Sınırlar, Neden?
Amcamın cenaze merasimi için köydeyim.
Sıcak bir yaz günü.
Avluda ölünün gömülme zamanını bekleyen sıkıntılı bir kalabalık.Plastik sandalyeler gölgelik ağaçların altına öbek öbek dizilmiş.Amcam için kavrulmuş helva adet olduğu üzere başörtülü bir kadın tarafından plastik bir tepsinin içinde dolaştırılıyor.Ağır bir hava çökmüş alana,sanki herkesin üzerine ölü toprağı serpilmiş.
Avlunun orta yerine gelir gelmez yerleşen şişman ve iriyarı yaşlı bir adam, görünümüyle uyumlu güçlü, tok sesiyle bitmeyen bir konuşmayı başlatıyor. Sonradan babamın halasının oğlu olduğunu öğrendiğim altın dişli köylü kasketli bu adam, şehvetle konuşuyor da konuşuyor. Önce onu dinlemeyi reddettiğimi farkediyorum bilincinde olmadan.Sevimsiz geliyor bana teklifsiz konuşması,kendine aşırı güvenli tavırları.Sınırlarımın ihlal edildiğini hissediyorum.Bir ara gözü bana takılıyor.Bir numara traşlı başım için bir şeyler geveliyor beğenmediğini ortaya koymak için.Kulağım küpeli halimi görseydi kimbilir daha neler yumurtlardı bu tavuk adam ?
Omurcalı Hüseyin lakaplı lafazanın lafı döndürüp dolaştırıp mübadeleye getirmesiyle konu benim için de ilginç hale geliyor. Savaşın hemen sonrasındaki mübadeleyle, ailesi ve bir kısım akrabasıyla birlikte Türkiye-Yunanistan sınırında lakabında geçen köye yerleştiriliyorlar. İki ülkeyi ayıran nehrin bu tarafında geçen çocukluk yıllarını anlatırken,nehrin aslında bir sınır olmadığını hatırlıyor. Özellikle yazları azalan suyuyla geçiş için yol veren nehrin her iki tarafından karşılıklı geçişler olurmuş.Nehrin iki yakasındaki halk birbiriyle selamlaşır, alışveriş içinde olup karşılıklı yardımlaşırmış.Tatlı bir hayattı diyor Omurcalı, iri dudaklarını şapırdatarak sanki az önce kallavi bir baklava dilimini gövdeye yuvarlamış gibi.Birbirimizle temas halindeydik,uzaktan da olsa birbirimizin gözünün içine bakardık diyor.
Bundan sonrasını Hüseyin’den dinleyelim, o olan biteni anlatmada benden daha mahir.
Bir gün nehire testiyle su doldurmaya indim.Testiyi yan yatırıp nehrin dibine itip doldururken nehrin öte yanından kır bir at gelip yanıbaşımda durup su içmeye başladı.Benim testi su doldukça lüp lüp ediyor,at ise arada soluklanıp bürş diye ünlüyor. Bir an atla gözgöze geldik.Ben testimi doldururken, at gözlerini benden ayırmadan suyunu içmeye devam etti.Diyeceğim o ki,insanın insanla insanın hayvanla yaşadığı yıllardı. Sınırlar,ayrılıklar bugünkü kadar keskin değildi.İnsanca yaşayıp gidiyorduk. Ta ki serbest akıp giden nehir sınır bellenip, her iki tarafı dikenli tellerle,askerlerle,nöbetçi kulubeleriyle tahkim edilene kadar.
Omurcalı Hüseyin bu kısacık anlatısıyla beni zihnimdeki sınırlar hakkında düşünmeye yönlendirmişti.
Anlamak için önyargısız dinlemek gerekliydi.Her insandan öğrenecek şeyler olabilirdi.
Sınır bellediğimiz birçok şey de yapay olabilirdi.
Sıcak,besleyen ilişki sınırları netleştiren asıl kaynaktı.
İnsan kendini ancak bir ilişki içinde bulabilir ve anlamlandırabilirdi.
**
Aygun Özer - Psikoterapist- Bandırma 30-07-2019