Kırmızı Kazaklı Adam

KIRMIZI KAZAKLI ADAM

 

Birleşmiş Milletler, onu “Orman Kahramanı” olarak onurlandırdı; alternatif Nobel ve onlarca ödül sahibi olarak,

“Çok ödül aldım. Ama en büyük ödülüm: 2500 metre yükseklikteki bir dağda, bir çocuğun arkadaşlarına; ‘koşun, koşun erozyon dede gelmiş‘ demesidir,” diyordu.

**

Kırmızı kazaklı adam,

Türkiye Erozyonla Mücadele ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı’nın (TEMA) kurulmasına öncülük eden isimdir.

Hepimiz onu Toprak Dede olarak tanıdık, açık ve net konuşmaları ile sevdik.

97 yaşında dün aramızdan ayrıldı. Ülkemiz gerçek bir yurtseverini kaybetti. Yüreklerimize gömüyoruz.

Yaptıklarının korunmasına özen gösterecekler çoğunluk olsa bile yıllarca uğraşıp yetiştirdiklerini yok etmek isteyenler de var.

Bu gün, tam da bu nedenle:

Kendi sözleri ile yaşamını, duygu ve düşüncelerini anımsamak için Mine Şenocaklı’nın 2012 yılında Vatan gazetesinde yayınlanan söyleşisinden alıntılar paylaşmak istiyorum.

- En başından başlayalım mı konuşmaya, çocukluğunuzdan?

- Benim ninelerim, dedelerim Kırım’dan gelmişler. Benim doğumum 4 Nisan 1922, Bandırma... Yunan gelmiş, yakmış Bandırma’yı... İskelede, Haydar Çavuş Camii’ne toplamış erkekleri ve bombalayıp öldürmüş hepsini. Babam köye kaçarak kurtulmuş. Averof Zırhlısı bombardıman ederken Bandırma’yı ben 6 aylıkmışım... Anacığım beni çamaşır kazanının altına koymuş, öyle kurtarmış. “Yunan zalimi, Yunan yangını” diye diye büyüdüm ben... Ama bugün için örnek alacağımız bir şey var o günlerden... Yunan komutanı ezanı yasaklatmış. Osman Amcam 9 yaşında, Hafız-ı Kuran, sesi de çok güzel. Ahali, “Çocuğu çıkaralım, ezanı o okusun, ona dokunmazlar” demiş. Amcam ezanı okumuş. Yunan, amcamı minareden indirmiş, döve döve öldürmüş, caminin önüne bırakıp gitmiş. Bizimkiler gelmiş, çocuğun ölüsünü götürelim diye, bakmışlar nefes alıyor... Amcamın hayatı böyle kurtuldu. Ama ölünceye kadar da sakat kaldı. Şimdi bugünkülere soruyorum... Atatürk var ya Atatürk, tanıyor musun sen onu? Ona karşı gelenler var ya, onu hakir görenler... Kimmiş efendim Atatürk, Çanakkale’de zafer mi kazanmış, öyle bir şey yokmuş! Kurtuluş Savaşı mı yapmış? Yok canım, çetelerle savaşmış! Bunları diyenler var ya... İşte o olmasaydı bugün onlar şans eseri belki hayattaydı haberin olsun. Şans eseri! Şimdi gelelim benim çocukluğuma... 4 kardeştik. En büyükleri benim. 3,5 yaşımda kekeme oluyorum.

 

- Sebebi belli mi?

-Değil. Ama ağır bir kekeme. Onun için halkın arasına giremiyordum... Köylere giderdimhep. Ne yapılırsa, harman dövülür, buğday yıkanır, mısır kırılır, hep “Ben de, ben de!” derdim çocuklukta... Çünkü hiç olmazsa orada kendimi ispat edebiliyordum. “Kekemeyim ama ben yaparım” diyordum. Mesela derede buğday yıkanacak değil mi? Yere bir hasır üzerine beyaz örtü serilir... Seledeki buğday, bir su, iki su, üç su yıkanır, tertemiz olur. Sonra onu kurusun diye örtünün üzerine döker, yayarlar. Birinin onu beklemesi lazım, çünkü kuşlar var, tavuklar var. “Ben, ben, ben bekleyeceğim!” derim. Evladım nasıl bekleyeceksin? Beklerim. 5 saat, 6 saat otururum, buğday kurur, toplanır, ondan sonra kalkarım... Hırs işte... Yani o kekemelik bu hayattaki başarıyı vermiş gibi geliyor bana.

- Peki ya okulda zor olmadı mı bu kekemelik?

