’nin Orta Doğu’dan yaptığı en büyük ithalât, elbette ki, İran doğal gazıdır.
Nisan 2007’de Türkiye ve İran, enerji alanında ortak girişime dayalı stratejik bir ittifak
planladıklarını ilan etmişlerdir. Söz konusu proje, yeni petrol ve gaz kuyuları açılmasını ve
Türkiye’den geçen mevcut boru hatlarını kullanarak Yunanistan üzerinden Avrupa’ya enerji
aktarılmasını kapsamaktadır.
www.altinicizdiklerim.com 26
Avrupa Birliği, Rus enerji kaynaklarına aşırı bağımlılıktan kurtulmak için, İran
enerjisini ithal etme projesini hararetle desteklemekte, ancak Washington bu projeye şiddetle
karşı çıkmaktadır-bu da Ankara ile Washington arasında devam eden bir sürtüşme kaynağıdır.
Bu arada Washington Türkmen petrolünün İran yoluyla Türkiye’ye getirilmesine dair her
plana karşıdır.
Türkiye artık İran gazının ve petrolünün tüketiminde ve Batı’ya aktarılmasında önemli
bir kavşak noktası konumundadır. ABD’nin sıkı muhalefetine rağmen Avrupa, tamamen Rus
ihracatına bağımlılığa karşı söz konusu İran alternatifini memnuniyetle karşılayacaktır-bu da
Washington’un hoşuna gitmeyen bir şeydir.
İran’a karşı ABD askeri saldırısı Ankara’nın menfaatlerini olumsuz etkileyecekken,
Tahran’a karşı geniş kapsamlı ekonomik yaptırımlar getirme girişimleri bile Türk dış
ticaretine ciddi şekilde tesir edecektir: Örneğin her yıl yaklaşık yetmiş beş bin Türk kamyonu,
Orta Asya ve ötesine gitmek üzere İran’dan transit geçiş yapmaktadır.
Nükleer Sorunlar
Her ne kadar Türkiye’de İran’ın nükleer silahlarla ilgili planlarına olumlu bakılmasa
da, Kürt sorunu ile kıyaslanınca, bu konu Türkiye’de çok öncelikli bir sorun değildir, hâttâ
Türk ordusu için bile. Konvansiyonel silahlarda Türkiye İran’dan çok daha güçlüdür. Ayrıca
aralarındaki çeşitli gerginlik kaynaklarına rağmen, iki ülke arasında yakın tarihte ciddi bir
askeri kapışma mevcut değildir. Türkiye’nin temel kaygısı, İran’ın nükleer silahlarının
bölgedeki güç dengesi denklemlerini nasıl etkileyeceğidir.
Olası bir ABD-İran çatışması ile ilgili olarak 2003 Haziran ayında yapılan bir
kamuoyu yoklamasında, Türklerin yüzde 55’i bu konuda tarafsız kalmayı yeğlerken, yaklaşık
yüzde 24’ü İran’ın safında yer almayı tercih etmektedir; Birleşik Devletler safında yer almak
isteyenlerin oranı yüzde 17’inin altındadır.
Sonuç
Tarihsel olarak, Türklerin Batı’ya yakınlığının İran’ı kaygılandırdığı ya da rahatsız
ettiği anlaşılmaktadır; son Şah bile zaman zaman Türkiye’yi Batı’nın dikkatini cezbetme
konusunda bir rakip olarak algılamıştır. Bundan dolayı, görünür gelecek için, İran’ın
Türkiye’ye karşı tutumu, büyük ölçüde Ankara’nın İran’a karşı Batılı stratejik politikaları ne
ölçüde benimseyeceği tarafından belirlenecektir.
Türkiye ve İsrail
Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu içinde uzun bir tarihi vardır. 1492’de,
Müslümanlarla birlikte Katolik İspanya’dan sürüldükleri zaman Osmanlı’ya sığınmışlardır.
Esasen, Soner Çağaptay’ın dediği gibi, “Onyedinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda
yaşayan Yahudilerin sayısı, dünyanın başka yerlerinde bulunan toplam Yahudi sayısından
daha fazlaydı.
Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu da birçok meslek dalında Yahudi bilgi ve
becerisinden faydalanmış, onlarla gelen Batılı know-how’ı imparatorluğun gelişmesi ve
dönüşümünde kullanmıştır.
Yahudiler, modern Türkiye’de de baskıdan uzak bir hayat sürmüşlerdir ve İsrail’de de
hayli Türk yanlısı önemli bir Türk-Yahudi topluluğu mevcuttur.
Türk düşüncesinde Arap-İsrail meselesi ile Kudüs meselesi arasında önemli bir fark
vardır. Kudüs, İbrahimi dinlerin her üçü için de kutsaldır.
Müslümanların çoğu gibi, Türkler de Kudüs’te bulunan geleneksel İslami dinî
mekanların tamamen İsrail kontrolü altında bulunmasından son derece rahatsızdırlar. 2000
yılında yapılan bir kamuoyu yoklamasında Türklerin yüzde 63’ü, Kudüs ve Mescid-i
Aksa’nın kendileri için önemli olduğunu belirtmiş, yüzde 60’ı da Filistin halkının
korunmasında Türkiye’nin daha aktif bir rol oynaması gerektiğini ifâde etmiştir. 
www.altinicizdiklerim.com 27
Müslüman dünya hâlâ Kudüs’teki Müslüman çıkarları adına yüksek sesle konuşması
için Türkiye’ye bakmaktadır.
Türk-İsrail İlişkilerinde Askeri Faktör
Türkiye’de İsrail ile yakın ilişkiler kurulmasının önde gelen savunucusu Türk Silahlı
Kuvvetleridir. Radikal biçimde lâik olan ordu için İsrail, “anti-İslami” bir sembol olarak,
değerli bir yüksek askeri teknoloji transferi kaynağı, ABD Kongresi’ne erişimi kolaylaştıran
bir unsur ve nihayet, radikal komşulara karşı stratejik bir yıldırma kaynağı olarak önemlidir.
Çoğu Türk, İsrail devleti ile Türkiye’nin az sayıdaki Yahudi nüfusu (120.000) arasında
hemen bir ayrım yapmakta, Türkiye’deki Yahudilere yüksek derecede bir tolerans ve saygı
beslerken, İsrail devletine karşı yaygın bir muhabbet duymamaktadır.
Askeri işbirliği Türkiye’nin İsrail ile büyüyen ilişkilerinin en dramatik ve tartışmalı
unsurunu teşkil etmektedir.
Türkiye İran, Irak ve Suriye’ye karşı Türkiye topraklarında İsrail ile ortak gizli
dinleme üslerinin kurulmasını kabul etmiştir.
Türk ordusunun yirmi-beş yıllık bir zaman diliminde gerçekleşecek ve yaklaşık 150
milyar dolar tutacak büyük bir askeri modernizasyon projesine giriştiği bir zamanda gelen bu
İsrail bağlantısı, Türkiye için özellikle değerliydi. İki ülkenin savunma sanayilerini bir araya
getiren bu girişimde, İsrail’in gerek teknolojisi ve gerekse Türkiye’deki ciddi finansal yatırımı
hayati bir rol oynamıştır.
Türkiye bir ara, olası bir Suriye-İsrail barış anlaşmasının Ankara’nın elini Şam’a karşı
zayıflatacağından ve potansiyel olarak Şam’ın İsrail sınırındaki kuvvetlerini kuzeydeki Türk
sınırına kaydırmasına imkân vereceğinden kaygı duyar hale gelmiştir. Türkiye ile İsrail’in
Şam’a karşı ortak kıskaç gücünün, Suriye’nin 1998 yılında PKK’yı desteklemekten vazgeçme
ve Ankara’ya karşı izlediği düşmanca politikaları revizyondan geçirme kararına önemli
ölçüde katkıda bulunduğu konusunda hiç kuşku yoktur.
Sivil İşbirliği
İki ülke arasındaki yoğun askeri işbirliğine birçok alanda sivil ilişkiler de eşlik
etmiştir. Örneğin, yılda 1.85 milyar dolara ulaşan İsrail’in Türkiye turizmi, Türkiye’nin
toplam turizm gelirlerinin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Buna ek olarak, tarım alanında
özel bir uzmanlığa sâhip olan İsrail, Türk tarım sektörünün gelişimine yatırım yapmıştır.
Bugün İsrail’in ticaret ortakları listesinde Türkiye on üçüncü sırada yer alırken,
Türkiye’nin ticaret ortakları listesinde İsrail dokuzuncu sırayı almaktadır. 2007 yılında
Türkiye ile İsrail, Karadeniz’i Kızıl Deniz’e bağlayacak bir boru hattı inşası üzerinde geçici
olarak anlaşmaya varmışlardır. Suyun altından gidecek bu boru hattı, Suriye ve Lübnan’ı bypass edecek, Rusya ve Azerbaycan’dan getireceği gaz ve petrolü Türkiye üzerinden İsrail’e
iletecektir.
İsrail SSCB’nin çökmesinden sonra bu bölgeye girmek için Türkiye’yi değerli bir
köprü olarak görmüş, ardından Türkiye de İsrail’in bölgeye girişini kolaylaştırmıştır.
İsrail, Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’dan İsrail’in kullanabileceği enerjiyi
getirme potansiyeli ile ilgilenmeye devam etmektedir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattının
tamamlanması bu yönde atılacak bir ilk adım niteliğindedir.
Robins, İsrail ile ilişkilerin gerilemesinin başlangıcını, bizzat ordu içinde birçok
kişinin Türkiye’nin İsrail ile bağlarının Washington nezdinde beklenen meyveleri vermediğini
düşündüğü 1996 yılı ile tarihler.
AKP’nin iktidara gelmesi ve “düşmanlık yok” ilkesine dayalı bir bölgesel politikaya
sarılması, İsrail’in artık Türkiye’nin dış politikasında merkezi bir konumda olmadığı bir ilişki
kaymasına yol açmıştır.
Türk-İsrail ilişkilerinin ekonomik ve teknik yönleri hâlâ güçlü olmaya devam etse de
söz konusu ilişkinin stratejik yönü önemli ölçüde zayıflamıştır. 
www.altinicizdiklerim.com 28
Suriye’nin refahından Türkiye’nin alacağı yeni pay, Türkiye’nin İsrail ile bağlarını
daha da karmaşık hale getirmektedir. Benzer şekilde, savaş sonrası Irak’ta, özellikle deİsrail’in peşmerge güçlerinin eğitimine destek verdiği ve bölgeyi İran’a karşı istihbarat
operasyonları için bir üs olarak kullandığı-Kürdistan’da İsrail’in yürüttüğü faaliyetler de
Ankara’yı kaygılandırmaktadır.
Gerek Kudüs ve gerekse Washington, Türkiye’nin İsrail’in politikasına yönelttiği açık
eleştirilerin çoğundan rahatsızlık duysa da, söz konusu başkentlerin ikisi de Türkiye’nin
bölgeyle ilgili yeni planlarını tamamen tıkamamıştır. Türkiye bölgede her iki ülkenin de
müttefiki olup aynı zamanda Arap ülkelerinin çoğu ve İran nezdinde itibarı olan neredeyse
yegane ülkedir. Ancak İsrail zayıf veya düşmanca ilişkiler içinde olduğu Müslüman devletleri
güçsüz düşürmek ve bölmek peşinde koştuğu ölçüde, İsrail’in çıkarları Türkiye’nin
çıkarlarıyla otomatik olarak aynı safta yer almamaktadır artık.
