Şehir ve Felsefe /Mustafa Kaya

İnsanoğlunun düşünce tarihine ve yaşam pratiklerine bakıldığında gerek mekânsal gerekse de simgesel anlamıyla şehir kavramı önemli bir yer tutar. Şehir insanların yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan pratik
ihtiyaçların ötesinde hayatın anlamı hakkında onları düşünmeye sevk eden ve bu anlamı yakalamak için onları eyleme sürükleyen bir bilinç düzeyine mekân hazırlamaktadır. Bir başka ifadeyle şehir, pratik zorunlu ihtiyaçların
giderilmesinin yanında birlikte yaşama bilincini oluşturmaktadır.
Ekonomik ilişkilerin yoğunlaştığı, politik düşüncelerin uygulandığı, insanların sistematik bir düşünceye göre eğitildiği ve düşüncenin oluştuğu pratiklerin merkezinde hep şehirler olmuştur. Yani şehirler bir yanıyla “toplumsaldırlar, toplumsal olarak üretilmişlerdir ve toplumsal olarak yeniden üretilirler” (Urry, 1997:97) ancak öte yandan şehirler, insanların düşünme ve yaşama biçimlerini belirlerler. Bu anlamda şehirler, insanla ilişkisinde pasif olarak belirlenen boş mekânlar değildir; onlar insanların yaşam pratiklerinin birer belirleyicisidirler. Bu açıdan her bir şehir, tarihiyle, coğrafyasıyla, folkloruyla, ekonomisiyle ve siyasetiyle birer “taştan kitap”tır (Hugo,1996:64); hafızasında taşıdığı izlerle bugünün ve geleceğin bilincinin aynasını oluşturur. O halde toplumların
şehirle ilişkisini incelemek tarih boyunca pek çok kez nedenleri bilinçaltına itilmiş kolektif tutumların daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacaktır.
Öte yandan şehir, kültürel, ekonomik, politik, dini vb pek çok açıdan, insan hayatının birçok unsurunu dile taşımakta ve dilde yaymaktadır. Şehirde dilin gelişimi ile insanların bilincinin gelişimi birbirlerini etkileyip
süreç içersinde birbirlerini dönüştürmektedir. Dilin gelişmesi, kavramların kullanımının bilinçli olarak kullanımını ve soru sorma bilincini hazırlamaktadır. Bu anlamda bir soru sorma etkinliği olarak felsefe, bir şehir tecrübesi
olarak karşımıza çıkmaktadır. Felsefe tarihine bakıldığında da ilk felsefi soruların şehirde sorulduğunu ve cevaplanmaya çalışıldığını gösterir (Skirberkk ve Gilje, 2006:19). Bu da şehir ile felsefenin birbiriyle ilişkili olduğunu,
felsefenin “şehirli” olduğunu göstermektedir.
Kısacası dünya, insani eylem ve söz sahasıdır ve şehrin insani varoluşa tahsis edilmiş bir mekân olduğunu söylemek ancak bu sınırı oluşturan şeyin ne olduğunu, yani insanların bir şehir oluşturacak tarzda bir arada
yaşamalarının temelinde bulunan şeyin ne olduğunu açıkladığımızda anlaşılır hale gelir. İşte bu çalışmada şehirfelsefe ilişkisi bağlamında “şehir nedir?” ve “hangi hakikatleri içermektedir?” soruları üzerinde durulacaktır.
1.    Mekân    Olarak    Şehir
İnsanoğlunun şehirler kurması, onun en önemli kaygılarından biri olan ‘yer’ sorunuyla ilişkilidir. İnsan
daima yerini bilmek ister. Bu yerin tespitine dair üç bilim karşımıza çıkar: Teoloji, kozmoloji ve eskatoloji. Bu bilimlere göre ise insanoğlu üç yer idrâkine sahiptir: Ne-re-den (min-eyne), ne-re-de (fi-eyne) ve ne-re-ye (ilaeyne).
Bu üç yer sorusuna yanıt olarak, mebde (geliş), mead (dönüş) ve beyne-huma (ikisinin arası-duruş) verilmiştir.
