Tanıma - Neşter İzleri'nden Bir Öykü

TANIMA

Gündüz ısısını esirgeyen güneşin uykuya çekilip ışınlarını da kapattığı saatler... Saatime bakmama gerek yok, azami 19.30... Tavana kabloyla bağlı yüz vatlık çıplak ampulün sarı ışığıyla aydınlatmaya çalıştığı, üç ahşap masa ve sandalyelerden ibaret, tabanı ziftle boyanmış tahtayla döşeli odada, masa başında Ümit Üsteğmen ile başbaşayız. Burası; hemen her akşam mesai bitiminde kaymakam, iki hakim, üç savcı, bölük komutanı Ali Yüzbaşı, sağlık ocağı hekimi doktor Namık, Ümit ve benim bir araya gelip briç oynadığımız Jandarma Bölük Komutanlığı Lokali... Yine her akşamki gibi ilk gelen dört kişi-biri ben- kareyi kurmuş, diğerleri kenardan ahkam keserek iki saate yakın hararetli tartışmalara ortak olmuştu. Briç bilenler bilir, tartışmasız oynanmazdı briç.

Usta oyuncu değildim. Askerde, kışla komutanımın emriyle Goren metodu öğrenmiş, belediye tabipliğim döneminde ara sıra mühendislerle oynayarak oyunumu kısmen geliştirmiştim. İhtisasa başlayınca okumayı, oynamayı, kısacası briç eğitimimi zorunlu olarak yarıda bırakmıştım. Erciş’teki rakiplerim de usta değildi ama masaya oturunca hepimiz kendimizce profesör kesiliyorduk. Körlerle şaşılar, birbirini ağırlar lafı tam bize göreydi. Saat 19.00 olup oyun bitince –bazen evliler sebebiyle bitmeden- dağıldığımızda tartışmalarımız ancak bitiyordu. Tartışsak bile kafa dağıtıyor, günün iş yorgunluğunu, iş stresini atıyorduk; iki saatlik sürede atabildiğimiz kadar...

Bu akşam da aynı tiyatro sahnelenmiş, evliler geç kalmayalım endişesiyle koştura koştura evlerine yollanınca, evlilere göre iki şanslı erkek, iki bekar, Ümit ile ben uzun geceyi özgürce yaşamak adına başbaşa kalmıştık.

-Eeee! Ümit Üsteğmenim, evlenirsek biz de mi böyle olacağız?

-Ben olmam doktorum.

-Ciddi misin?

-Tabi ciddiyim! Evlenince burada ne işim var ya! Mesai biter bitmez doğru eve, karımın yanına giderim. Yüzümü sen bile zor görürsün valla!

Ümit Üsteğmen, yirmi sekiz yaşında, bekar, emrindeki askerleri bilmem ama çok sevdiğim, iyi anlaştığım arkadaşım, şeker gibi insandı. Askerlik Şubesi başkanıydı. On beş yaşından beri yedi gün, yirmi dört saat erkek milletiyle

yaşamaktan bıkmış, evlenecek uygun bir eş arıyordu. Depressifti. İstanbul aşığıydı. İstanbul Sokakları favori şarkısıydı.

Söyleyin sevgilim nerede? İstanbul sokakları

Çare bulun derdime, İstanbul sokakları

Bugünlerde Sinan Özen’in meşhur ettiği bu şarkıyı o kadar içten, hissederek, o kadar güzel söylerdi ki! Dinlerken nefes almadan dalardım İstanbul günlerime...

-Evet usta, sen ne düşünüyorsun bu hususta?

-Ben mi? Senin gibi düşünmüyorum.

-Niçin doktorum?

-Ümit hocam. Asistanlığım boyunca cerrahlık yanında hayat dersi de aldım.

-Allah Allah! Nasıl yani?

-Hayatın sadece cerrahlık olmadığını, kendimize ama sadece kendimize zaman ayırmamız gerektiğini de öğrendim, buna inandım. Evlendiğim zaman da cerrahlık görevim biter bitmez eve giderek koca, baba olmadan önce bir iki saat bana zaman ayıracağım, ben olacağım.

-Olabilecek misin?

-Kaymakamı, hakimi, savcısı oluyor, olmaya çalışıyorsa ben niçin olmayayım ki? Kafam kel değil ya! Hatta fazladan haftada bir geceyi kendime, sosyal çevreme ayıracağım.

-Ya karın izin vermezse..

-Kafamı gözümü yarsa, ağzımdan girip burnumdan çıksa da ya verecek ya verecek!

Gülerek yumruğumu masaya vurdum.

-Kazak kocalığım engellenemeeeezz!