Sonuç
Türk-İsrail ilişkileri Orta Doğu’nun geniş diplomatik ve stratejik ilişkiler yelpazesi
içinde önemli bir unsurdur. Aradaki bağlar biraz soğumuş olsa da İsrail hâlâ-bir Müslüman
ülke ile geliştirmiş olduğu yegane kapsamlı ve yakın çalışma ilişkisi durumunda olan-Türkiye
ile ilişkisine kayda değer bir önem vermektedir.
Ankara, Saddam’ın devrilmesinden beri Amerika Birleşik Devletleri’nin de İsrail’in
de Ankara’nın terörizmle ilgili baş kaygısı olan PKK ile pek ilgilenmediklerinin farkındadır.
Gerçekten de İsrail dünyadaki Kürtlerin kötü durumuna her zaman biraz gizli bir sempati
göstermiş, PKK’ya karşı Ankara ile işbirliğinden kaçınmış, duruma esas itibariyle
Türkiye’nin bir iç meselesi olarak bakmıştır.
Ekonomik ve maddi alanda Türkiye-İsrail ilişkisi her iki taraf için de bir hayli
avantajlıdır ve devam etmesi muhtemeldir. Askeri modernizasyon programı nedeniyle
Ankara, İsrail ile oldukça güçlü bir askeri ilişkiyi çok büyük olasılıkla devam ettirecektir, iki
ülke arasında stratejik işbirliği olmasa bile.
Şayet Ankara, İsrail ile askeri ilişkisini öteki bölgesel çıkarlarına fazlasıyla zarar verici
bulmaya başlarsa, Türkiye’nin İsrail ile kurduğu askeri ilişkinin belirli yönlerini potansiyel
olarak başka devletler-Çin, Rusya ve Avrupa Birliği gibi-devralabilir. Ancak büyük bir Orta
Doğu devletinin Türk güvenliğine meydan okuması halinde, Ankara’nın stratejik
düşüncesinde İsrail ile ilişkisinin önemi yeniden ağırlıklı hale gelebilir.
Türkiye ile Mısır, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri ve Afganistan Arasındaki İlişkiler
Mısır
Türklerle Mısırlılar arasında asırlardır süren yakın irtibata rağmen, modern
Türkiye’nin Mısır ile ilişkisi hiçbir zaman samimi olmamış, düşmanlık ile soğukluk arasında
gidip gelmiştir. Bu soğukluk, belirli tarihsel hoşnutsuzluklara dayalı olmaktan ziyade
günümüz jeopolitik çekişmeleri gerçekliğine dayanmaktadır.
Mısır kendisini geniş boyutlu Arap davasının önde gelen hamisi ve her ne kadar böyle
bir rolde giderek daha az ikna edici hale gelse de, Arap dünyasının doğal lideri olarak
görmektedir.
* Her ikisi de Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefikidir (Mısır Camp David’den
sonra).
* Her ikisi de İsrail ile diplomatik ilişki kuran az sayıdaki Müslüman ülke arasındadır.
* Her ikisi de bölgesel radikalizmi bastırmaya çalışmaktadır.
* Her ikisinin de İran Devrimi’nden beri İran’la ilişkileri gergindir.
Türkiye ile İsrail arasında bir güvenlik ittifakı yapılabilme potansiyeli ve AKP’nin son
zamanlardaki Orta Doğu’daki bütün ülkelerle dostane ilişkiler geliştirme politikaları TürkiyeMısır ilişkilerinin daha iyiye gitmesinin yolunu da açmıştır. Ancak bu ilişki şu anda esas
itibariyle durağan vaziyettedir; bunun başlıca sebebi de, Mısır ekonomisinin yavaş karakteri
ile bu ülkedeki katı, kabız edici ve kıskanç siyasî düzendir.
www.altinicizdiklerim.com 29
Türkiye ve Suudi Arabistan
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, el-Suud’un Vahhabi kuvvetleri, ki Osmanlı’nın çok
kültürlü İslam ifadelerine hasmane bir tutum takınıyorlardı, Hicaz’daki kutsal mekanların
kontrolünü ele geçirdi. Sonuçta modern Türkiye’de hem Hicaz’daki Haşimi isyanının, hem de
el-Suud’un Osmanlı devletine karşı giriştiği isyanın hatıraları hâlâ yaşamaktadır.
El-Suud’a karşı olan gizli husumet, 2002 yılı gibi daha yakın bir tarihte yeniden su
yüzüne çıkmış; Mekke’de bir konut projesine yer açmak amacıyla tarihi bir Osmanlı-Türk
Kalesi yıkılınca Türkler Suudilere ateş püskürmüşlerdir. Türk Kültür Bakanlığı “Kalenin
yıkılması olayı Suudi Arabistan’da Türk mirasına yapılan en son saldırıdır, ki bu ülke
geçmişte de Osmanlı evlerini, mezarlarını ve tarihi bir demiryolunu tahrip etmişti. Bu,
insanlığa karşı bir suç...ve kültürel soykırımdır” demiştir. Suudiler ise buna verdikleri cevapta
Türkiye’yi İslami bir devlet olarak kendi mirasını ve kimliğini lağvetmekle suçlamışlardır.
Kemalist düzen Suudi Arabistan’ın uluslararası İslami politikalarına daima kuşkuyla
bakmıştır. Bireyler olarak Suudiler muhtemelen Türkiye’ye karşı kendi hükümetlerinden daha
sıcak duygular beslemektedirler, ancak bu duygu pek karşılıklı sayılmaz. Türk sokak basını
sık sık krallıkla ilgili dehşetli hikayelerden bahseder, el-Suud Hanedanı da Türklerden pek
dinî saygı görmez. Yine de Suudiler İstanbul’u Müslüman turizm güzergahlarından biri olarak
değerlendirirler.
Altını çizmek gerekir ki yaklaşık son kırk yıldır ilk defa Suudi Kralı Abdullah, 2006
yılında Türkiye’ye bir kraliyet ziyareti gerçekleştirmiştir; neredeyse kesinlik derecesinde
denebilir ki bunun sebebi, Türkiye’nin Irak dâhil Orta Doğu meseleleriyle daha fazla
ilgilenmesi ve duyarlılık göstermesinin takdir edilmesi idi.
Türkiye ve Afganistan
Afganistan, Türklerin Doğu dünyasına yönelik geniş jeopolitik vizyonunun çok
candan bir parçasıdır ve Arap dünyasına kıyasla birçok bakımdan Türk ruhuna daha yakındır.
Afganistan bugün bünyesinde kalabalık ve önemli Türki Özbek ve Türkmen azınlıkları ve
genelde İngiliz emperyalizmine başkaldırırken çoğu kez yardım için Osmanlı Türkiyesi’ne
bakmış olan Güney Asya bölgesindeki Müslüman yöneticileri barındırmaktadır.
Afganistan (Sovyetler Birliği’nin ardından) yeni Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ni
tanıyan ikinci ülke olmuş, hâttâ Atatürk’ün Avrupalı emperyalistlere karşı yürüttüğü Ulusal
Kurtuluş Savaşı’na yardım etmek için askeri destek göndermiştir. Gerçekten de Afgan Kralı
Emanullah Han’ın (1919-29) Atatürk’le yakın bir kişisel dostluğu vardı; Emanullah Han,
Atatürk’ün modernleştirici reformlarının büyük bir hayranı idi ve bunları Afganistan’da da
aynen gerçekleştirmek istemişti.
Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, Türkiye’nin jeopolitik manzarası aniden geniş bir
şekilde Doğu’ya açılmış; Afganistan ve Pakistan, bir gecede Orta Asya’ya ve Keşmir’e açılan
kapılar haline gelmiş, Türk halklarının zihninde o eski bağlar yeniden canlanmıştır.
Genişleyen bu Doğu alanı Türk siyaset tasavvuruna yeni fırsatlar ve yeni bir kafa yapısının
kazınmasına yaramıştır. Türk kamuoyu, Taliban’a hiçbir sempati beslenmemesine karşın,
ABD’nin Afganistan’ı işgaline karşı büyük bir tepki göstermiştir: Halkın yaklaşık üçte ikisi
bölgedeki ABD askeri operasyonlarına ve ABD kuvvetlerinin Türk askeri tesislerini
kullanması da dâhil olmak üzere ABD operasyonuna destek verilmesine karşı çıkmıştır.
Türk kamuoyunun aksi görüşüne rağmen Türk hükümeti, Afgan operasyonunda
Birleşik Devletler’e yardım etmeyi kabul ederek Kuzey İttifakı askerlerinin güneye, Kabil’e
doğru hareketine destek ve eğitim sağlamıştır.
Ayrıca Afganistan’a giden barış gücü askerlerine katkıda bulunmuş, Orta Asya’ya
yönelik ABD ve NATO destek uçuşlarına hava üssünü kullanma imkanı vermiştir. Dahası
Türkiye, ilk başlardaki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nün barışı koruma operasyonuna
bindörtyüz askerle katkı sağlamıştır. 
www.altinicizdiklerim.com 30
Bu ABD dışında operasyona en büyük, Müslüman ülkelerdense tek katkıyı teşkil
etmiştir. Ancak Türkiye 2006’da NATO’nun Kabil dışındaki operasyonlar için asker
gönderme çağrısını reddetmiştir.
Daha da etkileyici olansa, Türk özel sektörünün Afganistan’daki yatırımlarıdır. Başka
herhangi bir ülkeden gelenden daha büyük olan yatırım miktarı 2006 başları itibariyle
yaklaşık 1 milyar dolara ulaşmıştır.
Türkiye, uzun vadeli bir bakışla kendisini Afganistan’a mutlaka yardım etmek zorunda
hisseden ve bu ülkenin refahında kalıcı menfaati olan az sayıdaki bölge ülkesinden biridir.
Her ne kadar Peştun nüfus arasında bulunan Taliban yanlısı unsurlar, Türkiye’nin, ABD
çıkarlarını kollayan bir paravan olmasından kuşkulansalar da, her iki tarafta da duygusal
bağlar gücünü korumaktadır.
Türkiye ve Avrasya
Sovyetler Birliği artık ölmüştür ve daha önemlisi, Türkiye artık Rusya ile ortak bir
sınır bile paylaşmamaktadır. Bugün Türkiye’ye karşı Rus askeri saldırganlığı neredeyse akla
gelmez durumdadır. Azerbaycan ve Orta Asya gibi, SSCB’nin Türki Müslümanlarının büyük
çoğunluğu 1991’de bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Türkiye jeopolitik seçeneklerini
yeniden şekillendirmekte ve bu bağlamda Rusya Türkiye’ye iktisadi, siyasî ve askeri
alanlarda bir ortak olarak önemli fırsatlar sunmaktadır.