Yine beyne-huma’da, ara-da bir yer tutan bir var-olan olarak insan, en temelde söz konusu üç yerin bilgisinin peşinde koşar: Ne-reden geldiğimizin bilgisi (ilm min eyne), ne-re-de olduğumuzun bilgisi (ilm fi eyne) ve ne-re-ye
gideceğimizin bilgisi (ilm ila eyne). (Fazlıoğlu, 2010:128)
Yeryüzü insan yapımı olmayan, yer çekimi yasalarına bağlı olarak işleyen ve doğal süreçlerin iş gördüğü bir alandır. Dolayısıyla bize verili olandır. Arendt’in ifadesiyle “yeryüzü, insanoğluna evrende hiçbir çaba harcamadan ve insan yapısı bir katkıda bulunmadan içinde hareket edebileceği, soluk alıp verebileceği bir yaşam alanı  sunmak bakımından eşsiz ve yegâne yerdir” (Arendt, 2000:28). Yeryüzü insani olana kayıtsız olarak doğal çevresini oluşturmaktadır. Ancak dünya, insan tarafından yaratılmış yapay (artifical) bir çevredir. Dünyanın kuruluşu insani olanın yer(in)yüzünde belirmesi ve insanın bu yeryüzünün bir parçası olması, onda görünür hale gelmesi
demektir. Bir başka deyişle dünya, insana özgü ve onu diğer varlıklardan ayıran insani yeti ve aktivitelerinin görünüşe çıktığı mekândır (Kaya, 2012:380).
Antik Yunanlılar insani varoluş sahasını ve praksisi ifade eden mekâna şehir (polis) adını vermişlerdir.
Kök anlamı “yuvarlak duvar” olan polis tam da bu anlama uygun düşecek şekilde, insani dünyayı doğal dünyadan ve ayıran sınırdır. Başka bir deyişle polis, insani olanın kendisi içinde görünür hale geldiği mekândır. Yani polis, insanın din, felsefe, bilim ve sanat gibi en yüce etkinliklerini tecrübe edebileceği yegâne yerdir.
Dünyadaki diğer varlıklar yer kaplayan varlıklarken insan, kendine yer açan bir varlıktır. Mimari işte tam da bu anlamda bir mekâna ömür biçmek, yaşamda bir yer açmaktır. Heidegger bu durumu diğer varlıkların mekânda sadece yer kaplarken insanın kendisine açık bir mekân oluşturması olarak ifade eder. Ona göre ontik bir gerçeklik olan insan başka bir yerde değil yine insan gibi ontik bir gerçeklik olan bu dünyada bulunur. Onu başka  mekânlarda ya da evrimselleşmiş mekânlarda değil “şurada” aramalıdır. Böylece Dasein, dünya-içinde-varolma olarak şurada var olmaktadır (Heidegger, 2008:142).
Var oluş kaygısıyla insan dünyada kendine bir ‘yer’ açar, yani onu imar eder. Dünyayı var oluş bilinciyle  şekillendirir. Ona yeni anlamlar yükler. Bu anlamda Grek şair Alcaeus’ın da dediği gibi, şehri şehir yapan “ne
çatıları iyi yapılmış evler, ne iyi örülmüş duvarlar, ne kanallar ne de tersanelerdir. Fakat bu imkânları kullanarak  şehri meydana getiren insandır” Bu anlamda şehir sadece insanın içinde doğduğu doğal veya hazırlanmış bir sahne değildir. İnsan tarafından bütün duygu durumlarını ve çatışmalarını yansıtan ve yine insan için kurulmuş olan  mekândır. Şehir, insanların yüklediği anlam sayesinde sosyal bir entiteye dönüşür. Şehrin doğal bir sosyal entite
olduğuna dair güzel örneklerinden biri Le Corbusier’in 1910 yıllarda İstanbul’u ziyaret ettiğinde söylediği şu ifadelerdir: “Eğer New York ile İstanbul’u kıyaslayacak olursak New York’un felaket, İstanbul’un ise bir yeryüzü cenneti olduğunu söyleyebiliriz. …İstanbul bir meyve bahçesidir; bizim şehirlerimiz ise taş ocakları” (akt. Armağan 1996:104).
Eğer bir mekân, müstakil bir konuttan mahalleye, mahalleden şehre, oradan ülke sınırlarına kadar bir varoluş bilinciyle şekilleniyorsa o zaman şehir tam anlamıyla bir şehirdir. Yani şehrin mimari dokusuyla düşünsel yapısı birbirinden ayrı düşünülemez (Cansever, 1997a:137). Bu anlamıyla yaşadığımız dünyada kendimize yer açamıyorsak, ‘yer’imiz hakkında metafiziksel bir iddiamız yoksa aslında biz de ‘yok(luk)’ hükmündeyiz demektir.