- Olmaz mı? İlkokula başladım. Gene kekemeyim. Bu yüzden beni oyuna almıyorlar. “Keke, keke!” diye alay ediyorlar. Ama mahallede kabul etmişler, oyunları beraber oynuyoruz. Saklambaç oynuyoruz, birdirbir oynuyoruz, orada konuşmaya ihtiyaç yok. Konuşma olunca fena! Bu yüzden ben başladım okulda kızların saçını çekmeye... Çünkü kendimi ispat etmek zorundayım. Çekiyorum saçlarını kızların, canlarını yakıyorum. Sonunda kızlar beni, o vakit biz muallime diyorduk, öğretmene şikâyet etmişler. İşte o Zehra öğretmen benim hayatımı değiştiren insandır. “Hayrettin gel evladım bakayım” dedi, gittim. “Uzat ellerini” dedi, uzattım... “Eyvah! Cetvelle dövecek beni” dedim. Ama o “Aaa arkadaşlar, bu ellere bakın ne kadar güzel. Yaramazlık yapabilir mi?” dedi. Bir daha yaramazlık yapamadım. Çünkü beni himayesine almış birine karşı gelemezdim. - Kaç yaşındasınız o zaman? - 8-9 yaşlarında... Latin harflerinin ilk senesi, 1929... Zehra Öğretmen tahtaya yazıyor: Ali topu tut. Sonra “Söyle bakayım Mustafa” diyor, o bilemiyor. “Sen söyle Zeynep” diyor, o biliyor. Onu siliyor, başka bir şey yazıyor. Yine sırayla herkese soruyor. Bana sıra geliyor, ben de kekemeyim, ne yapıyor biliyor musun? Evvela tahtaya çağırmadığı üç çocuğu çağırıyor. Sonra “Hayrettin sen de gel” diyor. 4 kişi oluyoruz. Hep böyle ama bu bir kere değil. Benden önce bir öğrenciye “Top yaz” diyor, o yazıyor. Bana “Kitap yaz” diyor, yazıyorum. Kekemeyim diye çocuklar arasında beni böyle koruyor... Tahtaya yazdığını okutmuyor, yazdırıyor. Sonra beni oyunlara almıyor ya çocuklar, büyük teneffüste iniyor bizimle beraber bahçeye, “Haydi çocuklar gelin birdirbir oynayalım” diyor. Beni de koyuyor araya...

- Peki, nasıl geçti bu kekemelik?

- Bir gün bir baktım, ben şarkı söylüyorum ama kekelemiyorum. İlkokulun son sınıfındaydım, bunu öğrendiğimde... A-a-a-ahmet demiyorum, Ahhmet diyorum, tamam bitti. Ben kekeme değilim. Şarkı söyler gibi ilk heceleri uzata uzata konuşmaya başladım böyle. O bana güven verdi. Başladım, “Muallime Hanım ben de söyleyebilir miyim?” demeye... Böyle böyle kurtuldum kekemelikten. Dönelim yine çocukluğa... Biz 4 kardeşiz dedim ya, en küçüğümüz daha doğmamış. Ben 5,5-6 yaşındayım. Benden sonra iki küçük daha var. Anacığım sabahleyin bizi doyurur, bana “Haydi evladım ayağımın altında dolaşma, git oyna” der. Ama ayakkabı giydirmez. Neden biliyor musun? Mahalledekiçocukların hepsinin ayakkabısı yok, onun için...

- Ne büyüklük...

- Kültür bu işte... Zengin olmak bu işte... Bayramda bile eğer mahalle çocuklarına da alındıysa giyerdim ama akşamı zor bulurdum. Çünkü ayakkabılar ısırırdı ayaklarımı. Nasır bağlamış altları, dolu... Ben daha sabaha kadar anlatırım bu kültürü sana...

- Anlatın, dinlerim...

- Ninem, imalathane deniyordu o vakit, fabrikada çalışıyor. Çünkü kadınlar, kızlar ninem için geliyor. Her gün evde iki kazan yemek pişiriyor anacığım, öğlene doğru 4 çırak geliyor. Alıyorlar kazanları, fabrikaya götürüyorlar. Fabrikada yemekhane diye bir yer yok. Makinelerin arasına hasırlar seriliyor. Kora diyoruz, 30 santim yüksekliğinde sofralar bunlar. Üzerine bir örtü, ortaya çanaklar... Kepçe kepçe çanağa dolduruluyor yemekler. Herkes kaşığını evden getiriyor, tahta kaşık... Babam yazıhanede otururken, “Bana da bir tabağa koyup getirin” demiyor! Bakıyor, o gün nerede boş yer varsa oraya gidip oturuyor. Patron olmuş ama bir üstünlüğü yok! Her bayram önce bu 60-70 çalışanı ve çocuklarını giydiriyor... Bu bir kültür değil mi? İşte ben bunu gördüm, yaşadım.