Yine de realite şudur ki, Türkiye’nin eski Rus ve Sovyet imparatorluklarının
Müslüman (büyük ölçüde Türki) halklarıyla olan tarihsel ve etnik ilişkileri hiçbir zaman
Moskova için potansiyel bir kaygı olmaktan tamamen çıkmayacaktır. O kadar ki Moskova ile
Ankara, bu halklar üzerinde etki bakımından âdeta zıt kutupları temsil etmektedirler. Bugün,
hâlâ Rusya Federasyonu içinde kalmış olan Müslümanlar-Volga ve Kırım Türki Tatarları,
Çeçenler ve Kuzey Kafkasya’daki öteki halklar-daha fazla özerklik veya Moskova’dan
bağımsızlık istemektedirler ve asırlardır kendilerine yardım etmesi için yüzlerini Türkiye’ye
çevirmişlerdir. Fakat Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Türk dünyasının kapılarının yeniden
açılmasıyla başlayan kısa bir aşırı coşku döneminin ardından, Türkiye’nin bu Müslüman
halklarla ilişkisi, Ankara için biraz hayal kırıklığına uğratıcı olmuştur. Aynı zamanda,
Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkilerden elde ettiği çıkarlar katlanarak artmıştır.
Bu istikamet değişimi en çarpıcı şekilde, iki yüz yılı aşkın bir süredir Kafkaslar’da
bağımsızlık için mücadele eden Çeçenlerin durumunda kendini göstermektedir. Çeçenler
İslami kimliklerine derinden bağlıdırlar. Türki olmasalar da, Türkiye’de, asırlar süren Rus
baskısından kaçanların oluşturduğu, hatırı sayılır bir Çeçen diyasporası vardır. Çeçenler,
davalarının sesini duyurmak için 1990’larda Türk topraklarında birkaç uçak kaçırma olayına
karıştılar. Geçmişte Ankara zaman zaman Çeçenler’e destek verdiğinde, Moskova da açık
şekilde Türkiye’nin Kürtleri’ne aynı şeyi yapardı.
Bugün Türk-Rus ilişkilerinde güçlü bir ekonomik tamamlayıcılık da ortaya çıkmış
bulunmaktadır. Moskova dünyada Almanya’dan sonra Türk mallarının en büyük ikinci
ithalatçısıdır, Türkiye de Rusya’da inşaat alanında 6 ila 12 milyar dolarlık yatırım yapmıştır.
Ayrıca Türkiye’ye giden Rus turistlerin sayısı, Almanya’dan gelen turistlerin sayısı ile
yarışmaktadır; 2004 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Rus sayısı 1.7 milyonu bulmuştur,
İstanbul sokakları ve sahil kasabalarının plajları dâhil her yerde Ruslara rastlamak
mümkündür.
Önemle vurgulanmalıdır ki, Karadeniz’in altından geçen Mavi Akım yoluyla
Türkiye’nin Rusya’dan yaptığı büyük çaplı doğal gaz ithalatı-ki bu, Türkiye’nin doğal gaz
ithalatının en azından yüzde 70’ini teşkil etmektedir-iki ülke arasında uzun süreli bir karşılıklı
bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır. Esasen Rusya, mevcut Mavi Akım boru hattını Türkiye’den
güneyde İsrail’e kadar uzatmak istemektedir.
www.altinicizdiklerim.com 31
Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin gerek Rusya ve gerekse Orta Doğu ile olan bağları
muhakkak ki daha da yoğunlaşacak, bu da Türk bakış açısının çekim merkezini daha çok
Doğu’ya kaydıracaktır.
1990’ların ortalarında Türkiye, Rusya’dan silâh, mühimmat ve helikopter satın alan ilk
NATO ülkesi olmuştur; çünkü Batılı ülkeler, Kürt isyancılara karşı kullanabileceği
gerekçesiyle Türkiye’ye silâh satmayı reddetmişlerdir. Ayrıca Rusya, Türkiye’nin askeri
modernizasyon projesi ihalesine katılmayı da planlamaktadır.
Bir Türk diplomat, Ankara’nın Moskova ile sürdürdüğü düzenli siyasî diyalogu
Dışişleri Bakanlığı’nın herhangi bir ülke ile sürdürdüğü “en düzenli ve kapsamlı” diyalog
olarak nitelendirmektedir. Moskova ve Ankara, Güney Kafkaslar’daki ABD politikalarının
istikrarı bozucu olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar ve bölgede statükonun korunmasından
yanadırlar. Ankara ABD’nin Gürcistan’ı NATO’ya çekme planlarını Rusya’ya karşı gereksiz
yere kışkırtıcı bir eylem olarak görme eğilimindedir; aynı zamanda Abhazya ve Acaristan’dan
gelmiş kendi Gürcü azınlıklar diyasporası bu grupların Gürcistan’dan ayrılmasına sempatik
bakmaktadır.
Moskova bu arada, şüphesiz kısmen Türkiye’nin tarihi ABD yanlısı yöneliminden
sapmasından duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişini
desteklediğini açıkça ilan etmiş; Kıbrıs sorununda da Türkiye’nin pozisyonunu desteklemeye
uğraşmıştır. Buna karşılık Türkiye de Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesine yardımcı
olmayı kabul etmiştir, ki bu da Rus-Türk ticaretini daha da artırabilecek bir olgudur.
Rus kamuoyunun Türkiye’ye bakışı oldukça olumludur. 2005 yılında Rusya’da
yapılan bir kamuoyu yoklamasında, Rusların yüzde 71’i Türkiye’ye karşı pozitif bir tavır
takınmıştır. Yüzde 51’i Türkiye’yi güvenilir bir ticari ve ekonomik ortak, yüzde 16’sı bir
kardeş ülke olarak görürken, sâdece yüzde 3’ü düşman bir ülke ve muhtemel bir rakip olarak
görmüştür.
Türk Düşüncesinde Kafkaslar ve Orta Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra Türkiye’de başlamış bir erken aşırı heyecan
dalgası Türkleri yeni bir “Türk yüzyılı”nın hakimleri olabileceklerine inandırmıştı. O
dönemde, zamanın Türk Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Türkiye’nin Adriyatik’ten Çin
Seddi’ne uzanan yeni bir Türk dünyasının başını çekebileceğini ilan etmişti.
Fakat bağra basılan Pan-Türki vizyon bir dizi nedenden dolayı asla ciddi olarak
başarılamadı. Birincisi, Türkiye, çoğunluğu Türk olan yeni cumhuriyetlerin gelişmesinde ve
finanse edilmesinde ciddi rol oynayabilecek ekonomik ağırlık ve altyapıdan yoksundu.
İkincisi, taktiksel ve psikolojik olarak, Türkiye başlangıçta biraz küçümser biçimde bu
cumhuriyetlere karşı yeni bir “büyük birader” gibi davrandı, aslında bu cumhuriyetler bâzı
açılardan Türkiye’den daha gelişmişti. Son olarak üçüncüsü, bu yeni devletlerin otokratik
liderlerinin olağanüstü huysuz, paranoyak ve güvenilmez olduğu ortaya çıktı. Meselâ
Özbekistan’ın İslam Kerimov’u, en küçük bir iç muhalefet belirtisine kafasını özellikle takmış
durumdadır; hâttâ Türkiye’yi kendisini devirmek için hem lâik, hem de İslamcı güçleri
desteklemekle suçlamış, bu durum iki ülkenin eğitim alanında sâhip olduğu yakın ilişkileri
koparmış ve Türkiye’deki bütün Özbek öğrencilerin geri çağrılmasıyla sonuçlanmıştır.
Washington da başlangıçta, özellikle de 11 Eylül’den sonra Terörizmle Küresel Savaş
için kumanda ettiği geniş işbirliği çağrısı sırasında, Rusya’nın kaybı pahasına Orta Asya’da
ciddi stratejik kazanımlar elde etmiştir; o koşullar altında Moskova, Washington’un bölgede
edindiği yeni stratejik tutunma noktasına isteksizce boyun eğmiştir. Fakat Washington’un
Rusya’yı eski Sovyetler Briliği’nin güney bölgelerinden kalıcı olarak çıkarma kararlılığı,
Moskova’nın sert tepkisini çekti. 
www.altinicizdiklerim.com 32
Orta Asya liderlerinin otokratik tabiatı da, özellikle söz konusu liderler
Washington’un, öteki şeyler yanında, Moskova’nın etkisini zayıflatabilmek için tasarlanan
demokratikleşme kampanyalarıyla kendi ülkelerini de istikrarsızlaştırabileceğinden
korktukları için, giderek daha fazla biçimde Orta Asya ülkelerini Rus yörüngesinde tutma
çabasındaki Moskova’nın işini kolaylaştırdı.
Orta Asyalı Türki cumhuriyetlerle ilişkilerinin soğumasıyla Türkiye de farkına vardı
ki Rusya ile kuracağı ekonomik ve stratejik ilişkilerden edineceği kazanç, Bağımsız Devletler
Topluluğu (BDT) üyesi, küçük, bağımsızlığına yeni kavuşmuş cumhuriyetlerle kuracağı,
çabucak elden kaçabilecek herhangi bir ilişkiden elde edeceği kazancı kat kat aşıyordu.
Sorunun özü Orta Asya cumhuriyetlerinin yönelim ve karakterlerinin netleşmemiş
doğasında yatmaktadır. Fakat demokratikleşme ile birlikte Pan-Türki kimlikler büyüyebilir.
Şayet günün birinde bu eski Sovyet cumhuriyetlerine daha demokratik bir yönetişim hâkim
olursa, Ankara ile ilişkileri de muhtemelen iyileşecektir.
Her ne kadar Moskova, Washington’a ve hâttâ Avrupa Birliği’ne hiçbir zaman tam bir
alternatif olamasa da, Türkiye’nin yeni ve giderek karmaşıklaşan dış politika yapısında hızla
güçlü bir doğuya dönük sütun sağlamaktadır.
Kafkaslar
Türkiye’nin genel olarak Kafkaslar ve Orta Asya ile ilişkilerinde en büyük gücü,
okullar ve üniversiteler kurması, askeri personele talim ve üniversite eğitimi sağlaması, yeni
enerji boru hatları inşa etmesi ve bölgeye Türkiye’ye dair yakın bir farkındalık ve Anadolu
Türkçesiyle ilgili bilgi getirmiş olmasıdır. Meselâ Türk Avrasya TV, uydu aracılığıyla
Kafkaslar ve Orta Asya’da yayın yapmakta, Türkiye ile ilgili bilginin bölgede yayılmasına
büyük katkı sağlamaktadır, buna Anadolu Türkçesine aşinalık kazanmak da dahildir. Bugün
artık Türk ziyaretçiler, seyahat, okul ve/veya medya kanalıyla öğrenilmiş Anadolu Türkçesini
konuşan, çok iyi konuşamasa da en azından anlayan kişilerle daha sık karşılaşmaktadır.