Bugün şehirlerde sadece yer kaplıyoruz, yer açamıyoruz. Ancak burada şu temel hataya düşmemek gerekiyor; mesele ekonomik kaygılardan dolayı zihniyetimizi dünyaya yansıtamama meselesi değildir. Zira mesele çokça dile getirildiği üzere asla ekonomik bir mesele değildir. Çünkü zengin olanlara baktığınızda onların mekânda yer açan değil, bilakis daha fazla yer kaplamak isteyen kişiler haline geldiğini çok rahatlıkla görebilirsiniz. Bugün büyük ya da küçük, lüks yada lüks olmayan evlere sahip olmamıza rağmen, içinde kendimizi bulduğumuz evlere sahip değiliz.
Hemen hemen bütün eserlerine birlik (tevhid) ilkesinin muhtemel açılımları sinmiş olan Cansever, mekânda yer açma ile yer kaplama ilişkisini de bu ilkeden hareketle ele alır. Ona göre tarihte ilk kez Müslümanlar tevhidi salt inanç düzleminden çıkararak mimariye dolayısıyla şehre yansıtmışlardır. Bu yüzden İstanbul 1453’ten ziyade esasen “mimari tevhidi”ni yakaladığında fethedilmiştir.
Günümüzde şehirler, düşünsel anlamda fethedemediğimiz, sadece fiziksel olarak yer kapladığımız alanlara, dahası hapishanelere dönüşmüştür. Mimarisi bizden olup, zihniyetimize yabancı olanların yaptığı, bizlerin içinde yer kapladığımız şehirlerde yaşıyoruz. Bir başka deyişle bugün, insanın kendine bir mekân açtığı ve zihniyetini yansıttığı bir mimariye izin verilmemekte, mimari insandan bağımsız bir şekilde yapılmaktadır. Ancak
şehri düşüncenin konusu haline getirirsek, yani onu imar ederken, onda yer açarken ona ontolojik anlamlar yüklersek, gerçek anlamda şehirlere sahip oluruz. Tanpınar’ın dediği gibi şehirleri inşa edip yapılandırırken benlik
buhranını yenebilecek ve de insanı kendisi ve doğayla barıştırabilecek varoluşsal-ontolojik bağ, başka bir deyişle “mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız” sorusuna cevap vermek durumundayız (Tanpınar, 2011:214).
2.    Düşüncenin    ve    Dilin    Mekânı    Olarak    Şehir
Şehir tabiat şartlarından ve üretim sürecinden nispeten bağımsızlaşan bir toplumsal, ekonomik  örgütlenmenin oluşturduğu zemin üzerinde var olmaktadır. Söz konusu zemin şehrin varlık şartı olduğu gibi, şehirleşme olgusunun üreteceği zenginliklere de temel teşkil etmektedir. Medeniyet adını verdiğimiz gelişme ve değerler birikiminin birer unsuru olarak din, sanat, felsefe ve bilim, bu anlamda şehirleşme olgusunun bir ürünüdür.
Medeniyet, şehrin bir ürünüdür. Ne aile ne de köy, bu tür bir yetkinliği yakalayamaz. Çünkü insan köyde doğayla savaşır, şehirde ise kendi türüyle, insanla, yani sen’le, ben’le uğraşır. Bu anlamda bilinç, özbilinç doğadan  VIII. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu VIII. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu çok şehrin armağanıdır. Bu nedenle ‘ben’ köyde değil, daima şehirde oluşur, çünkü insan kendi türünden bir ‘sen’i ya da ötekini sadece şehirde bulur. Şehirdeki insan ister bireysel isterse toplumsal çerçevede olsun, ‘öteki’ ile yan  yana göz göze gelmenin getirdiği bir gerilim veya doluluk içerisinde yaşar. Şehir, onu sürekli ben ile öteki yahut biz ile öteki ekseninde cereyan eden bir çatışma ve iletişim sürecine dâhil eder. Bu süreç ne kadar yoğunluk gösterirse bireyin ontolojik gerilimi de o düzeyde artmak durumundadır (Metin, 2015:177-179).
