Savruliye Hanım

SAVRULİYE HANIM
       Bu ne biçim isim demeyin! Ülkemizde çok garip olan isimler var. Her birinin de kendine ait  bir öyküsü var. Geçen gün  televizyona bir hanım çıkmış. Adı; Anakız.  Neden olmasın? Pekala olmuş işte. Daha ne isimler  var kimbilir, duymadığımız bilmediğimiz...Maşallah,Doğrultan, Kapgel, Hede, Çaylak, Kayakız, Pekgüzel, Göksenin bunlardan bir kaçı. Onun da  bir öyküsü var. Anlattıklarına göre Savruliye' nin annesi köyde çamaşır yıkamak üzere dere kenarına gitmiş. Daha doğrusu kocası onu at arabasıyla dere kenarına bırakıp kendi tarlaya çalışmaya gitmiş. Orada, akşama kadar çamaşır yıkayacak , çalıların üstüne serip kurutacak, akşam üstü de kocası eve dönerken onu oradan alacak. 
       Kadıncağız yeşil sabunla köpürte köpürte, tahta tokaçla, vura vura çamaşırları mis gibi yıkayıp çalıların üzerine sermiş. İşi biraz erken bitmiş. Çevrede de kimsecikler yokmuş.   Çamaşır yıkarken ıslanan şalvarını da yıkayıp asmış bir çalıya. Otların arasına uzanmış, uyuyakalmış. Aradan ne kadar zaman geçtiyse artık, uyanınca bir de bakmış  ki;  rüzgar çıkmış, serilmiş çamaşırların her birini bir tarafa savurmuş.  Altında şalvar olmadığı için, biri görür diye,  kalkıp etrafta dağılan çamaşırları toplayamamış. Bir iki saat oracıkta öylece beklemiş.  Bu arada  rüzgar sertleşmiş fırtınaya dönüşmüş. Gökyüzü kızıl gri arası bir renk olmuş.  Bir süre sonra kocası gelmiş sağdan soldan çamaşırları toplamaya başlamış ama; çamaşırlar oradan oraya uçtukları için toplamak bir mesele. Sağa sola, koştura koştura toplayabildiği  kadarını toplamış. Gözlerine çer çöp dolmuş. Çalı çırpı her tarafını yırtmış kanatmış.  Bir süre hanımının yanına oturup fırtınanın kesilmesini beklemişse de; fırtına kesileceği yerde daha da şiddetlenmiş.  Çarşaf, havlu, gömlek, içlik... Kucak dolusu çamaşırı yüklemiş arabaya. Sadece karısının şalvarını yakalıyamıyormuş bir türlü. Şalvar, inat eder gibi nerede yüksek dal var oraya uçuyor, daldan dala konuyormuş. Zavallı adam koşmaktan helak olmuş. Başka birşey olsa; lanet olsun deyip bırakıp gidecek. Ama oradan oraya savrulan eşinin şalvarı... Yarı çıplak, köye nasıl dönsün kadıncağız.   Kocası nefes nefese, oraya koşmuş, buraya koşmuş; Sonunda toz dumana karışan şalvar, yokuş aşağı yuvarlanmış gözden kaybolmuş. Derken hava iyice kararıp gece bastırınca, yatak çarşafını beline dolayıp gizlene gizlene dönmüşler  evlerine. İşte o günden dokuz ay sonra doğan kız çocuğuna da Savruliye adını  vermişler.
      Şalvarın oynaklığı çocuğun da  kaderini etkilemiş gibi; doğumu da sıra dışı olmuş. Anasının karnında döne döne göbek kordonuna sarılan bebeği almak için ebe çok uğraşmış. Bebek doğmuş. Elde avuçta durmuyor. Boyuna çırpınıyor elden ele kayıyormuş. Ebe çocuğu yakalamaya çalışırken , çocuk ebenin saçına bir yapışmış, zor almışlar elinden. İki kişi  güç bela  zaptedip sonunda sıkıca kundaklamışlar.
     Taşıdığımız isimlerin karakterimiz veya kaderimiz üzerinde  etkisi  olur derler.  Psikiyat Dr Prof. Nevzat Tarhan'ın bu konuda yazmış olduğu uzun bir yazısını okumuştum. Zaman içerisinde insan adıyla özdeşleşiyormuş. İsmin, kişinin gelişimi sırasında olumlu olumsuz etkisi oluyormuş.  Algıları değiştirip şekillendiriyormuş. Mesela Savaş, Cenk gibi isimler agresif dürtüleri değiştirebilir diye de örnek vermiş, Nevzat Tarhan. İnsanlar isimlerinin anlamını rol model olarak alabilirlermiş. Tanıdığım örneklerde hiç bu görüşü doğrulayan bir durum görmedim. Bana çok inandırıcı gelmese de inananlar olabilir. Hatta bu nedenle adını değiştirenler bile oluyormuş.
