Şaşırmayın. ("Pencerem"den Bir Öykü)

ŞAŞIRMAYIN

1969... İlkokul 3. sınıftayım. Son ders zili çaldı. Eve gitmeden önce 5. sınıfa geçtiğim yaz tatilinde değiştirdiğimizin –sebebini babama sormayı hiç akıl edemedim- yarısı büyüklüğündeki babamın dükkanına gitmeye karar verdim. Öyle olunca da her zamanki gibi okuldan Zeki ile beraber çıktık.

Zeki; benden üç dört santim uzun, yeşil gözlü, kumrala çalan sarışın, benim gibi sessiz sakin, efendi uslu, çalışkan, en iyi anlaştığım arkadaşım. İkimizin babası da manifaturacı... Dükkanlarımız bitişik. Babamın dükkanı kira, en az dört beş misli büyüklükteki Zekilerinki kendilerinin. Zeki’nin babası, Akdağ’ın eteklerinde kurulmuş, şirin, yemyeşil, dört bin nüfuslu, doğup büyüdüğüm, memleketim Ladik’imin en ileri gelen üç esnafından biri, babamsa orta direğin tabanında küçük esnaf...

Sohbet ederek yürüyoruz... Zeki “Sinan, babandan izin al da bizim evde ödevleri beraber yapalım” dedi. “İzin alabilirsem olur” cevabı verdim. Babamın o ufacık dükkanına geldik. Çocuk aklımızla uyanığız ya! İzini garantilemek adına babamın karşısına birlikte çıktık. O büyük insan, tezgahın arkasında sandalyesine oturmuş, canı sıkkın şekilde önündeki faturaları inceliyor, hesap kitap yapıyor... Muhtemelen bir iki gün sonraki senet parasını nasıl tamamlayacağını, kimden borç alabileceğini düşünüyor. Bunu bugün görebiliyorum. O an anlayan kim?

- Baba, iyi akşamlar, hayırlı işler.

- Hayırlı işler Hafız amca.

- Sağolun çocuklar, hoş geldiniz. Siz oyalanın, kafam biraz karışık.

- Hafız amca, Sinan ile bize gidebilir miyiz? Ödevlerimizi birlikte yapacağız.

Babam bize, bana baktı. İstekli olduğumu gördü.

-Tamam çocuklar ancak hava kararmadan evde olacaksın, oyuna kapılmak yok Sinan.

- Baba, söz!

İzini almıştık. Oyalanmadan yola koyulduk. Zamandan kazanmak adına hızlı adımlarla yürüyoruz. Ladik’in en zenginlerinden birinin evini göreceğim diye merak içindeyim. Kafamdaki fark çok büyük! Evlerine ulaşmamız uzun sürmedi. Zeki, ayak parmakları üzerinde yükselip kapının yanındaki bir düğmeye bastı. “Cik cik cik” diye tatlı bir kuş sesi duyduk. O zamanlar bizim, hatta Ladik’teki tüm evlerin kapısında “Tak, tak, tak” sesi çıkaran tokmak var. Şaşırdım. Çok hoşuma gitti. Annesi kapıyı açtı, bizi gördü.

- Hoşgeldiniz çocuklar.

- Hoşbulduk teyze.

- Anne, arkadaşım Sinan. Hafız amcamın oğlu. Ödevlerimizi birlikte yapacağız.

- Elbette çocuklar, buyur Sinancığım! Zeki senden çok bahsediyor, görmeden dahi tanıyorum seni zaten.

Kapıdan girip naylon ayakkabılarımızı çıkardık, girişin sağındaki odaya geçtik. Büyük bir merakla odaya göz gezdirdim. Yerde babamın sattıklarının aynısı halı kilim, kadife perdeyle kaplı pencerenin önünde saten kumaşla örtü ve minderler bulunan tahta sedir, sedirin önünde el emeği göz nuru uçları saçaklı dantel örtüyle süslenmiş yemek masası, çevrede dört beş tahta, minderli sandalye vardı. Sedire (makata) oturdum, yaslandım. Yaslandığım yastığın saman dolu olduğunu anladım. Perdelerin kadife kumaş olması dışında bizim evden, daha önce ders çalışmaya gittiğim arkadaşlarımın ve komşularımızın evlerinden hiçbir fark yoktu. Şaşırmıştım. “Zengin olmak çok da farklı değilmiş be!” diye düşündüm. Dantel örtü özenle kaldırıldı. Defter, kitaplarımızı çıkardık, ödevlerimizi yapmaya başladık. Arada çayımızı içip ev yapımı kurabiyelerimizi yiyerek bir saatten fazla çalıştık...

- Zeki, ödevler bitti, kalkayım artık.

- Azıcık da bahçede oynasak...

- Olmaz, geç kalırım. Babama söz verdim.

- Haklısın. Yine gel. Haftasonu olsun ki oynamaya da vakit kalsın.

-Tamam ama sıra sende. Sen de bize geleceksin, anlaştık mı?

- Anlaştık.

Zeki de annesi de oyuna kalmamama şaşırmadılar. Bana hak verip uğurladılar.

Evimize doğru yola koyuldum.

***

Ekim 2012, Hac sezonu, Kurban Bayramından bir hafta öncesi... Hastane çıkışı her zaman takıldığım kafedeyim. Bu hikayeme son şeklini vermeye çalışırken düşünüyorum...