-Yürü be doktorum! Kim tutar seni?

Babamın, “Oğlum, hayatta büyük konuşmayın” nasihatı aklıma gelince sanki başkası duyacakmış gibi başımı Ümit’e yaklaştırdım, dudaklarımı büzdüm, ses tonumu alçalttım.

-İnşallah karım tutmaz da yürürüm.

-Ha ha ha!

Depressif arkadaşımı güldürmüş, güldürmek ne kelime kahkaha attırmıştım. Mizah, antidepresandı. Ümit’in kahkahası kesildi, duruldu.

-Doktorum, muhabbet güzel ama ben kalkayım artık. Yetmiş ikiye dört tertiplerin sevk zamanı, işlerim yoğun. Beni şubeye bırakıversen...

-Emrin olur komutanım. Buyurun, çıkalım.

Dışarısı Sarıkamış’taki gibi buzdan beter olmasa da buz gibi soğuktu. Ümit, askeri parkasını giyip kapşonunu kafasına çekerken ben de İstanbul’daki ilk senemde, ilk maaşımla aldığım gri paltomu giyip beremi kulaklarımı kapatacak şekilde başıma geçirdim. Lokalden çıktık. Arkadaşımı Torosumla askerlik şubesine bıraktım. İştahım yoktu. Oyun heyecanı ile peşpeşe içtiğim çay ve sigaralar iştahımı kesmişti. Müdavimi olduğum lokantaya gidip garibanlıktan kurtulmaya adım atmış olmama rağmen gariban işi yarım ekmekle çorbamı içtim, lokantadan ayrıldım.

Gece uzun ve karanlık, ruhum aydınlıktı. Alışmıştım Erciş’e, sevmiştim Erciş’i. Mecburi hizmetim bitince tayin istemeyecek, dört beş sene kalacaktım burada. Ülkemin her köşesi cennetti. Muradiye, Adilcevaz, Patnos, Doğubeyazıt, Kars, Van... İki ay boyunca gezip görmüş, sevmiştim hepsini, her yeri... İstanbul, Samsun, Ladik’i elbette özlüyordum ama torbadan Erciş’i çekmiş olmama gocunmuyor, kaderime kızmıyordum. Mükemmel değildi her şey... Eksiklik çoktu. Aşılması, düzeltilmesi, tamamlanması gerekenler vardı ama mutluydum. Biliyordum ki kişi gittiği yere kendini götürür. Mutluluk, mekan ve zamandan ziyade bizim elimizdeydi.

Tilki misali kürkçü dükkanıma gitmeye karar verdim. Hem yirmi gün önce ameliyat ettiğim kurşunlanan kadının pansumanını değiştirir, hem de nöbetçilerle sohbet eder, oyalanırdım. Kadıncağız kurtulmuş yaşıyordu. (Bkz: Tanışma Yemeği hikayem) Kurşun çıkış yerindeki geniş yara dışında hiçbir sıkıntı

kalmamıştı. Vücudun kendi kendine yarayı onarmasını (sekonder yara iyileşmesi) bekliyordum. Bunun için de gündüzleri iki kez Ahmet Efendi, gece de nöbetçi hemşire pansuman yapıyordu, arada da ben. Ameliyat sonrası çay sigaramı içip biraz dinlendikten sonra hasta sahiplerine bilgi verdiğimden beri hastanın durumunu sormak için bile yanıma uğrayan olmamıştı. Fadıl abim taşrayı böyle anlatmamıştı ki! Hastayı kurtarabilmiş olmanın mutluluğu, vizitlerde yanına uğradığımda Türkçe bilmeyen kadının gözlerindeki minnet ışığı en büyük hediyemdi. Yavaş yavaş taşrayı tanıyordum, Doğu Anadolu’daki taşrayı...

Acil kapısını geçip nöbetçi doktor odasına girdim.

-İyi nöbetler Şefim.

Hastanede iki dahiliye, bir kadın doğum, bir çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı, ben ve bir pratisyen hekim, toplam altı doktorduk. Acil nöbetlerini sırayla tutuyor, bölge insanı bıçak kemiğe dayanmadan acile gelmediğinden yirmi otuz hastaya bakarak nöbeti tamamlıyorduk. Gece iki üç saat uyuma fırsatımız bile oluyordu. Yörenin en büyük ilçesi olmamıza, çevre ilçelere de hizmet vermemize rağmen üstelik...