Antik Yunan felsefesine baktığımızda felsefe ile şehir arasındaki ilişkiyi kuran ilk düşünür olarak Sokrates karşımıza çıkar. O, Cicero’nun ifadesiyle “felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirmiş ve onu şehirlerde ve insanların evlerinde yeşertmiştir. Yine felsefeyi erdem ve erdemsizlikle, iyi ve kötüyle ilgili sorunlara yönelmeye zorlayarak sosyal hayata dahil etmiştir” (akt. Guthrie, 1962:8). Sokrates’in şehrin pratik hayatıyla doğrudan temasa geçirdiği şey, onun şehre dair sorularıdır. Sokrates sorularını şehre yöneltirken, şehrin pratik hayatıyla ilgili bilinçlilik düzeyini ifşa etmektedir. Bir sorgulama ve ifşa alanı olarak şehir, Sokrates’in, “bana bir şey öğretenlerkırlar, ağaçlar değil; şehirdeki insanlardır” (Platon, 1997:230c) ifadesine anlam kazandırmaktadır.
Sokrates’e göre şehir, düşüncenin ortaya çıktığı ve bilginin üretildiği mekân olması bakımından önemlidir. Ona göre şehrin amacı “iyi yaşam”ı tesis etmektir. Felsefeyle ve onun ürettiği sorularla karşılaşan şehir, “iyi
yaşam”ın ne olduğunu tespit etmek için “kanaatlerle değil düşünceyle” hareket etmeyi öğrenir. Bir başka ifadeyle
Sokrates, şehirde sanılar ya da kanaatlerin, epistemeyle, bilgiyle yer değiştirmesi”ni zorunlu görür. Felsefi düşünce bu hareketi şehre kazandırmakla, onu hedefini, “en iyi”ye yönlendirmiş olur. Felsefi düşünceyle birlikte şehrin “en iyi”ye yönelişi, şehri kendi içinde kapalı bir sistem olmaktan (yerellikten) çıkararak gerçekliğin keşfi için bir evrensel imkân alanına dönüştürür. Bu dönüşümü şehre sağlayacak olan şey diyalog yöntemidir (Versenyi,2007:131).
Sokrates’e göre diyalog, insanın kendisine ilişkin bilgisini, ben-bilgisini elde etmesine imkân sağlar.
Bundan da öte diyalogun doğası toplumsaldır. Çünkü bir diyalog, birlikte hakikate ilişkin bir araştırmaya koyulan iki kişinin varlığını gerektirir ve böyle bir araştırmanın sonucunu onaylayacak başka insanları gerektirir (Versenyi,
2007:190). Yine diyalog sayesinde şehrin hakikati de gün yüzüne çıkar. Başka bir deyişle şehir, “olan” ile “olması gereken” arasında bir karar verme aşamasına geçer. Sokrates’e göre şehir “olan”ı değil “olması gereken”i dile
getirebiliyorsa ve bu yolla kendini eleştirebiliyorsa dönüşme ve gelişme imkânına sahiptir. Böylece ereği olan “iyi yaşama” idealine erişir. Ancak şehir, diyalog esnasında felsefe aracılığıyla filozof tarafından olması gerekene
yönlendirilmediği takdirde, kanaatler karmaşasının kendi içinde kapalı bir sisteme dönüşme riski ortaya çıkmaktadır. Bu durumda kanaatleri tek gerçeklik olarak benimseyen şehrin, felsefenin kanaatleri sorgulayan işlevini hoş
görmesi mümkün değildir. Böyle bir şehir, felsefeyi kendisine tehdit olarak algılayacaktır. Nitekim Sokrates kendi şehri Atina’da, felsefe aracılığıyla şehrin hakikatini ve onun geleceğini açıklamak isterken, kendi hayatını koruyamamıştır. Kanaatlerin şehirdeki etkin gücü, felsefenin şehre sağlamak istediği dinamizm ya da “en iyi” rejim ideali veya hayat tarzı önünde bir engel teşkil etmiştir (Sayın, 2010:19).