Azerbaycan
Türkiye’nin Kafkaslar’daki en önemli ilişkisi Azerbaycan iledir. Nüfusunun
çoğunluğunun Şii olmasına rağmen ülke dil ve kültür açısından Türkiye’ye çok yakındır. İki
ülke, 1990’ların başlarında Pan-Türkçü zihniyetli Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey zamanında
doruğa çıkmış ve 1992’de Elçibey’in devrilmesine kadar sürmüş, aşırı coşkulu bir Pan-Türkçü
aşamadan geçmiştir. O zamandan sonra Türkiye-Azerbaycan ilişkisinin özü, kültürel alandan
ekonomik alana-özellikle enerji konusuna ve iki ülkeyi ayrılmaz biçimde birbirine bağlayan
Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına-kaymıştır.
Azerbaycan’da Türkiye’nin rolü, aynı şekilde askeri alanda da önemlidir. Ferit
İsmailzade bu konuda “Türk askeri uzmanları Azeri subayları hem Bakü’de hem de
Türkiye’de eğitmişler, modern bir ordu yapısının geliştirilmesi konusunda askeri uzmanlık
sağlamışlardır. Yüzlerce Azeri subay Türk askeri okullarından mezun olmuş ve 1999’dan
itibaren Azeri askerler, Türk kumandası altında Kosova ve Afganistan’da barış gücü
görevlerine katılmışlardır” diye yazmaktadır.
Batılı altyapı yatırımlarından kısmen doğrudan istifade eden Türk müteahhitleri de bu
ülkede bir hayli aktif durumdadırlar.
Bakü düzenli ve kalabalık uçuşlar yoluyla birçok Türk şehriyle bağlantı halindedir.
Eğitimli Azerilerin çoğu bugün gayet iyi bir Anadolu Türkçesi konuşmakta ve Türk
elektronik ve basılı medyasına kolayca erişmenin tadını çıkarmaktadır. Hassas bir alan olan
Türk-Ermeni-Azeri ilişkilerinde, Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkilerine dayalı politika çabası,
Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi arayışına kadar uzanmıştır. Ancak ihtilaflı Dağlık
Karabağ bölgesi için Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapılan savaştan Ermenistan’ın
galip çıkması, Ankara ile Bakü’nün ihtilafa konu Azeri topraklarını işgali nedeniyle Erivan’a
karşı ticaret ambargosu uygulamasına sebep olmuştur.
www.altinicizdiklerim.com 33
Bu sürtüşmeye rağmen, Türkiye ile Ermenistan arasında kayda değer bir gri ticaret
cereyan etmekte, havayolu iki ülkeyi birbirine bağlamaktadır.
Ancak Birleşik Devletler’deki ve Avrupa’daki kalabalık Ermeni diyasporası,
Washington’un Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde Ermeni soykırımı işlendiği
gerekçesiyle Türkiye’yi kınayan parlamento kararı alması için gece gündüz çalışmaktadır; bu
baskılar ise sâdece Erivan ile Ankara arasında iki tarafın da arzu ettiği yakınlaşmayı
zorlaştırmaya yaramaktadır.
Gürcistan
Türkiye, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından Gürcistan’ın bağımsızlığına
kavuşmasına çok sevinmiş, iki ülke arasında hızla sıcak ilişkiler kurulmuştur. Yine de
beklentilerin aksine, Türkiye’nin Türki bir ülke olmayan Gürcistan’la ticareti, görece ılımlı
düzeylerde kalmıştır.
2002 yılında Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan arasında, Tiflis yakınlarında bulunan
Marneuli hava üssünün modernizasyonu konusunda Türkiye’nin yardımını da içeren bir
bölgesel güvenlik anlaşması imzalanmıştır. Türkiye, Azerbaycan’da olduğu gibi, Gürcistan’da
da Birleşik Askeri Akademi’nin kurulmasına ve personel yönünden donanımına yardım
etmiştir.
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını korumak için Ankara’nın Gürcistan ve Azerbaycan
ile işbirliğine gitmesiyle birlikte, Moskova dışarı atılmış olmaktadır. Moskova’nın
desteklediği, Gürcistan’ın Abhazya bölgesindeki ayrılıkçılık sorunu yüzünden Türkiye kısmen
Tiflis ile Moskova arasında kalmıştır.
Her ne kadar Batı, Gürcistan’ın NATO’ya girişinin kolaylaştırılması bağlamında
Türkiye’nin anahtar bir rol oynamasını arzu etse de Türkiye, Moskova’yı kendisinden daha da
uzaklaştırmaktan çekinmiş ve ayrılıkçı Abaza meselesinde Tiflis’in arzu ettiğinden daha
tarafsız bir tutum sergilemiştir.
Orta Asya
Eski Sovyetler Birliği’nin beş Orta Asya cumhuriyetinden dördü, etnik olarak Türk
kökenlidir: Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan. Genelde AKP, Orta
Asya’ya kendisinden önceki İslamcı Refah Partisi’nden çok daha fazla ilgi göstermektedir.
Bunun bir nedeni, daha önceleri milliyetçi görüşe sâhip MHP’nin güçlü olduğu İç Anadolu
bölgesinden AKP’nin büyük bir seçmen desteği almış olmasıdır; milliyetçiler Türkiye’nin
Orta Asya ile yakın ilişkiler kurmasını hararetle desteklemektedirler.
Türkmenistan
Türkmenistan ile Türkiye’nin ilişkileri büyük oranda potansiyel enerji bağlarına
dayalıdır. Avrupa’ya Türkmen gazı taşıyacak boru hatlarının geleceğinin ne olacağı bugün altı
güç arasında yoğun rekabet konusudur: Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği,
İran, Türkiye ve Çin. Bu devletlerin belli başlı jeopolitik çıkarları, bu senaryolardan her
birinin sonucuna büyük oranda bağlıdır. Türkiye en az kaybedecek olan ülke konumundadır.
Ankara aynı zamanda Aşkabat’ta bir askeri akademi de inşa etmiş ve personel ile
donatmıştır.
2006 sonlarında Niyazov’un ölümü ve iktidarın Gurbanguli Berdimuhamedov rejimi
tarafından devralınmasıyla, Türkmenistan’ın dış dünya ile ilişkilerinin daha rasyonel hale
gelmeye başladığı yönünde bâzı işaretler mevcut olduğundan Türkiye’nin bu ülkeyle
ilişkilerinin de iyileşmesi beklenir.
Özbekistan
Türkiye’nin Özbekistan ile bağları da İslam Kerimov’un güvenlik paranoyası
yüzünden benzer şekilde kısıtlı düzeyde kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından
Orta Asya ile ilgili Türk heveslerinin ortaya çıkmasıyla Kerimov, kendisini Orta Asya’nın
liderliği ihtirasına kaptırınca, Türkiye’yi potansiyel bir rakip olarak gördü. 
www.altinicizdiklerim.com 34
Dahası, Türkiye’ye gönderilen çok sayıda Özbek öğrenci demokratik değerlerden
etkilendi ve bunların çoğu Kerimov rejimine karşı tavır aldı. Özbekistan’da ayrıca çoğunluğu
Fethullah Gülen hareketi ile irtibatlı birçok okul da açılmıştı. Daha önce de belirtildiği gibi
Kerimov, sonradan Türkiye’yi kendisine komplo düzenlemekle suçladı, gönderdiği
öğrencileri geri çağırdı ve Türk okullarını da ülkeden dışarı çıkardı.
Fakat 2006’dan itibaren ABD-Özbek ilişkilerinin gerilemesi ve Türkiye ile ilişkilerin
de soğumasıyla, Kerimov bir kere daha güvenlik bağımlılığını Moskova’ya doğru
yönlendirmeye başlamıştır.
Kazakistan
Bütün Orta Asya cumhuriyetleri içinde, Türkiye’nin en büyük karşılıklı ticareti
Kazakistan’ladır ve 2004 yılında 797.8 milyon dolara ulaşmıştır. Her ne kadar 2006 yılında
Türkiye, Kazakistan ve Azerbaycan arasında Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına iletmek üzere
Hazar Denizi’nden petrol geçirme görüşmeleri yapılmışsa da, daha sonra, 2007 yılında
Kazakistan’ın enerjisini sâdece Rusya üzerinden ihraç edeceğini taahhüt etmesiyle bu plân
çökmüştür. Eğitim alanında ise Türkiye, Şimkent’teki Kazak-Türk Üniversitesi’ni kurmuştur.
Kırgızistan
Türkiye’nin Orta Asya’daki belki de en samimi ilişkisi, Kırgızistan’la kurduğu
ilişkidir. Türkiye bu ülkede oldukça popüler ve rekabetçi birçok lise açmış, ayrıca
Kırgızistan’a askeri eğitim de sağlamıştır. Bu arada öğretimin bedava olduğu Kırgız-Türk
Manas Üniversitesi’ni de kurmuştur. Buna ek olarak, bugün Türkiye’nin çeşitli
üniversitelerinde okuyan binden fazla Kırgız öğrenci bulunmaktadır.
Çin
Rusya’dan sonra, Türkiye’nin önemli ve büyüyen bir ilişki kurduğu ikinci büyük güç
Çin’dir. Çeşitli yollarla hızla gelişen bu ilişkide, tek sürtüşme kaynağı, Çin’in batı bölgesi
Sincan’da yaşayan on milyon Uygur Türkü’nün baskı altında olmasıdır.
Türkiye’deki Türk milliyetçileri uzun zamandır Uygurların kaderinden endişe
duymaktadırlar. Çeşitli Türk hükümetleri de bir yanda Çin ile iyi ilişkiler kurma arzusu, öte
yanda Sincan’daki Türki kardeşleriyle ilgili endişeler arasında hırpalanmışlardır. Sonunda
çoğu hükümet, Rusya ile olan ilişkilerinde yaptıkları hesaba paralel biçimde, üzülerek de olsa
Uygur davasından vazgeçme pahasına Çin’le iyi ilişkiler kurmayı tercih etmiştir. Burum,
jeopolitik vizyonunu giderek daha çok doğuya çeviren AKP için daha da doğrudur.
Rusya gibi, Pekin de Türkiye’nin AB üyeliği çabalarında başarılı olması umudunu dile
getirmiştir. Stratejik terimlerle ifâde edilirse Çin, Avrasya devletleri, özellikle de Türkiye
üzerinde ABD’nin stratejik etkisinin azalmasını hiç tartışmasız şekilde arzu etmektedir.
Bu arada Türkiye, anti-ABD stratejik pozisyonu benimsemiş önemli bir Rusya-ÇinOrta Asya bloku olan Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılmak istemektedir. Çin bugün
Türkiye’nin giderek farklılaşan dış politikasında Rusya’nın yanı sıra yeni ve önemli bir başka
stratejik sütunu temsil etmektedir.
Balkan Müslümanları
1990’ların başındaki Bosna krizi, üç kritik noktadan ötürü Türkiye için hâlâ önemini
korumaktadır: Birincisi, Türkiye Balkanlarda bir Müslüman azınlığa de facto destek vermiştir;
ikincisi, kriz başlarda Türklerin Batı ve ABD politikalarından, kurumlarından, Türk
beklentilerini veya gereksinimlerini karşılamayan “çözümler”den dolayı hayal kırıklığı
yaşamasına sebep olmuştur; ve nihayet üçüncüsü, Türkiye’de hükümetin Batılı politikalara
karşı zayıf ve ihtiyatlı itaatine karşı iç siyasî yelpazenin her kanadından güçlü bir tepkinin
yükselmesine sebebiyet vermiştir.