     Onu bunu bilmem ama Savruliye Hanım adından gerçekten çok etkilenmiş. Hayatı boyunca kararsızlık, hareketlilik yaşamış. Gerçekten çok savrulmuş. Mesela dört ayrı meslekte çalışmış. Evlenirken, kendi karakterini bildiği için; eşinin çok hareketli olmamasını, durgun, sakin bir adam olmasını özellikle istemiş.   Onun bu isteğini bilen eş dost, köyün davulcusuyla evlenmesine ön ayak olmuşlar. Ramazanda bir ay çalışıp  yılın on bir ayında kazandığı o parayla geçiniyormuş bu adam.  Ayda alemde bir de  düğüne çağırılıyor üç beş kuruş da oradan kazanıyormuş. Oturduğu yerden kalkmaz, günün 18 saatini uykuda geçirirmiş. Gelin görün ki; Savruliye ile evlendikten sonra, işler bir açılmış.... Bir açılmış..
Duyurular davul eşliğinde yapılır olmuş. Köye gelen devlet adamlarını, hatta bütün yabancıları, davul çalarak karşılamaya başlamışlar. Kızlar baba evinden gelin alıcı gelip davul çalmadan çıkmıyorlarmış artık. Adam da bir coşmuş bir coşmuş ki sormayın. Davulu döne döne çalma, tepesine, sırtına koyup çalma, üstüne çıkma, yere diz çökme, yan yan zıplama ne varsa hepsini öğrenmiş. Hatta dum dum da dum dum diye çalmayı bırakıp farklı ritimler denemiş. Sopanın biri ile güm güm vururken  diğer sopa ile tık tık trrrak, tıkır da tırrak diye sesler çıkartıyormuş. Ritmi duyunca oynamayanların oynayası, kaynamayanların kaynıyası geliyormuş. Kocası nerede, Savruliye orada, gezer olmuşlar. Davul birken iki, ikiyken üç tane olmuş. Biri patlarsa diğerini çalmak için yedekte tutuyormuş. 
    Nitekim  birgün hiç ummadığı bir anda, düğünün tam orta yerinde davul patlayınca, koşa koşa  eve gidip yedekte duran öteki davulu getirmiş Savruliye. Meydanda halk toplanmış oynamak için sabırsızlanırken can hıraş davul yetiştiren kadını  toplum alkışlamış. Kadının gurunu okşanmış. Ancak davula vurulan ilk tokmaktan sonra bir anda ortalık karışmış. Savaş alanına dönmüş. Herkes bir tarafa kaçmış. Meğer yedekte uzun süre duran davulun içine eşek arıları oğul atıp petek yapmışlar. Davulun ilk( güm) sesiyle de korkup etrafa saldırmışlar. Eşek arılarının hücumuna uğrayan adamcağız on gün ateşler içinde yanmış. Savruliye ısırık yerlerine yoğurt süre süre tedavi etmiş onu. 