- Ne güzel şeyler anlatıyorsunuz...

- Annem beni çağırır, “Avucunu aç Hayrettin” der. İki avucumu açarım, yan yana bitiştiririm. Üzerine bir havlu koyar, onun üzerine de sıcak bir kapta yemek. Biz ‘kuşhane’ derdik o kaba. Kulplu, üzerinde kapağı var. Bilirim komşu anneye gidecek o. Komşu annenin evi ile aramızda bir çayırlık var. Komşu annenin odununu kim alır, gazını kim alır kimse bilmez. İşte kültür bu... Ben o kuşhaneyi komşu anneye götüreceğim değil mi? Annem bana “Al bunu Hayrettin komşu anneye götür” demez. Ne der biliyor musun? Kulağıma fısıldar gibi, “Komşu anneye götür” der. “Duydun mu?” diye sorar. “Duydum, duydum” derim ben de onun gibi fısıldar gibi bir sesle...

- Çok şükür ki benim annem babam da böyle. Ama bakıyorum da çoğumuz o kadar uzaklaştık ki bu kültürden...

- İşte bu kültür yaşatacak bu dünyayı... Sonra annem “Git kuşhaneyi al” der bana... Giderim, kapıda kilit yok öyle, girerim içeri, “Aaa sen mi geldin evladım?” der komşu anne, gider kuşhaneyi getirir. Kapağını açar, içinde bir tane yumurta var. “Söyle annene sana yedirsin, taze, folluktan aldım” der.

- Boş göndermez yani...

- Tabii... Gidersin bazen iki tane koca erik olur. “İkisini de yeme. Biri kardeşinin, biri senin” der. “İyi de komşu anne, bütün evlerde kümes var, bizde de yumurta var” demem. Çünkü o kap boş gönderilmez, bilirim. Akşam olur yer sofrası kurulur, otururuz. Annem babama der ki, “Halil, senin oğlun bugün ne yaptı biliyor musun?” Ne yaptı? “Komşu anneye kuşhane götürdü.” Babam, “Paşa oğlum, aslan oğlum gel” der, alır dizine oturtur beni. Saçlarımı okşar, “Aferin oğluma” der, göklere çıkarır beni. İşte kültür bu, zenginlik bu, dünyayı kurtaracak olan da bu.

-Bildiğim kadarıyla siz de çalışıyordunuz çocukluğunuzda?

-Tabii... İlkokuldan evvel, daha 6,5 yaşındayım... Kendimi ispat etmek istiyorum, kekemeyim ya... Her sabah babamla fabrikaya gidiyorum. Akşamdan “Sabah beni de kaldırın” diye söz alıyorum. Kaldırmazlarsa ağlıyorum... Fabrikada çorap ve triko yapılıyor. Bizim kuruluşumuz 1917... 60-70 kişi çalışıyor, bayağı büyük bir fabrika. İplik sarıyorlar, çileden makaraya, elle... “Ben saracağım, ben saracağım!” diyorum. Ben çalışıyorum, iplik sarıyorum ve bütün işçiler benimkini tercih ediyor. O kadar güzel sarıyorum. Acele etmiyorum. Günde bir paket sarabiliyorum. Küçüğüm, beni sandığın üzerine çıkarıyorlar, erişemiyorum makaraya çünkü... Sabah işçilerle beraber geliyorum, akşam yine onlarla birlikte dönüyorum. O zamanlar sabah namazıyla açılıyor fabrikalar, akşam ezanıyla kapanıyor. Ezan okundu mu bil ki dükkanlar açılmaya başlar. Evvela esnaf camiye gider, namazını kılar, sonra gelir dükkanını açar... Akşam ezanı oldu mu da, dükkanlar kapanır...

- Çalıştığınız zaman babanız harçlık veriyor muydu?

-Tabii... Harçlık değil, 12,5 kuruş haftalık alıyordum ve sıraya giriyordum işçilerle... Çünkü onlarla birlikte her gün çalışıyordum. Perşembe günü ikindi ezanıyla paydos... Cuma günü tatil. Haftalık 12,5 kuruşu alıyorum doğru dondurmacı Emin Efendi’ye... Artık ne kadar yiyebilirsem... Eskiden çocuklara “Dondurma alırsın” diye harçlık verilirdi ya hani, ben o haftalığın hepsiyle dondurma yiyordum. Hâlâ getir bir kilo dondurmayı yerim. Öyle severim. Ninem bunun farkına varmış. Benim elimden haftalığımı aldı ve içinden her gün bana 40 para vermeye başladı. Bir külah dondurma yiyordum o kadar. Ama artık çok yemiyorum, bıraktım dondurmayı.