Başbakan RTE, bakanlar, parti sözcüleri meclisteki gurup toplantılarında, yurt dışı gezilerinde uçakta gazetecilere verdikleri röportajlarda, il-ilçe başkanlarıyla beş-yedi yıldızlı otellerdeki eğitim seminerlerinde,açılışlarda, kapanışlarda, olmayan muhalefete laf yetiştirirken, şehit cenazeleri hariç- hatta bazıları orada bile- aklıma gelen gelmeyen bulundukları her ortamda, buldukları her fırsatta “Türkiye’nin her konuda çağ atladığını, süper kalkındığımızı, bölgesel güç olduğumuzu, kişi başına düşen milli gelirin bilmem ne kadar arttığını” söylüyor, anlatıyorlar. Bolca da alkış alıp basının %90’ından takdir görüyorlar. Ekonomist değilim, devlet tecrübem yok. Aydın hiç değilim! Sıradan bir genel cerrahım. Aklım almaz, söyledikleri herhalde doğrudur deyip şaşırmıyorum!

Sonra... PKK tarafından şehit edilen gariban Anadolu delikanlılarının cenazeleri kaldırılırken dalgınlıkla basına yansıyan penceresi naylonla kaplı, çoğunun dış sıvası bile yapılamamış, ikinci el eşyalarla düzenlenmiş, en fazla 2+1 evleri, gecekonduları, sel sularının bastığı kapıcı dairelerini düşünüyorum. Eşimle dolaşırken dışından, davet edildiğimde bir çay içimi olsun içinden gördüğüm gariban hastalarımın evlerini hatırlıyorum. Bunları sosyal çevrem sebebiyle girdiğim evler ve kendi evimle, evimi de televizyon ve gazetelerde reklamlarını gördüğüm, benim bile 1+1 olanını almaya gücümün yetmeyeceği, her türlü konfora sahip süper lüks dairelerle kıyaslıyorum. Şaşırıyorum. Başbakan RTE’ın şehitlerimizin üzüntüsü üzerine uçurumun kazara görülüp halkımızın moralinin bozulmasını istemediği için şehit cenazelerine 3. sayfada dahi olsa yer veren basına kızmasına şaşırmıyorum!

Bir; takıldığım ve çevredeki kafelerde günlük 20-25 lira kazanarak okumaya çalışan üniversiteli gençlere, hastanemde aile bütçesine katkıda bulunabilmek veya geçindirebilmek adına asgari ücrete talim eden evli-bekar, kadın-erkek çalışanlara, taraftarlardan vazgeçtim vali ve kaymakamlar eliyle siyasilerin verdiği kömür, yiyecek paketi vb. sadakalara sorgulamadan şükreden insanımıza, bir de: televizyon dizilerinde gösterilen yalan hayatlara, gazetelerin magazin sayfalarındaki şahısların gerçek yaşantılarına bakıyorum. Başbakanın söyledikleri mi doğru yoksa gördüklerim mi diye sorguluyor, yine şaşırıyorum. “Her konuda olduğu gibi gelir dağılımındaki uçurumun artması konusunda da çağ atladık, başa güreşiyoruz” deniyor ve anlamıyorsam siyasetçilerden özür diliyorum!.. Değerli böyyükler cehaletime versinler, şaşırmasınlar.

Kastettiklerine bu konu da dahilse o zaman kıt kanaat biriktirdikleri parayla hacca gidebilmek için üç dört senedir bekleyen insanlarımız “Allah, bu sene de nasip etmedi” deyip tevekkül gösterirken özel kontenjanla VİP olarak hacca gidenlere de; benim gibi sıradan insanların yaşlı, inançlı büyükleri çadırlarda kavrulmamaya çalışarak, maddi durumu biraz daha iyi olanlar ekonomik seviyesine göre üç, dört, beş yıldızlı otellerde, çok çok iyi olanların Kabe manzaralı süper lüks, yedi yıldızlı otellerde tam bir huşu içinde! terlemeden, bunalmadan dini vecibelerini yerine getirmelerine de şaşırmayacağım. Liberalizm, küreselleşme gereği İslam’ın beş şartından biri diye öğretilen hac ibadetinin yapıldığı Kabe’de dahi az zengin, zengin, çok zengin, en çok zengin farkının dinimizde yeri olup olmadığına müslüman ülkenin kralı, uleması, ülkemin müslüman siyasetçileri, izin veren ve organize eden Diyanet, VİP müslüman zenginlerimiz dururken herhalde dinozor Sinan karar vermeyecek... Uygulamaya bakılırsa sorun yok!

- Dikkaaaattt! Şaşırılacak, şaşıırrr!

- Rahaaatt!

- Şimdi yazdıklarım için takdir de küfür de serbest! Demokrat biriyim, şaşırmayın. Nasıl olsa duymayacağım!..

***

Dokuz yaşında şaşırmakta haklıymışım. Bugün de o günkü gibi şaşırmayı o kadar çok isterdim ki! Hep istedim. Tarafımı 16 yaşında seçtim. Olmadı... Şaşkınım... Üzgünüm. Hikayemi okurken kafanız karışmasın, şaşırmayın. Beni, sizler olsun ŞAŞIRTMAYIN.

(PENCEREM kitabımdan alıntıdır)

30-01-2021/Op.Dr.SİNAN BEYHAN/BANDIRMA