Peki, şehir olmadan düşünce gelişmiyorsa, felsefe ortaya çıkmıyorsa, acaba felsefe olmadan şehir -en  azından bir tasarım ve kavram olarak- var olabilir mi? Şayet şehir sadece pratik ihtiyaçlar temelinde bir birlikte yaşamayı ifade ediyorsa, evet, felsefe olmadan şehir olabilir. Peki, o zaman bu anlamıyla şehrin kırsaldan, köyden farkı nedir? Eğer şehir pratik ihtiyaçların ötesinde birlikte yaşama bilincini ifade ediyorsa o zaman felsefe olmadan
şehir olamaz. Nitekim İslam felsefesinde Farabi ve İbn Sina bunu fark eden düşünürlerdir. Her iki düşünür için de şehir, pratik alana sıkıştırılamayacak kadar önemli ve aşkın bir anlama konusudur. Onlar için şehir, felsefe aracılığıyla insanın yetkinleşmesini sağlaması bakımından önemlidir.
Farabi’ye göre felsefe, şehir için ideal olanı keşfetme faaliyetidir. Yine felsefe şehre, pratik gündelik dili aşan bir üst dil kazandırmaktadır. Bu üst dil sayesinde felsefe şehre, kendi kuramsal yani ideal gerçekliğini hatırlatır ve ona yol gösterir. İbn Sina ise, insanın doğasını ortaya çıkarabilmesi, gerçek varlığını tekâmül etmesi için şehrin felsefeye ihtiyacı olduğunu söyler. İbn Sina, insan doğasından, zorunlu ihtiyaçlarını karşılama anlamında maddi yönünü ve kendini gerçekleştirme anlamında da manevi yönünü anlamaktadır. İnsanın bu gelişimini takdir edemeyen toplulukların şehir olamayacağını belirtir (Sayın, 2010: 65-66).
Tarihte kurulan ilk şehirlere baktığımızda insanların sırf pratik ihtiyaçlarını karşılama esasına dayananların, örneğin Ortaçağda kurulan Roma şehirlerinin uzun ömürlü olamadıkları görülürken; pratik ihtiyaçlar ötesinde bir geleneğe sahi olan Çin şehirlerinin daha uzun ömürlü oldukları görülmektedir. Bu durum, şehrin varlık sebebinin, pratik ihtiyaçların ötesinde bir anlamdan kaynaklandığını daha açık olarak göstermektedir. Eğer şehir, ortak yaşama, ortak dil, ortak kültür oluşturma düşüncesini temelinde barındırıyorsa, kavramsal düzeyde felsefi bir soru olarak ortaya konulmasa da, orada felsefenin tecrübe edilerek var olduğunu düşünebiliriz.
Şehir düşüncenin ve felsefenin mekânı olmasının yanında aynı zamanda dilin de mekânıdır. Şehir; kültürel, ekonomik, siyasi, dini vs. insan hayatının birçok unsurunu dile taşımakta ve dilde yaymaktadır. Şehirde dilin
gelişimi ile insanların bilincinin gelişimi birbirlerini etkileyip dönüştüren bir süreç haline gelmiş görünmektedir.
İnsan dil ile birlikte insan olmuş ve dil ile anlaması mümkün olmuştur. Zaten dilin varlığı toplumsallığın varlığını şart koşan bir durumdur. Öyleyse “dil” ve “anlama” ilk insanla birlikte onun toplumsallığı içinde birlikte var olmuştur. Toplumsallık medeniyetin nedeni, medeniyet de, kavram çokluğunun nedenidir. Kavram çokluğu da doğru anlamanın ve iletişimin bir nedenidir. Dolayısıyla düşüncenin gelişmesi ancak kalabalık ortamda yani şehirde mümkündür (Kavlak, 2013:148). Nitekim dilin toplumsal olduğunun en güzel örneği 19. yüzyılda
Fransa ormanlarında bulunan vahşi çocuk Victor’dur. Kendisi ormanda bulunduktan sonra pek çok eğitimdengeçirilmesine rağmen anlamını kavrayamadığı birkaç kelimeden başka bir şey öğrenememiştir.
3.    Siyasetin    Mekânı    Olarak    Şehir
Siyasetin kendisine mekân edindiği en önemli yerleşim birimlerinden birisi şehirdir. Şehir, insanların bir araya gelerek kurdukları toplumsal birlikteliklerin en ileri seviyesi kabul edilmiştir. Şehir sadece ev ya da aile içinde kurulan ilişkileri değil, birbirinden farklı kesimlerden pek çok insanla kamusal alanda kurulan ilişkileri de kapsamaktadır. Grekçe şehir (polis) ile politika (politike) arasında etimolojik bir ilişki vardır. İki kavram arasındaki etimolojik ilişki şehir ile siyaset arasındaki ilişkinin ontolojik olarak kurulduğunu göstermektedir ve bu ontolojik ilişki, farklı dönemlerde farklı tarzlarda olmasına rağmen sürekli devam etmiştir.