- Neden?

- İçine fruktoz katıyorlar, zararlı, ondan. Sigarayı da bıraktım.

- Kaç yıl içtiniz peki?

Sonra nasıl bıraktınız?

-Birinci eşim ben askerdeyken öldü. Ondan sonra sigaraya başladım. Öyle büyük bir aşktı ki bizimkisi, o gittikten sonra ben de yaşamadım... Askerde halimi gören arkadaşlarım, “Yak bir cigara, yak bir cigara” diye diye ben de sigaraya başladım. Keşke sigarayla unutulabilse... Ancak yıllar yıllar sonra bırakabildim. Kolay olmadı. Biliyorsun, iki oğlumu da kaybettim sonra... Çok acıydı. Hiç kolay olmadı.

- Neden öldü eşiniz?

- Onunla 5 sene yaşadık beraber. Ama o başka bir aşktı... Onu sana anlatayım... Aşk nedir? Tadı bende var onun...

-Rahmetli Prof. Ünsal Oskay bir söyleşimizde, “Allah aklı olan kimseyi aşktan mahrum bırakmasın” demişti. Ne güzel anlatmış aşkı değil mi?

Siz de onun gibi büyük bir aşk yaşamışsınız demek ki... -Çok sevdiğim bir kişiyi kaybettim ben. Bizimki aşk değildi başka bir şeydi o... Ben  köylere gidiyorum yazları. En çok da Manyas’a... Manyas nahiye o vakitler. Belediye başkanı Haşim Hoca babamın çok yakın dostu... Onlara misafir oluyorum. Orada da ne işler yapılıyorsa hepsini ben de yapıyorum... 13 yaşındayım. Haşim Hoca’nın evinin hemen arkasında, bir bağ var... Pazara götürmek için üzüm toplanıyor... “Ben de, ben de!” diyorum yine. Benden iyi olmasın kimse. En güzelini ben yapacağım. Alırım, en alta asma yapraklarını dizerim. Üzerine önce uzun üzümleri dizerim, salkımları kafa kafaya getiririm, sonra bir sıra daha yaparım üzerine. 8-10 sıra sonra sele dolar. Bitiririm... Sepetler toplanır, her bir sele şöyle bir sallanır, benimkisi hiç aşağıya inmez. Niye? En güzelini ben dizerim. “Kekeme Hayrettin... En güzelini o yapar!” Öyle derler. - İlk aşkınızla orada mı tanıştınız... -Anlatacağım, dur... Ben doldurdum bir küfeyi. İşimi bitirdim. Ağır ağır bağdan, eve doğru yürümeye başladım. Önümde de bir kız çocuğu. Aramızda 7-8 metre var. Bir an döndü şöyle bir baktı bana, ben de ona baktım. Yemyeşil gözler... Aşık oldum. O an... Başka hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey... 13 yaşında bir çocuğum ya... Meğerse o da bana aşık olmuş. Haşim Hoca’nın evinden onların evi gözüküyor. Sürekli pencereden ona bakıyorum, o da bana bakıyormuş, bilmiyorum... Pencereye çıktığını görüyorum, ben de pencereye çıkınca kapatıyor perdeyi... Sürekli o yeşil gözleri düşünüyorum. “Yeşil gözlerini ufkuma ger ki, bahar geldi diye şarkı söyleyim... Sarı saçlarını yüzüme ser ki koklayıp öperek yaz vakti değil diyeyim... Turnalar uçun, yayladan geçin, yarimi seçin turnalar...” diye şarkı söylüyorum...

- 13 yaşınızda Saadettin Kaynak’tan şarkı söylüyorsunuz...

- Yok. 14, 15 yaşıma gelmiştim artık. İlk 13 yaşımda görmüştüm, bu şarkılar sonraki yazlar... Her yaz Haşim Hoca’nın evine misafir oluyorum. Bir hafta, 15 gün...

- Birbirinizi seviyorsunuz...