Son tahlilde realite şudur ki Balkan Müslümanları, Balkan Hıristiyan güçlerine karşı
kendilerinin tarihsel Müslüman koruyucuları olarak uzun zamandır Türkiye’ye bakmışlardır
ve bakmaya da devam etmektedirler. 
www.altinicizdiklerim.com 35
Bu durum bugünkü seküler Türkiye için ne kadar uygunsuz olursa olsun, geçmişin
reddedilemez dinî mirasını göstermektedir. Türkiye’de Osmanlı zamanından kalma geniş bir
Bosnalı (Boşnak) ve Kosovalı topluluk mevcuttur, bu grup Bosna ve Kosova davasına doğal
olarak sempatik bakmakta, böylece Türkiye’nin Balkan politikalarına dahili bir unsur
eklemektedir.
Sonuç
Uzun, tarafgir, zorlu bir dönem olan Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin başarısızlığı
dikkate alınınca, Türkiye bilinçli olarak Avrasya ve Orta Doğu’ya yönelik alternatif bir
jeostratejik strateji geliştirmektedir.
Her ne kadar Türkiye Avrupa ve Birleşik Devletler ile olan önemli ekonomik ve
stratejik bağlarını hiçbir zaman kesmeyecekse de, bugün kendi stratejik yönelimini
çeşitlendirmeye imkân verecek anlamlı alternatiflere sahiptir. Bu gerçeklikler, Türkiye’deki
bütün bir siyaset camiası için apaçık olup, yalnızca AKP düşüncesinin ürünü değildir.
Türkiye ve Avrupa
Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde, 1.3 milyonu bulundukları ülkenin vatandaşı olmak
üzere, toplam 3.8 milyon Türk yaşamaktadır. Bunların ezici bir çoğunluğu Almanya’da
bulunmakta (2.6 milyon), bu ülkeyi Fransa (370.000), Hollanda (270.000) Avusturya
(200.000), Belçika (110.000) ve İngiltere (70.000) izlemektedir. Geri kalanların çoğu
Danimarka ve İsveç’tedir.
Bugün, Terörizmle Küresel Savaş ve terörist faaliyetlerin Orta Doğu’nun ötesine
yayılması ile birlikte, Avrupa’ya Müslüman göçü konusundaki endişeler sürekli artmaktadır.
Müslümanlar arasında, özellikle de göçmen Müslümanlar arasında-etnik veya ulusal
kimlikten ayrı olarak-yeni bir “Müslüman kimliği” duygusunun yaygınlaşmasıyla bu durum
daha da belirginlik kazanmaktadır.
Realite şudur ki Türkler, “yabancı diyarlarda” (gurbette) kendi topluluklarını
korumaya gayet iyi hizmet etmiş çeşitli ve sağlam lokal kurumlar ve bağlantılar
oluşturmuşlardır.
Avrupa’da yaşayan Türk kökenli bir sosyolog olan Ural Manço “Bu nüfus, yerel
dernekler ve yerel camilerden Avrupa çapındaki federasyonlara varıncaya kadar gerçek
anlamda bir göçmen teşkilatları ağı oluşturmak suretiyle, Türkiye’deki bütün sosyal, siyasal,
dinî ve etnik bölünmelerin hepsini birden Avrupa’da yeniden yarattı” diye yazmaktadır.
Avrupa’daki Türk göçmen teşkilatlarının belki de en büyüğü ve en iyi organize olanı
İslamcı Millî Görüş hareketidir; bu hareket de, diğer birçok İslamcı hareket gibi, Avrupa’nın
her yerinde sosyal, kültürel, dinî, eğitsel ve ticari hizmetler vermektedir. Millî Görüş’ün
çeşitli Avrupa kentlerinde, uzun ömürlü Erbakan hareketiyle yakın ilişkisi olan yüzlerce
şubesi olduğu belirtilmektedir.
Açıktır ki Millî Görüş’ün fikirleri, Avrupalılar tarafından olumsuz karşılanmakta ve 11
Eylül’den sonra, grubun kendisi de potansiyel bir güvenlik tehdidi olarak görülmekte,
Avrupa’daki diğer birçok Müslüman teşkilat gibi bu gruba da kuşkuyla bakılmaktadır.
Ancak Avrupa’daki genç nesil Türkler, giderek artan bir hızla hareketin görüşlerini
paylaşmamaktadırlar, hareketin kendisi de evrilmekte ve ülkeden ülkeye ciddi farklılık
göstermektedir.
Millî Görüş her ne kadar Türk lâik düzeni tarafından açıkça aforoz edilmiş olsa da,
şimdiye kadar bir şiddet eylemine karışmış veya bunu savunmuş görünmemektedir.
Ne yazık ki Türklerin Avrupa Birliği’nde biraz olumsuz bir imajı vardır, herhangi bir
sosyopatik davranışlarından dolayı değil, İslam’a ilişkin olumsuz Batılı imajı yansıttıkları
veya yansıtır göründükleri için. Türkler başörtüsü veya namus cinayetleri yoluyla kadınlarına
baskı yapan, dinî eğitim dışında eğitimle ilgilenmeyen ve sosyal refah programlarına bağımlı
yaşayan insanlar olarak görülmektedirler.
www.altinicizdiklerim.com 36
Buna rağmen her yıl AB ülkelerinden 6 milyon dolayında turist Türkiye’yi ziyaret
etmektedir, ki bu da Avrupa’dakilere kıyasla Türkiye’deki daha “gelişmiş” Türkler hakkında
olumlu izlenimler yaratmakta ve Türkiye’nin Avrupa’daki yüzünün “normalleşmesi”ne
yardım etmektedir.
Her yeni nesille, Avrupa’da yaşayan Türkler giderek daha eğitimli, daha profesyonel
yeteneklere sâhip ve Avrupalı hayata daha entegre olmuş hale gelmektedirler. Üstelik kendi
paralel Türk kimliklerini büsbütün ortadan kaldırmayan, ama onu tamamlayan net bir
Avrupalı kimliği geliştirmektedirler.
Türk hükümeti Avrupa’daki Türk toplumunu desteklemeye bir hayli isteklidir, onları
ilerde Türkiye’nin Avrupa’ya ve Avrupa Birliği’ne entegrasyonuna destek verecek sağlam
pozitif sözcüleri, ekonomik ve entelektüel seçkinler topluluğunun çekirdeği olarak
görmektedir.
Her ne kadar 2007 itibariyle Türklerin Avrupa Birliği’ne hızlı bir şekilde girme
olasılığı pek parlak görünmüyorsa da, zamanlar ve koşullar hızla değişebilir. Bundan bir on
yıl kadar sonra, çok kültürlülüğün acımasız saldırısı altında ciddi bir kimlik krizini zâten
yaşamış bir Avrupa’ya, Türkiye’nin üyeliği çok daha az göz korkutucu görünebilir.
ABD Alman Marshall Fonu’nun Türkiye’de 2007 ortasında yaptığı bir araştırmada,
Türkler arasında AB üyeliğine destek nüfusun yarısından aşağıya, yüzde 40 seviyesine
düşmüştür. Oysa 2006’da bu destek yüzde 54 idi.
Şayet Müslüman dünya ile ABD’nin askeri kapışmaları artar, terörizm Batı’da kayda
değer oranda yükselir veya bütün bir Orta Doğu bölgesi daha derin bir kaosa sürüklenecek
olursa, Türkiye’nin AB üyeliği başvurusu, Orta Doğu olaylarından ne kadar ilgisiz olursa
olsun, tartışmasız biçimde bundan olumsuz etkilenecek ve Türkiye’yi ABD’ye doğru değil,
ama Orta Doğu ve Avrasya alternatifine doğru daha da sürükleyecektir.
Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri
Türkiye’nin 1952’de NATO’ya kabulü, hiç kuşkusuz, bu ülkeyi Batı sistemine ve
kurumsal yapılarına daha derinden dâhil eden, olağanüstü bir stratejik kazanımdır. Bu adımla
Türkiye, fiilen tam bir “Batılı ülke” haline gelmiştir.
En başta, 1958’de Bağdat Paktı’nın çökmesi, Türkiye için önemli problemleri
beraberinde getirmişti, çünkü Bağdat Paktı’nın ardından kurulan CENTO’nun hiçbir Arap
üyesi yoktu, sağladığı imkanlar zayıftı ve Arap dünyasındaki Sovyet yanlısı faaliyetler
hakkında Türkiye’nin taşıdığı endişeleri gidermekten uzaktı. Daha önemlisi, Türkiye
diplomatik olarak izole edilmişti. Örneğin, bu dönem boyunca hayati önem taşıyan Kıbrıs
uyuşmazlığı konusunda Arap dünyası sürekli olarak, Müslüman Türkiye yerine Hıristiyan
Yunanistan’a destek vermişti, ki bu, Ankara’nın sıkı biçimde Batı yanlısı safta yer almasının
neden olduğu bedelin çarpıcı bir göstergesiydi.
1963 Küba Füze Krizi Ankara’da, SSCB ile istenmedik bir savaşın içine sürüklenme
potansiyeli konusunda ciddi derecede kaygı uyandırmıştır. Ankara için en sıkıntı verici
olansa, Sovyetler’in Küba’daki füzelerini çekmesi karşılığında, Birleşik Devletler’in de
Türkiye’deki Jüpiter füzelerini çekmeye istekli olmasıydı. Her ne kadar modası geçmiş şeyler
olsa da, Jüpiter füzelerinin çekilmesinin Ankara için sembolik bir anlamı vardı: Türkiye’ye
danışılmadan füzelerin çekilmesi, bir büyük güç olarak Washington’un çıkarlarının Türk millî
çıkarlarının nasıl üstüne çıkabileceğinin ve nitekim çıktığının göstergesi olmuştu. Bu olay
Ankara’da ciddi bir şoka sebep olmuş ve bir dereceye kadar ittifakın niteliğinin ve ülkenin
Birleşik Devletler’le ilişkisinin gözden geçirilmesine yol açmıştır.
Ardından, 1964’te meydana gelen, kötü şöhreti ile ünlü “Johnson mektubu” olayı ve
Kıbrıs konusundaki kriz, ABD ile ittifakın değeri konusunda yeni bâzı şüpheler ortaya
çıkarmıştır. Mektupta ABD Başkanı Lyndon Johnson, şayet Kıbrıs konusunda uyguladığı
politikalar Ankara’yı Yunanistan ve hâttâ SSCB ile çatışmaya sürükleyecek olursa, NATO
desteğine güvenmemesi gerektiği konusunda Ankara’yı uyarmıştır.
www.altinicizdiklerim.com 37
Esasen, bu kriz Ankara ile Moskova arasında çarpıcı bir yeni yakınlaşma dönemini
başlatmıştır, öyle ki 1970’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye, Sovyet Üçüncü Dünya
yardımlarının en büyük alıcısı durumuna gelmiştir. Ayrıca, Moskova Kıbrıs konusunda
Yunanistan yanlısı tutumundan büyük oranda uzaklaşmış ve Türkiye’ye daha sempatik
yaklaşmaya başlamıştır.