Şehir ile siyaset arasındaki ilişkinin açıklanabilmesi için siyasetin sınırlarının net bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Siyaset genelde bir yönüyle rekabet ve çatışma diğer yönüyle ise uzlaşma, ortak noktada birleşme ve iyiye ulaşma çabasıdır (Kapani, 1997:17-18). Siyasal insanın çatışmada ya da uzlaşmada durduğu bir yer ve durduğu yer dolayısıyla onu başkalarıyla uzlaşmaya ya da çatışmaya götüren doğrular, değerler ve ilkeler vardır.
Bu değer ve ilkeler bağlamında şehir ile siyaset arasında bir bağ kuran Sokrates, şehirde, insanlarla diyalog içinde felsefe yaparak, kendini “gerçek siyaset sanatına bağlı kalan tek kişi” (Platon, 1989:127) olarak görmüştür. Ancak bu siyaset felsefesi hayatına mal olmuştur. Platon ise hem siyaset felsefesi yapmak hem de hayatta kalmak ister.
Bu nedenle Platon’da karşımıza bir şehir metafiziği çıkar. O, insanların yaşayabileceği en iyi şehri, zihinsel olarak
kurgulama yoluna gitmiştir. Böylece Devlet adlı eseriyle ilk ütopya örneğini düşünce tarihine sunmuştur.
1
 Platon,ortaya koyduğu ütopya ile bizler için şehre ve onun sorunlarına farklı bir açıdan bakma imkânı sağlamıştır. Şehrin ortaya çıkış amacının, “iyi yaşama”nın yeniden gözden geçirilip değiştirilmesi gerektiğini bizlere göstermiştir.
Yani şehri siyasetin ve felsefenin yeniden konusu yapmıştır.
Platon’un Devlet’inden sonra şehir, Farabi’nin El Medinet-ül Fadıla’sından Thomas More’un Utopia’sına kadar bütün toplum ve siyaset ütopyalarının da mekânıdır. Platon’dan sonra pek çok düşünür ideal bir toplumun ancak ideal bir şehirde olabileceğini düşünmüştür. Örneğin Farabi en üstün iyiliğe ve en üstün mükemmelliğe ancak şehirde ulaşılabileceğini, şehirden daha eksik bir toplulukta ulaşılamayacağını savunmuştur. Bütün ütopyalarda olduğu gibi onun erdemli şehrinin de bir amacı vardır. Ona göre şehir, farklılıkların karşılıklı dayanışmasını sağlama amacını taşır (Farabi, 1997:100). Hem siyasetin hem de şehrin doğasında amaç uğrunda birleşme ve mücadele etme bulunmaktadır ve bu durum siyaseti şehirde mümkün kılan en önemli unsurlardan birisidir. Ütopyalardaki iyiyi gerçekleştiren, bununla yetinmeyen ve daha iyinin gerçekleşmesi için çaba harcayan düzenli ve
1 Bloom’a göre Devlet, Sokrates’in gerçek Apology’sidir (Sokrates’in Savunması), çünkü Sokrates sadece Devlet’te Atinalıların kendisine yönelik dinsizlik, gençleri adaletsizliğe sevk etmek ve şehirde yozlaşmaya yol açmakla ilgili suçlamalarına cevap vermek ister. Bu anlamda Devlet, felsefeyi şehre getiren ilk kitaptır ve polis içersinde felsefenin varlığına işaret eder (Bloom, 1991: 307-310).
VIII. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu VIII. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu370 371 uyumlu bir toplum fikri, insanlığın her döneminde düşünürlere ve iktidar sahiplerine çok çekici gelmiştir (Akın,
2015:472). Öte yandan Zamyatin’in Biz’i, Orwell’ın 1984’ü ve Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı da anti-ütopyalar olarak umudunu kaybeden şehirleri konu edinmiştir.