- Evet. Ama sesini işitmemişim, ismini de bilmiyorum. Ama Haşim Hoca’nın kızı Nefise Ablamız var, bizden 10 yaş kadar büyük. O işin farkındaymış. Bir gün mısır kıracağız. Mısırlar toplanır, İMECE usulü hep beraber kırılır, çuvallara doldurulur. Ben de oturuyorum mısır kırmaya. Ne dedi bana biliyor musun? “Türkan’ı çağırayım mı?” dedi. Adı Türkan’mış! Yeni öğrendim, yüreğim deli gibi çarpıyor... “Evet” diyemedim, “Hayır” da diyemedim. Neden sonra, “Peki, peki” dedim, başım önümde. Gitmiş Türkan’ı çağırmış. Ben oturdum, karşımda bir yer bırakmış ona Nefise Abla... Türkan geldi karşıma oturdu. Ben bakıyorum, o kafayı indiriyor. O bakıyor, ben kafayı indiriyorum. Böyle işte. Aşk bu. O kadar büyük bir aşktı ki, o kadar seviştik ki onunla... Yanlış anlama, hiç konuşmuyoruz, hiç dokunmuyoruz birbirimize ama biz sevişiyoruz. Yıllar böyle geçti. Sonra ben geldim, 19 yaşıma. Bandırma’daki işin başına geçtim. Duyuyorum ki babam beni evlendirmek istiyormuş. Bana söylemiyor... “Hayrettin’i evlendirelim” diyor nineme... Bana kız getiriyorlar, gösteriyorlar. Beğenemiyorum. Çok güzel kızlar var. Mesela manifaturacı İsmail Hakkı’nın bir kızı var ki, kara gözlü kara kaşlı, vay vay vay, o kadar güzel... Onu beğenmiyorum, bunu beğenmiyorum, anlayamıyorlar... En nihayet gittim Nefise Abla’ya. Onlar da o zaman Manyas’tan Bandırma’ya gelmişlerdi. Haşim Hoca bizim mağazada çalışıyordu. “Nefise Abla babam beni evlendiriyor, kurtulamıyorum. Türkan’dan başkasıyla evlenmem ben” dedim. “Babam buna bir çare bulur” dedi. Türkan’ın babası doktordu, sıtmayla mücadele veriyordu. Manyas’talar diye biliyoruz. Ama Haşim Hoca sorup soruşturuyor, yok Manyas’ta değiller. O vakitler, İkinci Cihan Harbi... Askerler Şile’de bir karargâh kurmuşlar. Türkan’ın babası da orada görevde... Tabii çoluğunu çocuğunu da yanında götürmüş. Haşim Hoca soruyor öğreniyor. Bana da söylüyor. “Eğer istersen ben gider bulurum” diyor. “Ben de olur” diyorum, kafam önümde. Sonra “Tamam ben kızı istemeye gideceğim. Ama sen bir şey yaz ver bana” diyor. İsminin Türkan olduğunu öğrendim ya, “Türkan seninle evlenmek istiyorum” diye yazdım. - O kadar mı? -O kadar. Haşim Hoca gitti Şile’ye, dört gün kaldı. Türkan’ın babasına açmış durumu, o demiş ki eğer o delikanlıya sen kefilsen benim için sorun değil, ama Türkan’a sorun. - Ne güzel... -Türkan’a sormuş Haşim Amca. Kağıdı da vermiş. Türkan hiçbir şey söylemiyor, söyleyemiyor. O kültür böyle bir kültür işte. Ama bakıyor ki çaresi yok, Haşim Hoca evden ayrılırken bir kenarda “Ben Hayrettin’e varırım” diyor. Sonra onu alıp Bandırma’ya geliyorlar, bana göstermiyorlar. Evde nikah kıyılıyor. Soruyorlar, ben “Evet” diyorum. Türkan da kısık sesle “Evet” diyor. Onun sesini ilk defa orada işittim. Bu kadarcık bir ses. Sonra biz kaldık baş başa... Ne yapacağım ben şimdi? İşte aşk bu. Daha sesini tam işitmemişim. Oturuyoruz yan yana. Ne konuşacağız? “Türkan ben seni çok sevdim” dedim. “Ben de” dedi. Sesini ilk defa orada net işittim. Evlendik öyle işittim. Düşünebiliyor musun, sesini bilmiyorum. Olağanüstü güzeldi. Öyle bir gözleri vardı ki... Çocukken bakınca vuruldum ben ona.

- Sonra...

-Sonrasını sorma...