1972’de Türkiye, ABD’nin afyon üretiminin tamamen yasaklanması yönündeki
baskılarından rahatsız olmuştur; Türkiye’nin önem taşıyan ilaç sanayisi için tamamen yasal ve
denetlenen bir üretim süreci işliyordu ve bu, Türk hükümet bütçesinin bir gelir kaynağıydı.
Ankara 1974’te Kıbrıslı Türklerin statüsünü korumak amacıyla Kıbrıs’ı işgal edince,
Yunan lobisi ABD Kongresi’ni Ankara Atina ile uzlaşmaya râzı oluncaya kadar Türkiye’ye
yönelik bütün ABD askeri malzeme satışlarını ve yardımını durdurmaya ikna etmiştir. ABD
silâh ambargosu üç yıl boyunca devam etmiştir.
Ne var ki, Türk-Sovyet ilişkilerinde 1970’lerde gözlenen yakınlık, Sovyetlerin
1980’de Afganistan’ı işgal etmesiyle bozulmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde Türkiye’ye yardımı arttırmış, üslerini de
yeniden normal düzeyde kullanmaya başlamıştır; Türkiye’ye yönelik ABD askeri yardımı
1984’te 715 milyon dolarla zirve yapmıştır.
1991 Körfez Savaşı, ki Ankara için bir felakettir, Washington’la yeni bir sürtüşme
dönemi başlatmış, bu süreç öteden beri Türk-Amerikan ilişkisinin altında yatan gerilim
kaynaklarını hızla su yüzüne çıkarmıştır. Savaş, Ankara için bir Kürt mülteci krizi yaratmış ve
Türkiye’yi çok büyük hayal kırıklığına uğratan bir olay olarak bugüne kadar genişleyip
derinleşerek gelen, Irak Kürtlerinin de facto özerkliği sürecini başlatmıştır. Her ne kadar 1999
yılında, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye tarafından takip edilerek Kenya’da gösterişli
biçimde yakalanmasında Amerika Birleşik Devletleri bir hayli yardımcı olmuşsa da,
Türkiye’de ABD’nin Kürtler hakkındaki niyetleri konusundaki kuşkular ortadan
kalkmamıştır.
İkili ilişkiler, 2003’te Türk parlamentosunun, Irak’ın işgali için Türk topraklarının
Amerika Birleşik Devletleri tarafından kullanılmasına izin vermeyen kararıyla büyük bir şoka
uğramıştır.
Washington ile ilişkiler bozuldukça, Birleşik Devletler’deki yeni muhafazakâr basın
“Türkiye’yi kim kaybetti?” sorusunu soran bir dizi makale yayımlayarak, duygusal bir antiAmerikan çılgınlığı olarak gördükleri bu durumdan Türkiye ve AKP’yi suçlamışlardır.
Örneğin 2004 yılında, Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’nden bir timin, Kürt aktivistlere karşı
bir suikast peşinde olduğu kuşkusuyla, ABD Özel Kuvvetleri tarafından tutuklanıp kötü
muamele görmesi, Türk milliyetçi öfkesinde bir patlamaya yol açmıştır.
Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri bütün
zamanların en düşük seviyesine doğru yol almıştır.
Alman Marshall Fonu tarafından 2004’te Türkiye’de yapılan bir kamuoyu araştırması,
her üç Türk’ten birinin Irak’ta ABD işgal güçlerine karşı girişilen suikast saldırılarını haklı
bulduğu ve halkın yüzde 67’sinin Bush yönetimine karşı olumsuz düşündüğü-ki bu, araştırma
yapılan Batılı ülkeler içinde en yüksek orandır-sonucuna ulaşmıştır.
2006 yazında, Pew Research araştırması da benzer şekilde Türklerin yalnızca yüzde
12’sinin, ABD politikalarını onayladığını göstermiştir; 2007 ortalarında yapılan ikinci bir
araştırma Türklerin yalnızca yüzde 9’unun Amerika Birleşik Devletleri hakkında olumlu bir
görüşe sâhip olduğunu göstermiştir ki, Filistinlilerde bile bu oran yüzde 13’tür.
Sonuç olarak, birçok Türk milliyetçisi İslamcı köklerden gelen AKP’yi, ironik
biçimde, ABD iktidarının bir aracı olarak algılamaktadır.
Dahası, çok sayıda Türk, aynı zamanda ABD’nin Kürtlere ve hâttâ PKK’ya destek
sağlamak suretiyle Türkiye’yi zayıflatmaya çalıştığına inanmaktadır.
www.altinicizdiklerim.com 38
Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’da, en azından prensipte, teorik
olarak paylaştıkları ortak çıkarlar acaba nelerdir? Şunlar sayılabilir:
* Merkezi bir yönetim altında toplanmış, barış içinde bir Irak;
* Militan olmayan, nükleer gücü olmayan bir İran;
* Arap-İsrail uyuşmazlığının sona ermesi;
* Özellikle Türkiye’yi etkilediği için, bölgede terörizmin sona ermesi;
* Radikal İslam’ın gelişme ve yayılmasının sona ermesi;
* İsrail ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesi, özellikle de ticari alanda;
* Orta Doğu’da geniş kapsamlı istikrar sağlanması;
* Türkiye’ye uzanan Hazar ve Orta Asya petrol boru hatlarının geliştirilerek,
Türkiye’nin bir enerji dağıtım soketi haline getirilmesi;
* Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin de facto
bağımsızlıklarının korunması.
Terörizmin Temel Kaynakları Nelerdir?
Türkiye kendisini geçmişte en azından dört ayrı türde terörizmin kurbanı olmuş
görmektedir: Marksist-Leninist terör; aşırı sağ milliyetçi terör (ülkücüler); etnik Kürt solayrılıkçı terör (PKK) ve radikal İslamcı terör.
Türkiye’de İslamcı terörizm, son tahlilde siyasal veya toplumsal bir sorun değil, büyük
ölçüde kolluk bir sorundur, bu yüzden de, yönetilebilir bir meseledir. Öteki Müslüman
ülkelerin büyük çoğunluğu içinse aynı şey söylenemez.
Ağustos 2005’te yapılan bir kamuoyu yoklaması Orta Doğu’daki terörizmle alakalı
sorunlar konusunda ilginç bir Türk yaklaşımı açığa çıkarmıştır: Katılımcıların yüzde 91’ine
göre Usame bin Ladin bir teröristtir; yüzde 75’ine göre el-Kaide Müslümanları temsil
etmemektedir; yüzde 86’sı ise 11 Eylül saldırılarını hoş görmemektedir.
Küresel terörizmin yayılmasına dünyada hangi aktörün öncülük ettiği sorulduğunda,
yüzde 54’ü George W. Bush’un, yüzde 22’si Ariel Şaron’un adını verirken, sâdece yüzde
17’si bin Ladin’in adını vermiştir.
Türkiye, Kürt gerillalarının esasen “bir Kürt denizinde yüzdükleri” Kürt milliyetçisi
PKK şiddetine son verme konusunda son derece kararlıdır. Ankara bütün devletlerden
PKK’nın-özellikle Avrupa’dakileri olmak üzere-bütün siyasî ve medya faaliyetlerini
kısıtlamasını istemekte, Washington’dan da Kuzey Irak’taki her türlü PKK varlığına karşı
harekete geçmesini beklemektedir.
Ankara belirli bâzı konularda Washington politikalarından hiç hoşnut değildir
ve şunlara inanmaktadır:
* Irak’taki savaş, bölgedeki Türk çıkarlarına zarar vermekte, Kürtleri bağımsızlık
yönünde teşvik etmekte, ülkenin parçalanma sürecini hızlandırmakta ve nihayet tüm bölgeye
yayılan yeni bir radikal İslamcı terörizm merkezi yaratmaktadır;
* Washington Irak’ta PKK sorununu çözmek için ciddi ölçüde gayret sarf etmektedir;
* İran’a yönelik ABD politikaları, Türkiye’nin İran enerji arzına erişimini büyük
ölçüde karmaşık hale getirmekte, sâdece İran milliyetçilğini ve Batı’ya karşı direniş ruhunu
yoğunlaştırmaya hizmet etmekte ve oradaki şahinleri güçlendirmektedir;
* Washington Türkiye’ye yeterince saygılı davranmamakta, Türkiye’nin kendi
güvenliği ve çıkarları üzerinde büyük etkisi olacak başlıca stratejik ve askeri eylemler
konusunda Türkiye’ye ciddi olarak danışmamaktadır;
* Washington’un İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek politikaları, sürekli olarak
Filistin sorununu içinden çıkılmaz hale getirmekte.
Sonuç olarak, AKP’nin Washington ile ilişkisi yoğun karmaşık duygular içermektedir.
AKP, bir yandan daha bağımsız bir Türk dış politikası ve geniş anlamda iyi komşuluk
politikasından yanadır. 
www.altinicizdiklerim.com 39
Öte yandan ise AKP içinde birçok kişi, Washington ile arasındaki nazik ilişkilerin
korunmasının, Türk ordusu tarafından iktidardan uzaklaştırılmasına karşı, AKP’nin temel
sigorta politikası olduğuna inanmaktadır-yâni, Washington’un, harekete geçmesi için orduya
yeşil ışık yakmasını engellemek istemektedir.
İronik biçimde AKP, kendisine “Amerikan Partisi” etiketi yapıştıran milliyetçi hareket
tarafından, CIA marifetiyle dümeni Türkiye’ye çevirerek, bölgede “ılımlı İslam’ın yayılma
stratejisinin parçası olmak gibi cidden ağır bir saldırıya maruz kalmıştır. Her ne kadar “ılımlı
İslam” terimi, askerleri İslamcı tehlikenin örtbas edilmesi olarak çileden çıkarsa da,
muhtemelen bugün AKP Washington’a karşı Türkiye’deki diğer siyasî unsurların çoğundan
daha ılımlıdır.
Her halükarda, çoklu yeni bölgesel ve küresel faktörler Ankara’nın bütün ilişkilerindeözellikle de Washington’la olan ilişkilerinde-ciddi bir değişime kapı aralamakta,
Washington’un giderek daha fazla rahatsız olacağı ama bu konuda pek de fazla bir şey
yapamayacağı, yeni bir Türk stratejik hesabı ortaya çıkmaktadır.
Kısım III
Türkiye’nin Gelecek Yörüngesi
Türkiye’nin Geleceğiyle İlgili Dış Politika Senaryoları
Ankara, gelecekte bir noktada muhtemelen şu üç kuşatıcı dış politika alternatifinden
birini seçecektir:
* Başlıca önceliği Amerika Birleşik Devletleri ile olan jeopolitik ilişkisine vereceği,
Washington-merkezli bir dış politika,
* AB üyeliğinin önceliğine dayanan Avrupa-merkezli bir dış politika,
* Bakış ve eylem bağımsızlığını vurgulayan, öteki güçleri de içeren geniş bir
yelpazede işbirliği ve stratejik etkileşimleri dengeleyen ve de güçlü bir Avrupa ve Orta Doğu
bağı olan Ankara-merkezli bir dış politika.