Şehri siyasetin mekânı olarak ele alan düşünürlerden biri de Aristoteles’tir. O, şehir ile siyaset ilişkisini açıklarken aileden köye, köyden şehre ve devlete doğru ilerleyen bir gelişim sürecinden bahseder. Ona göre şehir,
sadece insanların varoluşlarının devamını değil, özlerine uygun bir biçimde “iyi yaşamaları” amacını taşır. Bu anlamda şehir birtakım doğruları kendinde potansiyel olarak barındıran bir gerçekliktir. Aristoteles’e göre en iyi
yaşam, mutluluğun en fazla edildiği yaşamdır ve bu da ancak şehirde mümkündür (Aristoteles, 2015:23-26). Onagöre şehir, salt teorik bir konu olamaz. Bu nedenle onun şehir felsefesi, ayakları şehrin merkezine yani pratiğe
dayanan bir felsefedir.
Kısacası Sokrates, Platon ve Aristoteles, mutlu yaşamın felsefeyle; iyi yaşamın ise siyasetle gerçekleşeceği konusunda hemfikirdirler. Kendilerinden önceki filozoflar “doğa”ya odaklanmışken, onlar mutlu ve iyi bir yaşam üzerine düşünmeyi felsefi etkinliğin konusu yaparak odağı şehre (polis) kaydırmışlardır. Onlara göre iyi ve mutlu bir yaşamı sağlayan ve şehrin varlığını sürdüren temel etkinlik siyasettir. Böylece felsefe ile siyaset arasında bir bağ kurulmuştur.
SONUÇ
Şehir ile felsefeyi hangi açıdan ele alırsak alalım onları birbirinden ayrı ve bağımsız düşünemeyiz. Çünkü her ikisi de bir insan ürünüdür, insan doğasının ayrılmaz bir öğesidir. Ne birbirlerinden bağımsız olarak varlığa
gelirler, ne birbirlerini öncelerler, ne de birbirlerinden ayrı bir anlam ve değer taşırlar. İnsanlık ve yaşam adına
durmaksızın birbirlerini üretip zenginleştirirler. İnsanın birçok yapıp etmesi gibi felsefe de şehirde doğar, şehirde büyür, şehirde gelişir, şehirde dile gelir, şehirde söze dökülür. Her şeyiyle şehirde inşa ve imar edilir. Şehrin
en renkli ve en temel eylemlerinden biri olarak kendini açınlar. Zaten ilk günden beri felsefe hep şehirde yapıla
gelmiştir. Ya şehrin asi sokaklarının isyankâr bir genci ya da Sokratesçi bir benzetmeyle kırlarda değil şehirlerde
yaşayan bir at sineği olarak zihinleri uyandırmış, zihnin rasyonel sorgular yapmasını sağlayarak geleneği altüst
etmiştir. Şehir ile felsefe arasındaki bu güçlü bağdan dolayı şehir olmadan felsefe ortaya çıkamaz. Çünkü şehir
düşüncenin mekânıdır. İnsanın mekânla olan bağlarının kurulup onunla kucaklaştığı yerdir (Ulukütük, 2014:19).
Her şehrin felsefesi olmalıdır, felsefesi olmayan bir şehir, kendi bunalımını ve yok oluşunu hazırlar.
Nasıl ki insanın bir hafızası, kendine ait düşünme yeteneği varsa şehirlerin de hafızası, kendine ait düşünme yeteneği ya da geleneği olmalıdır. Yine nasıl ki hafızası zayıf olan bir insan, yani sağlıklı düşünemeyen bir insan
kendi dünyasında bir bunalım ve çöküş yaşarsa benzer şekilde şehir de eğer insanı merkeze alan bir şehir felsefesi
oluşturmazsa sağlıklı bir şehir olmaktan, insanlara umut veren bir şehir olmaktan çıkar ve gelişemez. Bu nedenle
şehirlerin hafızasını oluşturan unsurlar da unutulmamalıdır.
Öte yandan bir şehir, insanlara sunduğu sosyal, kültürel ve düşünsel olanaklara bağlı olarak, bireylerin
bilincinde daha fazla yer edecektir. Daha doğrusu her birey, o şehre kendi bilincinde farklı boyutta ve derinlikte
varlık kazandıracaktır. Dolayısıyla bir şehrin bilincini şekillendirmesi sunduğu olanaklardan bağımsız olamaz.
Şehrin bilinci ise ancak insan bilincinde ortaya çıkabilir. Çünkü şehrin bilinci her bireyin bilincinde farklı şekilde
gerçekleşir. Şehrin bilinci insanda edebi, tarihi, coğrafi, felsefi vb. pek çok şekilde somut eserler ve düşünceler olarak tezahür eder. Bunlar da o şehrin düşünce tarihinde ve coğrafyasında önemli bir yer edinmesini sağlayacaktır.