-Ne oldu da onu kaybettiniz? -Evlendikten sonra biz İstanbul’a geldik. Ama babam bizi Uşak’a gönderdi. Çünkü Uşak’ta bir fabrika kiralamıştı, bize çalışsın diye... Ama iş gecikmesin diye başında durmak lazım. Çünkü askeriyeye iş yapıyoruz. Onun için gecikmemek lazım. Askeriyeye iş yapmamız da nasıl? Babam ihalelere girmiyor. Ama çorabın, trikonun en iyisini yaptığı için paşa babamı çağırıyor. “Bu işi sen alacaksın, bu işletmeye gireceksin” diyor. Ama iplik yok. “İplik bul paşam bedava yapayım” diyor babam. “Hayır ipliği de sen yapacaksın” diyor paşa. İşte onun için babam iplik fabrikası kiraladı. Biz Türkan’la yeni evliyiz, gittik Uşak’a... Ekmek yok, çünkü karne yok. Bizim karnemiz var ama İstanbul için var. Uşak’ta geçerli değil. Ekmeğimiz yok.

- İkinci Dünya Savaşı zamanı tabii...

-Öyle...

Yeni karneyi çıkartana kadar bir ay zaman geçti. Bir ay kestane yedik, patates yedik... Ne bulursak artık... Fırına gidiyoruz, dörtte bir ekmek veriyorlar. O günleri

bilmezsiniz siz. Yok, hiçbir şey yok. Oğlumuz da doğdu... Rahmetli anneannemin nüfus kağıdında damgalar vardı... Annem bebek daha... Sümerbank’tan patiska bez verildi diye... Ekmek karnesi verildi diye damgalar... İşte o günler böyleydi. Ama siz o günleri bilemezsiniz. Yaşamak lazım o günleri. Tuz yok ya... Var ama hepsi askeriyeye gidiyor. Ya savaş çıkarsa diye... Sonra Türkan verem oldu... Yaşadığı süre içinde toplumda çok güzel bir yer aldı. Onun olduğu bir yerde kimsenin aleyhine bir şey konuşamazsın. Biri böyle başlattı mı konuşmayı hemen bir şey uydurur, kapattırırdı konuyu. Onun olduğu yerde güleceksin, oynayacaksın, iyilikten, güzellikten konuşacaksın... Güzelliğinin yanında bir de bu ahlâklı huyu vardı. Son derece sosyal bir varlıktı. Ve ben onu kaybettim. Yokluktan, veremden... Ben, İstanbul’da 4 aylık askerdim öldüğünde... Sene 1946’dıydı...

Burada bitirelim... Başka şeyler konuşalım...

Birlikte Karaca Arboretum’u (Ağaç Müzesi) gezmeye başlıyoruz... Her bir ağacın önünde durup hikâyesini anlatıyor Hayrettin Karaca...

-Bak, bu buraya ilk diktiğim ağaç 32 yaşında. Adı Yalancı Sekonya... Ben buradaki 15 bin bitkinin Latince ve Türkçe isimlerini biliyordum, şimdi unutuyorum. Bak, bu ağacın anası Çinli. Bunu minnacık bir fideyken getirdim. Bu topraklar o kadar verimli ki, bak nasıl büyümüş. Bu ağaç, 100 yaşına geldiğinde gövdesi o kadar genişleyecek ki, içini oyup yol yapabilirsin... Şimdi 32 yaşında ve bu kadar geniş... (Ağaçla konuşuyor) Haydi bakalım kızım, maşallah sana. Büyü, büyü...

- Ne hissediyorsunuz bu ağaçlara baktığınızda? İnsanlar sırf çiçeği bitti, biraz kurudu diye, canlı canlı çöpe atıyorlar ağaçları, çiçekleri. Gördüğümü alıp eve getiriyorum... Çoğu birkaç gün içinde canlanıp yeşeriyor. Yeniden çiçek açıyor... Öyle bir tüketim toplumu olduk ki, çiçeğin, ağacın canlı olduğunu düşünemiyoruz... Atıp yenisini alıyoruz hemen... -Evet. Onların da canlı olduğunu ve bir gün öleceğini düşünemiyoruz... Bak ben 120 binden fazla çeşit ağaç büyüttüm burada ve dağıttım Türkiye’ye...

- Gez gez bitmiyor burası... Tümüyle gezmek istesek kaç saat sürer?