Washington-Merkezli Bir Politika
Aşağı yukarı altmış yıldır birçok faktör, Türkiye’yi Washington-merkezli bir dış
politikaya yöneltmiştir: Sovyet tehdidi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın genel
zayıflığı, ABD’nin dünya hakimiyeti gerçeği, Avrupa’nın emperyal kamburuna kıyasla
Washington’un tarihi kamburunun nispeten az olması ve Türkiye’nin Doğu ve Güney ile ciddi
bir ekonomik bağının olmaması.
Ancak bugün çok şey değişmiş durumdadır:
* Sovyetler Birliği maziye karışmıştır, Türkiye artık Rusya ile önemli bir yeni ilişki
geliştirmektedir.
* Bölgedeki ABD müdahaleciliği, bugün Türkiye’nin seçeneklerini nahoş derecede
sıkıştırmaktadır.
* ABD bölgesel politikaları ve çıkarları giderek Türkiye’ninkilerden ayrışmaktadır.
* Diğerlerinin yanı sıra Rusya ve Çin, ABD tek-kutupluluğuna ve algılanan
hegemonik emellerine karşı alternatif bir güç dengesi yaratmak üzere harekete geçmiştir.
* Herkesle iyi komşuluk ilişkileri hedefleyen uzun dönemli stratejik kaymasının sonucu
olarak, Türkiye’nin artık bölgede bir “düşmanı” yoktur.
Bu önemli kaymalara rağmen, gelecek Türk dış politikası için Washington-merkezli
bir yönelim hâlâ mümkün görünmektedir. Ancak böyle bir yönelimin devam edebilmesi
aşağıdaki faktörlerden birçoğunun var olmasını gerektirmektedir:
*Türkiye’ye karşı yeni ve önemli bir bölgesel güvenlik tehdidinin yükselmesi,
*Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa Birliği tarafından açıkça reddedilmesi, AB’nin
öngördüğü koşulların yerine getirilmesi sürecinde Türkiye’nin Avrupa’dan ciddi biçimde
dışlanması veya, pek muhtemel olmasa da, AB projesinin tümden çökmesi,
www.altinicizdiklerim.com 40
*Türkiye’nin, askeri modernizasyon konusunda kendisine yardım etmesi için ABD’ye
yönelmesi-özellikle de cazip başka bir askeri malzeme tedarikçisinin olmaması halinde.
*Şu noktalarda ısrar eden ılımlı Kemalist bir düşüncenin yeniden dirilmesi: (1) Türk
güvenliğinin başlıca doğal dayanağı olarak Washington ile yakın bağlar kurulması, (2)
Savunmacı bir güvenlik temeli dışında Türkiye’nin Orta Doğu’nun işlerine ciddi düzeyde
karışmasına ilişkin yeni bir ideolojik ret. Böyle bir senaryoya Türkiye’deki İslamcı siyasî
kazanımların ordu tarafından bastırılması eşlik edebilir. Aşırı İslamcı siyasî ilerleme, İslamcı
politikaların ciddi biçimde başarısız olması veya bölgede saldırgan İslamcı rejimlerin ortaya
çıkması, böyle bir duruma neden olabilir.
Avrupa-Merkezli Bir Politika
Türkiye’de esas itibariyle yönünü Avrupa’ya doğru çevirmiş yeni bir stratejik
yönelim, aşağıdaki koşulların çoğunun mevcut olmasını gerektirecektir:
* Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonu doğrultusundaki tedrici ilerlemenin
devam etmesi.
* Üyeliğin elde edilmeye değer bir ödül olması için, Avrupa Birliği’nin genel olarak
başarılı gözüken evrimini sürdürmesi.
* Türk siyasetinde AB karşıtı güçlerin ciddi biçimde zayıflaması.
* Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin yüksek düzeyli ekonomik ve askeri ihtiyaçlarını
karşılayabilmesi.
* Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin Orta Doğu’da aktif rol oynamasını memnuniyetle
karşılaması.
Her ne kadar Türk ilgisinin sağlam şekilde Avrupa’ya doğru kayması, Washington ile
belirli alanlarda iyi ilişkiler kurulmasını dışlamasa da, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile sağlam
bir ilişki içinde olması durumunda Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkiler arka koltuğa
râzı olmak durumunda kalacaktır.
Esasen halihazırda Türkiye, ekonomik anlamda Avrupa ile zâten derin şekilde irtibatlı
durumdadır. Örneğin 2004 yılında Türkiye’nin en büyük altı ihracat ortağından beşi AB
üyesiydi; ABD yüzde 7.7’lik payı ile üçüncü sırada yer alıyordu.
Dolayısıyla birçok ekonomik trend, zâten Türkiye’yi Avrupa-merkezli bir politikaya
doğru götürmektedir.
Ancak Hill ve Taşpınar’ın belirttiği gibi “İlginçtir ki, Türkiye içinde aynı zamanda AB
karşıtı bir siyasî ve ekonomik lobi de bulunmaktadır ve bu lobi, Rusya ile gelişen ticarete
bakarak, Türk ekonomisinin bütün ticaret politikasını AB ile mevcut gümrük birliğine
endekslemek yerine, Rusya, İran, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle serbest ticarete gitmesinin
daha iyi olacağını ileri sürmektedir.”
Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin şu andaki seyri yavaş, inişli-çıkışlı ve endişe
vericidir; Türkiye bir ayak diremeyle karşı karşıyadır ve Fransa örneğinde görüldüğü gibi,
üyeliğine açıkça karşı çıkılmaktadır; bütün bunlar da Türkiye’de AB karşıtı bir tepki
doğurmaktadır.
Ankara-Merkezli Bir Politika
Ankara-merkezli bir yönelim, dış politikada kendine güvenen, maksimum bağımsızlık
arayan, Doğuda ve Batıda, Kuzeyde ve Güneyde geniş bir dünya devletleri kümesiyle pozitif
ve aktif ilişkiler geliştirilmesine dayalı yeni bir yaklaşımla nitelenebilir.
Bağımsız bir Türk dış politikasının entelektüel ve kavramsal temelleri sistematik
biçimde ancak son zamanlarda Türk bilim adamı ve AKP’nin dış politika başdanışmanı
Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konmuştur. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramı,
özellikle Türkiye’nin dış politikalarını çeşitlendirmeye gitmesi ve bütün devletlerle ilişkilerini
derinleştirmesi gereği üzerinde odaklanmaktadır. Bu sayede Ankara’nın büyük güçlerin
hegemonyasına karşı kırılganlığı da azalacaktır. 
www.altinicizdiklerim.com 41
Davutoğlu’nun henüz (İngilizceye) tercüme edilmemiş Stratejik Derinlik: Türkiye’nin
Uluslararası Konumu adlı eseri Türkiye’nin stratejik konumu hakkında belki de şu ana kadar
yazılmış en sistematik, detaylı ve kapsamlı vizyondur.
Davutoğlu’nu eleştirenler kendisini birçok konuda zayıf tarihsel okumalar yapmakla
suçlamaktadırlar, ancak kitabın önemi, bir dünya tarihi olmasında değil; itici gücü ve geniş
kapsamlı vizyonunda yatmaktadır.
Birçokları, Türkiye’ye tarihteki yedi büyük dünya imparatorluğundan birinin mirasçısı
olarak atıfta bulunduğu için, Davutoğlu’nun görüşünü “neo-Osmanlı” olarak betimlese de
kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşan ve Türkiye’nin tarihsel bağlarını ve
menfaatlerini Asya, Afrika ve Batı’ya uzatan, çok daha geniş bir vizyon barındırmaktadır.
Davutoğlu, örneğin Asya gibi Türklerin tarih boyunca üzerinde yürüdükleri jeopolitik
eksenlerin restore edilmesinden bahsetmektedir. Türkler, Doğu Asyalı/Orta Asyalı kökenleri
ve oradaki Türki dünyanın varlığı nedeniyle geleneksel olarak o bölge ile derin ilişki içinde
olmuşlardır.
Davutoğlu Rusya ve Çin ile Türkiye arasındaki devletten devlete önemli ilişkilerin,
Türkiye’nin bu zor durumdaki Müslüman azınlıklara yardım etmesiyle uyuşmadığının
farkındadır, ancak bu, Türkiye’nin bir uzlaşma yolu bulması gereken sorunlardan biridir,
özellikle söz konusu gruplarla olan tarihsel bağları dikkate alındığında.
Davutoğlu’na göre, Rusya ve Çin yönetiminde Orta Asya bölgesinin güvenlik ve
kalkınmasına çalışan Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olmaya çalışmak Türkiye’nin tamamen
yararınadır. Davutoğlu’nun vizyonu aynı anda hem bağımsız, hem milliyetçi, hem İslami,
hem Pan-Türkist, hem küresel, hem de Batılıdır; asıl mesele, söz konusu çeşitli ilgileri belirli
politikalarla birbirine entegre etmektir.
Davutoğlu’nun stratejik vizyonu hiç kuşkusuz mevcut AKP dış politikası üzerinde
büyük etki yapmıştır, fakat AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, ki bunlar
arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık isteyen Kemalistler ve
solcular da vardır.
Sedat Laçiner’in Stratejik Vizyonu
Gazeteci, bilim adamı ve Ankara’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun
direktörü olan Sedat Laçiner Orta Doğu’da bağımsız bir Türk dış politikası için alternatif bir
gündem öne sürmüştür.
Laçiner’e göre:
* Türkiye stratejik ihtiyaçlarını karşılamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne,
İngiltere’ye veya İsrail’e dayanamaz. Bu güçler sâdece bölgeyi karıştırmaktadırlar;
Türkiye’nin sorunlarına gerçek çözümleri yoktur ve Türkiye’nin çıkarlarını zedelemektedirler.
Sonuç olarak Türkiye, yalnız yürümelidir; Osmanlı geçmişi bunun için gereken donanımı
sağlamaktadır.
* Bölgede, sâdece hükümetler arasında değil, aynı zamanda Orta Doğu halkları
arasında da iletişim ve diyalog genişletilmelidir; ki bu halkların görüşleri dünya liderleri
tarafından pek duyulmamakta veya bilinmemektedir.
* Türkiye kuraklık, sulama, tıbbi hizmetler, eğitim ve silahsızlanma gibi ortak sorunlar
konusunda çalışan daha fazla sayıda ikili ve çok taraflı bölgesel organizasyon kurmalıdır.
Gerçek anlamda bir “bölgesel zihniyet” beslenmelidir.
* Türkiye bölgesel ekonomik entegrasyon için çalışmalıdır.