Sonuç olarak bir şehir eğer her bireye sahip olduğu olanakları sunabilirse, insanlar kendilerini o şehre
ait hissederek o şehre dair bir şeyler ortaya koymaya çalışırlar. Bu olmadığında bireyler için o şehir, ötekidir, yabancıdır. Bu durumda birey, şehre dair hiçbir şey üretmez, şehrin bilincine katkıda bulunmaz. Bu nedenle şehirler
bireylere sunduğu her türlü kültürel ve düşünsel imkânlarla hem kendi bilincine hem de toplum bilincine katkıda
bulunmuş olur ve daha yaşanılır bir şehir haline gelir.
KAYNAKLAR
Akın, Mahmut Hakkı (2015). “Siyasetin Mekânı Kent”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, Yıl: 13, Sayı: 150-152, s.
470-476
Arendt, Hannah (2000) İnsanlık Durumu, Çev. B. Sina Şener, İletişim Yayınları İstanbul
Aristoteles (2015). Politika, Çev. Furkan Akderin, Say Yayınları, 2015
Armağan, Mustafa (1996). Şehir Asla Unutmaz, İz Yayıncılık, İstanbul
Bloom, Allan (1991). The Republic of Plato, Trans with notes and an interpretive essay, Basic Books, USA
Cansever, Turgut (1997a), Kubbeyi Yere Koymamak, İz Yayıncılık, İstanbul
Cansever, Turgut (1997b). İslam’da Şehir ve Mimari, Timaş Yayınları, İstanbul
Farabi (1997). İdeal Devlet (el-Medînetü’l-Fâzıla), Çev. Ahmet Arslan Vadi Yay. Ankara
Fazlıoğlu, İhsan (2010). “İstanbul’dan Varlık, Var-Olan Ve Yokluk’a Kadîm Bir Nazar”, Türkiye Günlüğü, Sayı:
101, s. 28-140.
Guthrie, W. K. C (1962). A History of Greek Philosophy 3, Cambridge University Press, Cambridge
Heidegger, Martin (2008). Varlık ve Zaman, Çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul
Hugo, Victor-Martin Heidegger (1996). “Kentin Felsefesi”, Cogito Düşünce Dergisi, Sayı: 8, 1996, 63-70
Kapani, Münci (1997). Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara
Kaya, Funda Günsoy (2012). «Polis›ten Cosmopolis›e: Felsefe, Politika ve Yurttaşlık», II. Uluslar arası Felsefe
Kongresi, s. 379-383.
Kavlak Ahmet (2013). “Şehir ve Entelektüel Üretkenlik”, Kaygı Felsefe Dergisi, Sayı: 21, 143-150
Metin Ali K. (2015). “Şehir ve Ötekisi”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, Yıl: 13, Sayı: 150-152, s. 177-180
Platon, (1997). Phaidros, Çev. Hamdi Akverdi, MEB Yayınları İstanbul
Platon (1989). Gorgias, Çev. Rayan Erben, MEB Yayınları, İstanbul
Sayın, Fatma (2010). Klasik İslam Filozoflarında Şehir-Felsefe İlişkisi, On Dokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun
Skırberkk, Gunnar Gilje, Nils, (2006). Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Çev. Emrullah AkbaşŞule Mutlu, Kesit Yayınları, İstanbul
Tanpınar, Ahmet Hamdi (2011). Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul
Ulukütük, Mehmet (2014). “Şehrin Düşüncesi Düşüncenin Şehri: Şehri Düşünceye Çağırmanın İmkanı
Üzerine», Nida Dergisi, Sayı: 164, s. 1-19, http://www.academia.edu/7721955/ŞEHRİN_DÜŞÜNCESİ_
DÜŞÜNCEN İN_ŞEHRİ_ŞEHRİ_DÜŞÜNCEYE_ÇAĞIRMANIN_İMKÂNI_ÜZERİNE_NİDA_
DERGİSİ_TEMMUZ_2014_ Erişim Tarihi: 05.04.2018
Urry, John (2009). Mekânları Tüketmek, çev. R. G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
Versenyi, Laslio (2007). Sokratik Hümanizm, Çev. Ahmet Cevizci, Sentez Yayıncılık, Bursa