Savruliye  yerde diz boyu kar, çatılardan balta sapı gibi buzların sarktığı bir kış gününde evlendiği için evliliğinin ilk günleri dört duvar arasında soba başında geçmiş. Kocası Haydar da havalar ısınır ısınmaz onu bir haftalığına gezmeye götüreceğine söz vermiş. Sözünü biraz geciktirse bile yazın en sıcak günlerinde karısını tatile götürmeye kalkmış. Karı koca uzun uzun nereye gideceklerini düşünmüşler. Otel , motel onlara pahalı gelmiş. Sonunda Haydar, eşini askerlik arkadaşı Davut' un Adana' ki çiftliğine  gitmeye ikna etmiş. Karı koca uzun bir otobüs yolculuğundan sonra Adana'ya varmışlar. Otogarda onları Musa karşılamış yayladaki çiftliğine götürmüş. Çiflikte atları, koyunları, keçileri görünce Savruliye'nin keyfi kaçmış. Bir köyden çıktık, bir köye geldik diye söylenmeye başlamış. Ancak Musa' nın karısıyla biraz sohbet edince, fikri tamamen değişmiş  kadın çok güler yüzlü ve neşeliymiş. Bölgenin bilinen yemeklerini büyük bir ustalıkla hazırlayıp sunarak onları kat kat memnun etmiş.  Musa' nın tam yedi tane çocuğu varmış. Onlardan YAVRULARIM diye söz ediyormuş. Hatta bir ara Adana şivesiyle(  dokuz tane yavrum olacaktı emme!) deyince ; Haydar dayanamamış( iki tene siyah beyaz benekli yavruyu birilerine mi verdin?) diye şaka yapmış.  Gülüşmüşler.. Akşam bahçeye rakı masası kurulmuş. Diğer tarafta çiftlik çalışanları ve çocuklar yer sofrasında etli pilav ve ayranla karınlarını doyurup kıyıya köşeye dağılmışlar. Ortada hizmet eden iki genç kalmış. Bir de  Musa' nın zihin engelli kardeşi Kaya oralarda dolanıyormuş. Kaya küçükken ormanda kaybolmuş. Bir ay sonra çobanlar onu bulup getirdiğinde, konuşmuyor, hiçbir  şey hatırlamıyormuş. Ne kadar doktorlara götürseler de bir çare bulunamamış. Yarım akıllı olsa da gücü kuvveti yerinde olduğu için çiftlikte getir götür işlerine yarıyormuş. Olaydan sonra tüm aile onu hoş tutmuş, yedirip içirip büyütmüşler. Onsekiz yaşına gelince boyu bir doksan beşe yaklaşmış, kilosu yüz elliyi aşmış. Gelen misafirler onun dik dik bakışından rahatsız olsalar da; onun birkaç olayın dışında  kimseye zarar  vermediğini söylemiş Musa. Sadece sevmek , okşamak için köyde kızların üzerine gitmiş, birkaç kere korkutmuş onları. Savruliye sık sık gözgöze geldiği bu adamdan iyice ürkmüş. Olabildiğince ondan uzak durmaya çalışıyormuş. Çiftlikteki kangal cinsi köpek  ortada dolaşıyor atılan kemik parçalarını yalayıp yutuyormuş.  Bütün gece yemiş ,içmiş , eğlenmişler.  Gece iyice ilerleyince Musa ile Haydar  askerlik anılarını anlata anlata muhabbeti  tam kıvama getirmişler.. Evin çalışanları konuklar için ayrılan odayı temizleyip havalandırıp yere kocaman bir yatak hazırlamışlar genç çifti odaya buyur etmişler. Savruliye' nin çok uykusu gelmiş ama Haydar' ın yatası yokmuş. Savruliye kaşıyla gözüyle artık yatalım işareti verse de adam hiç umursamıyormuş. Kadıncağız, sonunda izin isteyip kendilerine gösterilen odaya gidip yatağın üzerine uzanmış. Dışarıdan gelen müzik ve konuşma sesleri  ona ninni gibi geliyormuş. Az sonra kapı yavaşça açılıp içeriye  biri süzülmüş.  Savruliye  gelenin kocası olmadığını, adamın üzerine kabaca abanmasından  anlayınca, bütün vücudu taş kesilmiş. Sesi içine kaçmış. Üzerindeki ağırlıktan ve korkudan  çıt çıkartamıyormuş. Gelen kişi başını Savruliye' nin ensesine gömüp bir de boynunu yalayınca zavallı kadın altına şırıl şırıl işemiş. Zararsız dedikleri heyüla gibi adam,  Savrüliye' nin neredeyse eceli olacakmış.  Yatağın içine yayılan sıcak ıslaklık, üzerinde ağırlıkla uzunca bir süre yattıktan sonra, ışık yanmış  Haydar girmiş odaya. Savruliye' nin üstünde yatan kangal cinsi köpeği  görmüş, ışıktan rahatsız olan hayvan da ayağa kalkmış.  Üzerinde yatanın evdeki meczup yardımcı olduğunu sanan Savruliye  o zaman gerçeği anlamış.  Bağıra bağıra ağlamaya ve bağırmaya başlamış. Sesi duyan ev sahibi ve çalışanlar koşup gelmişler. Hayvan , sık sık çiftliğe tamir için gelen  ustanın yanında yatmaya alışkınmış meğer.Ortalık yatışınca; köpek bahçeye bağlanmış, horozlar ötmüş, çiftlikte yeni bir gün başlamış.
ULVİYE KARA AKCOŞ - 01-06-2021