Sonuç
Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı yeni, daha bağımsız bir Türk politikası düşüncesi
ve rasyoneli şimdiden epeyce yol almış durumdadır ve Türk toplumunun derinliklerine doğru
nüfuz etmektedir. Dahası, bu tür bir politika izlenmesine ilgi gösteren taraf, yalnızca AKP
değildir, bu ilgi Türk siyasî yelpazesinin öteki pek çok unsuru tarafından da paylaşılmaktadır.
www.altinicizdiklerim.com 42
* Kemalist sol, büyük güçlerin Türkiye ve bölge üzerindeki emellerine geleneksel
olarak hayli kuşkuyla yaklaşmıştır. Tarihi Sevr Antlaşması’na kadar geri gitmekle birlikte,
bugün de ABD niyetlerinden kuşku duymakta; mevcut ABD eylemlerinin Kürtleri ve
İslamcıları güçlendirmek, Türkiye’yi zayıflatmak ve ABD’ye boyun eğdirmek üzere
tasarlandığını düşünmektedir. Kemalist sol hâlâ ordu ile de bağları olan, önemli ve sesi çok
çıkan bir ideolojik azınlığı temsil etmektedir.
* Kemalist ana akım ise Amerika Birleşik Devletleri hakkında çok karmaşık duygular
beslemektedir. Bir yandan ekonomi ve güvenlik bakımından Birleşik Devletler ile iyi ilişkiler
içinde olma gereğinin farkındadır, ama diğer yandan ABD’nin kendi çıkarlarının ne olduğu ve
ABD’nin gerektiğinde kendi çıkarları uğruna Türk çıkarlarını feda etmeye hazır olduğu
konusunda bir yanılsama içinde değildir.
Bu grup Washington’la mümkün olduğu ölçüde seçici işbirliğini koruyacak, ancak
çıkarların ayrıştığına dair en küçük bir işarete karşı dahi ihtiyat halinde olacaktır. 11
Eylül’den beri bizzat ABD politikaları tarafından büyük ölçüde ABD’ye mesafeli hale
getirilen bu baskın elit grup içinde ABD’ye karşı fazla bir ideolojik duygusallık yoktur.
* Türk ordusu güvenlik bakımından ABD’ye değer vermekte, bu ilişkinin pratik
faydalarını tehlikeye atmak istememektedir, ancak ABD’nin niyetleri ve stratejik emelleri
konusundaki genel Kemalist güvensizliği paylaşmaktadır.
Her ne kadar ABD anahtar bir silâh tedarik kaynağı olarak önemli ise de, ordu aynı
zamanda tehlikeli biçimde ABD’ye bağımlı kalmaktan kaçınmak için silâh kaynaklarını
çeşitlendirmek istemektedir.
* Türkiye’nin katı milliyetçileri, ABD niyetleri konusunda Kemalist solun kuşkularını
hararetle paylaşmaktadırlar ve Milliyetçiler Irak’ta ABD rolüne karşı oldukça olumsuz bir
tavır almakta ve Washington’un Türkiye’nin bağımsızlığını ve direniş gücünü kırmak için
Kürtleri ve İslamcıları desteklediğine inanmaktadırlar.
Milliyetçiler İslamcılardan hoşlanmasalar da, Batı’nın niyetlerinden kültürel açıdan
hazzetmeme konusunda onlarla ortak yanları vardır.
ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk
siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır.
Türkiye için birbirinden farklı Avrasya geleceklerine bakarken her üç grup da en
azından Batı’ya güvenmeme noktasında ortaktırlar.
* Milliyetçiler Avrasya’da Pan-Türki bağlara vurgu yapma eğilimindedirler, bundan
dolayı da Rusya ve Çin’e karşı soğukturlar.
* Ancak milliyetçilerin çoğu aynı zamanda gerek Osmanlı dönemi gerekse İslamöncesi dönem olsun Türkiye’nin geçmişteki büyüklüğüyle gurur duyma konusunda
İslamcılarla paralel düşünür; çoğu kez-etnik açıdan Araplar ve Farslara yukardan baksalar
bile-İslam’ı Türk kimliğinin önemli bir unsuru olarak görürler. Milliyetçi yönelim, dinî
mülahazalardan ziyade esas itibariyle etnik mülahazalara dayalıdır.
* Katı biçimde seküler milliyetçiler (“ulusalcılar”-MA) bir yandan Batı’ya
güvenmezken aynı anda İslam’a karşı da derin bir güvensizlik besleme bakımından Kemalist
kampa katılmaktadırlar. Osmanlı dönemine saygıları yoktur, bunun yerine İslam-öncesi Türk
geçmişini bağırlarına basarlar. Sovyet sonrası dönemde Avrasyacı bir yönelimde Rusya’nın
merkeziliği, sözü edilen bu laikçiler arasında, özellikle de orduda, en kuvvetli şekilde destek
görme eğilimindedir.
* İslamcılar Avrasya’ya bakmakta ama İslami bağların ve Orta Doğu unsurunun
önemine vurgu yapmaktadırlar. İslamcıları Avrasyacı Türklere yaklaştıran şey, PanTürkizmden çok, İslamdır; ancak İslamcılar Türk tarih ve geleneğine ilişkin bir ulusal
gururdan da yoksun değildirler. 
www.altinicizdiklerim.com 43
Fethullah Gülen düşüncesinde bu önemli bir faktördür. Ilımlı İslamcılar önemli siyasî
ilişkiler arasına Batı’yı kolaylıkla dâhil ederler, ancak Batı, kimlik ve yönelimlerinde merkezi
bir yer işgal etmez; Batılı bağlar bir pragmatizm meselesi ve Türkiye’nin Batı kulübüne dâhil
olmasını “sağladığı” için bir gurur vesilesidir.
Kısaca, giderek daha bağımsız hale gelen bir Türk dış politikası Türkiye’de bugün en
güçlü dinamiktir ve yerel, bölgesel ve küresel olaylar tarafından da geniş ölçüde
desteklenmektedir.
Sonuç: Washington Ne Yapabilir?
Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne ve mevcut politikalarına karşı yaklaşımını
ciddi biçimde değiştirebilmek için, muhtemelen ABD politikalarının çoğunun değişmesi
gerekecektir. Özellikle de yüksek-etki doğuracak üç politika değişikliği söz konusudur ki
bunlar derhal Ankara’nın dikkatini çekecektir:
* Kısa dönemde, Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldıracak ve oradaki Kürt
hükümetini bölgeyi PKK güçlerine kalıcı olarak kapatmaya zorlayacak kararlı bir ABD
hamlesi, Türk-Amerikan sürtüşmesinin yakın ve duygusal kaynaklarından biri üzerinde
önemli bir etki yapacaktır.
* ABD, ilişkilerinin kötü olduğu ülkelerle irtibata geçmek suretiyle, başkalarına
gözdağı vermekten ve ters tepen kapışmalara girmekten vazgeçmek suretiyle, İran’la formel
diyaloga girmek ve Suriye ile ilişkileri iyileştirmek suretiyle, bölgedeki tansiyonu azaltmaya
yönelirse, Ankara bu tür bir ABD girişimine olumlu tepki verecektir. Halihazırda, ne yazık ki
Washington, İran ve Suriye ile ilgilenme bağlamında az sayıda havuç, çok sayıda sopa
kullanmaktadır.
* Ankara Filistin sorununa bir çözüm bulunmasına yönelik çabalara olumlu tepki
verecektir, özellikle de haklı şikayetleri olan Filistinlilerin ve Müslümanların çoğunluğu
tarafından adil olarak algılanacak bir çözüm arayışına.
Washington’un bu politikalardan herhangi birini gerçekten değiştirmeye istekli olup
olmadığı, açık bir sorudur. Değiştirmemeyi seçerse elde kalan tek seçenek, Türk kaygılarını
izale edecek yollar keşfetmektir. Daha özelde, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ile
mevcut birlikteliklerinin değerini Ankara’yı fayda-maliyet dengesini yeniden hesaplamaya
sevk edecek şekilde yükseltmesi gerekecektir.
Amerikan ve Türk çıkarları aynı olmayabilir, ama Türk kaygılarının ciddiye alınması
gerekir; sâdece nezaket olsun diye değil, Türkiye’nin gerçekten de söyleyebileceği ve katkıda
bulunabileceği değerli şeyler olabileceği için.
Sonuçta, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel meselelerde-kendine özgü, zemini
sağlam, meşru ve de bölgede aktivist bir devlet olarak-Türkiye ile yakın temas halinde olmayı
ihmal etmesi, çeşitli Arap devletlerine danışmayı ihmal etmesinden çok daha pahalıya mal
olacaktır. Her ne kadar dost Arap idarecilerinin görüşleri, Washington’un kulağına, çoğu
zaman dobra dobra söylenen Türk görüşlerinden daha hoş gelse de, söz konusu Arap
idareciler çoğu kez ürkektirler ve kendi halklarının görüşlerini temsil etmemektedirler,
dolayısıyla bölgenin halet-i ruhiyesine ilişkin güvenilir bir ölçü değildirler.
Türk-Amerikan İlişkilerinin Bölge Üzerindeki Etkisi
Türkiye’nin Orta Doğu’da önde gelen bir bölgesel oyuncu olma konusunda büyük bir
potansiyeli vardır, özellikle de bölgeye ve bölge halklarına karşı yeni bir ilgi ve kaygı
göstermeye başladıkça.
Ankara’ya gösterilen saygı, bağımsız bir güç olarak algılanma düzeyi ile neredeyse
tam bir doğru orantı halinde artmaktadır. Örneğin Irak’ın işgali konusunda Türkiye’nin
Washington’a “Hayır” demiş olmasının sembolik anlamı, Orta Doğu’nun Türkiye’ye duyduğu
ilgi ve saygıya muazzam derecede katkıda bulunmuştur.
www.altinicizdiklerim.com 44
Bugün Türkiye’nin Müslüman dünya ve Rusya’daki şöhreti, Cumhuriyet tarihinde hiç
olmadığı kadar iyidir. Görünür derecede bağımsız olan bir Türkiye, Arap dünyasına belirli
politika reçetelerinin savunusunu yapacak olursa, eski sıkı Batı yanlısı Türkiye’ye kıyasla
daha büyük bir dikkatle dinlenecektir.
Hem Doğu hem de Batı dünyasına gerçek anlamda uzanan bir Türkiye, Doğu için de
Batı için de değerli bir varlık olacaktır.
Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan
müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır.
Sonsöz
Bugün kamuoyunun geniş ölçüde desteklediği Türk hükümetinin, bütün komşularıyla
iyi ilişkiler kurmayı hedefleyen, Orta Doğu ve Avrupa’yı ilgilendiren sorunlarla çok daha içli
dışlı, her zamankinden daha bağımsız bir dış politika yönünde derinlemesine ve güvenle
ilerlemesi muhtemeldir. Bu, Türkiye’nin geleceği açısından iyiye işarettir. Her ne kadar bu
süreç, Washington’un “müttefik” bir Türkiye’ye sâhip olduğu o eski güzel günleri aramasına
sebep olabilirse de, yeni Türkiye, aslında, gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel
istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler,
demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir
istikrar abidesi olan böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir.
KAYNAKÇA
Yeni Türkiye Cumhuriyeti -Yükselen bölgesel aktör
Graham E. Fuller
Çeviren: Doç. Dr. Mustafa Acar
1. Baskı olarak 2008 Mart ayında
4. Baskı olarak 2008 Mayıs ayında/Sistem Matbaacılık