-Bir saatlik gezi var, beş saatlik gezi var. Ama hakkıyla bir günde gezebilirsin. Bak, burası halkın malı, sahip çıkın... Bir daha böyle bir yer olmaz. Mümkün değil. Bu toprakları babam biz çocuklarına miras bırakmıştı. O zaman 27 dönümdü... Sonra biz kardeşlerimle genişlettik. 65 dönüm oldu. Şimdi 135 dönüm... Önce meyve bahçesiydi burası. Elma, armut dikiyorduk... Onları toplayıp satıyorduk. Sonra ben Türkiye’nin hızla kaybolan florasını buraya getirmenin daha doğru olacağını düşündüm. Başladım Türkiye’yi gezmeye... Bir tohum için 3 kere Erzurum’a gittiğimi biliyorum... Orman Fakültesi’nin hocalarıyla tanıştım, onlarla çalışmaya başladım... Çok değerli hocalardan, çok değerli bilgiler aldım, Türkiye florasının ne kadar değerli olduğunu öğrendim. Bu beni Türkiye florasını korumaya memur etti. Sonra TEMA’yı kurdum... Bak sana ne anlatacağım... Bir gün Maraş’ın dağlarına gitmişiz, bir ağaç aramaya... Saatlerce gitmişiz, geri dönüyoruz. Bir çoban önümüzü kesti, “İlla sizi misafir edeyim” diye... Akşam olmuş, şehirden çok  uzaktayız... Arkadaşlar istemedi, “Ben kalırım” dedim. Yatmadığım ağaç altı kalmamıştı ki Anadolu’da... O gece o çoban çadırına misafir oldum. Çoban, karısı, çocukları, ben, çayı, ekmeği bölüştük... Aynı çadırda yattık uyuduk. İşte kültür bu. Sayıyor, güveniyor bana... Sabah kalktım, büyük abdestim var... Çoban da kalktı... Gideceğim, hacetimi göreceğim... Baktım, çadırın kenarında güğüm güğüm su var... “Birini alabilir miyim?” dedim. “Ne yapacaksın?” dedi. “İhtiyacım var” dedim. Üsteledi, “Ne ihtiyacın var?” dedi... “Taharetleneceğim” dedim. Hiç unutmam, “Beyim boklu dona bir şey olmaz, çek donunu yürü!” dedi. Çünkü o su nereden geliyor biliyor musun? 5 saatlik yoldan geliyor, ip gibi akıyor o su... Eskiden çağıl çağıl akarmış, artık azalmış... Hayvanlara verecek o suyu... O su çok kıymetli. İşte ben bunları yaşadım, öğrendim, anladım, başkalarına da anlattım, paylaştım... Ve TEMA’da bunları hayata geçirmeye çalıştım.

- Peki onlar suyun kıymetini biliyor, biz biliyor muyuz?

-Onlara da geleceğiz. Ama sonra... Bak, burada öyle bir emek var ki, tüm Türkiye florası burada temsil ediliyor şimdi. Ben gidiyorum, bakıyorum bir çiçek... Çirkin olur güzel olur ama o bir türdür, bir gendir, alıp gelmek istiyorum buraya. Fakat çiçek halindeyken söküp alsam yaşayıp yaşamayacağını bilemiyorum... Onu bırakıyorum, geliyorum, sonra bir daha gidiyorum... Bakıyorum kurumuş, tohumu da kalmamış üzerinde... Bir daha gidiyorum. Nihayet tohumunu alıp getiriyorum... Ama bazen yaşatamıyorum. 15 bin bitki vardı burada, şimdi 12 bine indi. Sera yapmadım çünkü... Doğal olsun istedim... Bir kısmı öldü ama ölmeden önce onları Türkiye’ye dağıttım. Türkiye’de varlar şimdi. Karadeniz’in gezmediğim vadisi yok... Ta suyun çıktığı yerlerin sonuna kadar... Orada öyle bir endemikler var ki, onlar HES’lerle kaybolup gidiyor şimdi. Türkiye’de 3 bin 500 tür endemik bitki var.

- Yani yalnız orada yetişen, oraya mahsus olan...

-Evet. Dünyada bir tek orada var, başka yerde yok. Ben işe başladıktan sonra 900’den 3500’e çıktı bu endemikler.

Tüm Avrupa’da sadece 3 bin 300 endemik var. Avrupa, Anadolu’nun 15 misli alana sahip...

Bak ne kadar çok endemik var, düşün...

İşte şimdi bizim yapacağımız şey, bizim kurtuluşumuz Türkiye’nin doğal bitki örtüsünü, endemiklerini korumak, kurtarmak...

Başka çaremiz yok. Aksi halde dünya çölleşiyor, Türkiye de çölleşecek, ölecek, bitecek... Ağaç, çalı, meyve, çiçek, ot, neyse o canlı kendine göre yaşamak için koşullara ihtiyacı var. Korunacak ki dünyada hayatını sürdürsün.