Bu gece çocuk doktoru Mustafa Bey nöbetçi idi. Ankara’dan, fakülte yıllarından tanıyordum onu. Hacettepe Tıp mezunu, Hacettepe ihtisaslı, benden üç sene önce mezun, Konyalı, gönüldaşımdı. Geldiğimden beri en büyük destekçimdi. Arabamın peşinatını kazandıkça ödemek şartıyla o vermişti.

-Sağol Sinan. İyi ki geldin, ben de seni arattırıyordum. On sekiz yaşında, karın ağrısı olan bir delikanlı var, apandisite benziyor. Şuna bakıversene...

Baktım, genci muayene ettim. Apandisitti, acil ameliyata almam gerekiyordu. Hasta yakınlarına durumu anlattım, ikna olup ameliyatı kabul ettiler. Santral nöbetçisine Ahmet Efendi’yi, Ömer’i, nöbetçi olmayan ameliyat hemşiresini –iki ameliyathane hemşiresi vardı- evlerinden çağırmasını söyleyip servise çıktım.

Yarım saat sonra karın sağ alt kadranda, üç santimlik, kırk beş derece eğik kesi ile ameliyata başladım. Sırasıyla cilt, cilt altı, fasya, kas dokusu ve periton kesisi... İki dakikalık uğraşı sonrası yüzük parmağım uzunluğundaki, şiş, kızarık apendiks iki klemple tutulmuş halde, kuzu gibi sessiz, kesip çıkarmamı bekler hale gelmişti. İşte tam o anda önce “Tak” sonra hemşirelerin “Aaaa!” seslerini

duydum. Oda gece karanlığından bile karanlık... Karanlıkta gözükmeyen yüzümde şaşkınlık, kalbimde endişe... İki üç saniye süren sessizlik... Elektrik kesilmişti. İki aydır akıl edip sormadığım soruyla sessizlik bozuldu.

-Ahmet Efendi, jeneratör var değil mi?

-Var ama bozuk, çalışmıyor Tokdur Bey!

Ne halt edeceğiz diyemedim.

-N’apcaz şimdi?

-Bekleyelim, gelir Tokdur Bey!

-Beklemeyelim. Mustafa Bey’e telefon et, TEK müdürünü arayıp ameliyatta olduğumu söylesin. Gerekirse hastane müdürünü devreye koysun.

Ahmet Efendi girişteki küçük odaya geçti, telefonda konuşup geri döndü. Evi ara sokakta olduğundan el feneri taşıdığını biliyordum.

-El fenerin yanındadır İnşallah Ahmet Efendi!

-Yanımda Sinan Bey.

-Hemen getir öyleyse...

Getirdiği el feneri ışığı altında ameliyatı on beş dakikada bitirdim. Bitirdim bitirmesine de elektrik gelmemişti ki! Ömer, hastayı el feneriyle uyandıramazdı. Yapılacak tek şey vardı; dua ederek beklemek...

Bekledim, bekledik. Her geçen dakika artan mide ağrım da bekledi. Sonra şimşek çaktı. Kısa süren aydınlık ve tekrar karanlık... Sonra yine gökgürültüsü ve aydınlık... Gündüz gibi, gündüz kadar uzun...

Ömer kazasız belasız, hayırlısıyla hastayı uyandırdı. İçimden bildiğim bütün küfürleri sayarak ameliyathaneden ayrıldım. Nöbetçi hemşire odasındaki nöbetçi ebenin önündeki sehpada duran tabaktan iki zeytin, iki lokma ekmek atıştırıp varsa iki şekerli bir bardak çay getirmesini rica ederek başhekimlik odasına girdim, makam koltuğuna yayıldım. Nefeslendim biraz... Masadaki radyo teybime yabancı slow bir kaset koyup düğmeye bastım. Sözlerini anlamadığım müzik sesi odaya yayılıp sinir hücrelerimi soğuturken sigaramı yaktım. Mide ağrım hafiflemeye başlamıştı.

Serviste doktor odamız yoktu. Bakanlık onaylı başhekim de yoktu. Mustafa Bey başhekimliğe vekaleten bakıyordu. İki aday vardı başhekimliğe; istemememe rağmen kaymakam, sağlık müdürü, hastane çalışanlarının istediği ben ve ağır, sessiz, kendi halinde, asosyal kişiliği ile istenmeyen ama çok isteyen, her türlü gücünü devreye koyan Ercişli dahiliyeci meslektaşım... Abdurrahman Çelebi olduğumu biliyor, ısrarla direniyordum. Başhekimlik beklemedeydi. Mustafa Bey’in hoşgörüsü sayesinde ameliyatlara girerken ve çıkınca başhekim odasında soyunup giyiniyor, dinleniyordum. Resmi olmasa bile fiilen oda benimdi. Üç kez tıkladıktan sonra kapı açıldı.