İşte biz TEMA’da onları korumak için uğraşıyoruz. Biz TEMA Vakfı’nda çok başarılı olduk. 180’den fazla bilim adamı bize gönüllü olarak hizmet ediyor. Bu büyük bir şans. Bugün TEMA’nın üyeleri 450 bini geçti. Ama 1 milyona razı değiliz. 10 milyon olmamız lazım. Olacağız. TEMA Vakfı’nı Nihat Gökyiğit’le kurduk. Ama halk olmasaydı bunu yapabilir miydik, hayır. Bu bir halk hareketidir. Benim bir değerim var ama ben yalnız olsaydım, halk olmasaydı arkamda başarılı olamazdım.

Bugün dünyaya hakim olan kim? Global şirketler. Ne yapıyorlar peki bunlar? Kendine hayat veren doğal ekosistemi kullanıyorlar. Havayı kullanıyorlar, suyu kullanıyorlar, kullanıyorlar, kullanıyorlar...

Ozon deliniyor, iklimler değişiyor, buzullar eriyor, topraklar çölleşiyor...

Ama kimin umurunda! O büyümek zorunda. Üretmek zorunda. Sen de tüketmek zorundasın. Her ne pahasına olursa olsun. Duramaz. 1990’ların ortasında 42 şirketin geliri 48 ülkenin gelirine eşitti. Şimdi ne kadar biliyor musun? 3 ABD’li şirketin geliri 80 ülkenin gelirine eşit oldu. Dolayısıyla bizimkiler de ne diyor? Büyüyeceğiz diyor. Hiç suya, havaya, toprağa, insana nasıl zarar vereceğimizi düşünmeden... Bak, Tarım Bakanı biz GDO’yu almayız dedi. Bir ay sonra ülkeye 25 tane GDO’lu ürün geldi. GDO’lu tohum olursa Amerika seni gebertir, kendine mahkum eder. Benim toprağım benim için bitecek. O kadar... Ağaca, köklerine, dallarına, bak ve haydi gel de Allah’ın varlığını inkar et! Bak, bir ağaç köküyle topraktan suyu alıyor, 110 metre yükseğe kadar çıkarabiliyor. Nasıl oluyor bu? Gel de sen çıkar bakalım! 110 metre değil, 1 metre çıkar. O ağacın suya ihtiyacı var. Onu kökleriyle topraktan alıyor, dallarına, yapraklarına adilce, kardeşçe dağıtıyor. Peki ama nasıl? İngiltere’de bir bahçede birbirinden farklı tam bin 144 çeşit elma var... O elmaların kimisi ekşi, kimisi tatlı, kimisi çok tatlı, kimisinin rengi sarı, kimisi kırmızı, kimisi alacalı... Kimisinin şekli domates gibi, kimisi sivri, kimisi basık... Peki elma ağacı baharda çiçek açmaya başlıyor. Döllenecek. Arı geliyor onu döllüyor. Peki ama bir elmanın çiçeği beyaz, öteki elmanın çiçeği pembe... Kim bunlara karar veriyor da, arı topraktan kırmızı elementi alıp o çiçeğe götürüyor? Sonra ilkbahar mı, sonbahar mı ağacın kökü buna hakim. Gözümüzle görmediğimiz bir kökün ucunda bu bilgiler saklı. Hadi gel de Allah’ın varlığını inkar et! Benim doğayla ilişkimi buralara getiren en önemli faktör budur! Doğada insanlar, bitkiler ve hayvanlar bir arada yaşıyor. Bu dünyayı onlarla paylaşıyoruz. Kuşlarla, böceklerle, ağaçlarla, otlarla... Benim ortağım onlar... Aslında biz onlara bağımlıyız. Dünyadan insanı alın, hiçbir şey değişmez, hatta güllük gülistanlık olur her şey. Doğa sağlıklı olmazsa insan yaşayamaz, yok olur. Ama katlediliyor hırs uğruna... Daha fazla kâr için, daha fazla üretmek için, acımasızca tüketiyoruz dünyayı...

Tek bir yolu var bu hazin sona gidişi önlemenin, ihtiyacımız kadar tüketmek. Yaşamak için yaşatmaktan başka bir yolumuz yok!

**

Biraz uzun oldu, biliyorum. Buraya kadar okumuş olmanız da çok sevindirici,

Adalet, Vicdan, Ahlak, Namus, Akıl, Kanaatkârlık gibi ilkelere sıkı sıkı sarılan dostlar, toplumun büyük bir bölümünü ‘avanak’ yerine koyanlara bu söyleşilerden bahsedin olur mu?

23-01-2020/SÜHA ORAL BANDIRMA