-Çayınızı getirdim Doktur Bey!

-Sağolasın Emine ebe hanım.

-Afiyet, bal, şeker olsun Şefim.

-Teşekkürler. Çıkarken ışığı söndürsene...

Emine Ebe, ışığı söndürüp çıktı. Hastanenin önündeki, Erciş’in girişindeki ana yoldan ara sıra geçen arabaların motor gürültülerinin sessizliği bozduğu sessiz ve karanlık gecede, köşedeki sokak lambasının gözgözü görebilecek kadar aydınlattığı loş başhekimlik odasında, ben benimleydim şimdi. Slow şarkıların müziğini çayımla birlikte yudumlarken sigaramı yeniledim. Makam koltuğuna yaslanıp ayaklarımı uzattım. İstanbul günlerimi hatırlama niyetinde değildim. Ercişteydim, Erciş’te cerrahlık yapıyor, Erciş’te yaşıyordum. Geçmişi hatırlamaktansa bugünü sorgulamaktı niyetim.

Yetmiş bin nüfuslu, çevre ilçelere de hizmet veren Erciş’te hastane, hastanede ameliyathane, ameliyathanede iki hemşire ki aynı zamanda servis hemşirelerimdi ve narkoz teknisyeni vardı. Vardı ama yoktu aslında... Ömer, hanım köye gitmek için resmi nikah yapıp tayin istemişti. Muhtarken kendi umudu bile yokken beşinci sırada milletvekili listesine yazılan, Özal’ın değiştirdiği seçim sistemi sayesinde Van’da silme ANAP’ın kazanması üzerine piyangodan vekil seçilen milletvekili, Ömer’in işini takip ediyordu. Yılbaşından önce Ömer gidecek, narkoz teknisyensiz kalacaktım. Kullarının görmesi bilmesi gerektiği halde yenisi ne zaman gelirdi Allah bilirdi.

Ya hastane? Jeneratörü çalışmayan, ilaçlı film çekemediğimiz, tomografi cihazından vazgeçtim ultrasonu olmayan; hemogram, şeker, üre, idrar tahlili

gibi basit tahliller hariç tahlil yapamadığımız; dahiliye, cerrahi, çocuk, kadın doğum hastalarının aynı katta yattığı tek servisi; odalarda üçer beşer hasta yatakları olan bu beton bina gerçekten hastane miydi? Yoo! Değildi aslında... Bir katında tek servis, ameliyathane, doğumhane, idareci odalarının; girişteki buçuğunda acil, morg, santral, yemekhane, çay ocağı olan bir buçuk katlı “Sağlık Merkezi”ydi. Tıpkı memleketim Ladik, 30 km. uzaklıktaki Muradiye ve ülkemdeki çoğu ilçede olduğu gibi... 1961 yılında çıkarılan “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” yasasına göre sağlık merkezi olarak hizmet veren binanın tabelası değiştirilerek “Erciş Devlet Hastanesi” yapılmıştı. Hastane yapmak, açmak bu kadar basit ve kolaydı siyasetçiler için... “Buna da şükür, hiç yoktan iyidir” demem gerekiyorken diyemiyordum.

Devlet de diyememiş, altı sene önce arkadaki arsada yüz yataklı yeni hastane temeli atmıştı. Atmıştı ama altı senede varılan nokta, kaba inşaatı bitmiş, camı çerçevesi bile takılmamış beton yığınıydı. Yetmiş sente muhtaç yetmişli yıllarda değildik. Ülkemiz çağ atlıyordu güya! Ülkemiz mi atlıyordu yoksa yandaşlar mı? Gecikme sebebi olarak siyasetçi-müteahhit arasında çıkar ilişkileri duymuştum. İki taraf da Ercişliydi. Günahları boynuna; onlar kazanıyor, vatandaş kaybediyor, devlet suçlanıyordu. Devletin gördüklerimi görmemesi mümkün değildi ki! Ülkemi, devleti, taşrayı, doğu gerçeğini, siyaset ve siyasetçiyi tanıyordum; yavaş yavaş, duyarak, görerek, yaşayarak... Düşünüp sorgulayarak...

Teybin çıt sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Geç olmuştu. Eve gidip yatmaya karar verdim. Yarın yeni bir gündü; bugün dün olacaktı,

yarınsa bugün... Nöbetçilere “İyi nöbetler” deyip hastaneden ayrıldım.

*NEŞTER İZLERİ kitabımdaki 10. Hikayemdir.*

20-05-2021/OP.DR.SİNAN BEYHAN- BANDIRMA