Dil Bilmek!

DİL BİLMEK 
Gençliğimizde bir başka dili kullanmanın önemini bilmiyorduk. Çünkü gerektiğini hiç görmemiştik. Gördüğümüz tek turist, büyük şehirlerde hırpani kıyafetli, pis kokulu hippiler olurdu. Giysileri garip, davranışları itici. Uyuşturucu bağımlısı, sırtlarında minik çanta veya gitar saçları pislikten yapağılaşmış adamlar. Duvar diplerinde, parklarda banklara uzanıp uyuduklarını görünce ürkerdik. Sokak serserisi sandığımız bu adamların bir çoğu bilgeymiş meğer! Yaşam felsefeleri varmış. Giyime önem vermeden, az yiyip az içerek dünyayı dolaşır; insanları, bölgeleri, çeşitli kültürleri bu yolla öğrenirlermiş. Biz onlarla konuşup anlayıp dinlemeye ihtiyaç duymadık. Geldikleri gibi gittiler. Azala azala nesilleri tükendi sanki. Belki de buralara gelmez oldular.
Derken Almanya kapıları açıldı. Yüzlerce işçimiz zengin olmak ümidiyle yurt dışına gitti. Kimi gerçekten zengin oldu, yakınlarını ihya etti. Kimi yurdunu yuvasını unuttu. Aileler dağıldı. Başında tüylü fötr şapka,elinde transistörlü radyo, boynunda bir parmak kalınlığında zincire takılmış at nalı kadar madalyon, avrupa görmenin verdiği gururla hava atan kardeşlerimize çoğumuz özenerek baktık. Hediye getirilen bulaşık süngeri, çakmak, tek marka tek renk rujlar, sarkıtma çaylara bayıldık... Kocaman teneke kutularda gelen kremleri herbir yerimize sürdük. Kız çocuklara yürüyen, konuşan bebekler, erkek çocuklara uzaktan kumandalı arabalar geldi dolapların üzerine süs oldu. Bir tek kelime almanca bilmeden yıllarca gidip geldi insanlarımız. Orada itildiler, birçok mekana alınmadılar, evleri yakılanlar, fabrikalarda saldırıya uğrayanlar oldu. Bu sorunlar devletler arası hukuk aracılığıyla çözüldü. Almanya' dan davullu zurnalı gelinler aldık. Zamanla kültürler kaynaştı, orada büyüyen çocuklar burada uyum sıkıntısı yaşadılar. Dil öğrenmeye başlayan gençlik daha bir avrupalı oldu. Bazı insanlarımız ise kendi kültürümüzü kaybetme korkusuyla geleneklerimize daha bir sıkı tutundu. Orada toplumdan izole yaşadı, buradaki değişimi de kaçırdı. İnsanlarımız sonunda iletişim için dil bilmenin önemini kavradı. Önce fransızca, almanca, sonra; daha çok ülkede bilinen, konuşulan ingilizce önemli oldu. Veliler çocuklarını ingilizce eğitim veren okullara göndermeyi tercih ettiler. Artık her bilinçli ailenin çocuğu ingilizce öğreniyor. 1967 de turist olarak gittiğim Almanya Münih hava alanında gördüğüm tipik türk ailelesi beni çok üzmüştü. Önde pala bıyıklı aile reisi. Arkasında kapitone sabahlığı manto yerine giymiş; boynunda sıra sıra altın kolunda şıkır şıkır bileziklerle salınan kadın ve en büyüğü on yaşlarında dört çocuk. Her biri kendisine birkaç beden büyük kürklü gocuğun içine gömülmüş... Artık bunları görmek mümkün değilse de; otuz yıldır tek bir kelime almanca öğrenmeden yaşayan kardeşlerimiz var. Daha sonraki yıllarda değişik ülkelere gitme şansım oldu.Her defasında dil bilmemenin sıkıntısını ve üzüntüsünü yaşadım. Son kez Londra'ya torunumun doğumu için gittiğimde bu üzüntüm katlandı. Orada bebek sahibi olan olan aile, çocuğunu hastaneden çıkarmak için bebek araba koltuğu ile hastaneye gitmek zorunda. Bizim gibi çocuğu kucağına alıp hastaneden çıkış yapamıyorsun. Arabada kucağa çocuk almak yasak. Torunumu hastaneden çıkartırken oğlum, gelimin yanında çıkış işlemlerini yapıyordu. Gelinimin teyzesi aniden hastalanınca koltuğu alıp hastaneye gitmek bana düştü. Taksiye, gideceğim hastanenin adresini verdi. Ben de bebek koltuğunu alıp hastaneye gittim. Oğlum gelinim kapıya inecekler gittiğim taksiyle eve döneceğiz diye biliyorum. Hastaneye gelince ben eşyalarımı arabada bırakıp indim. Taksi beni kapıda bekleyecek sanıyorum. Şoför arkamdan bağırarak birşeyler söyledi ama nasıl olsa anlamıyorum. En iyisi zaman kaybetmiyeyim diye fırladım gittim. Meğer indiğim nokta özel otolar içinmiş. Ticari araç bekleyemezmiş. Ayrıca dönmek için başka taksi çağıracakmışız. Benim eşyalarım arabada olduğu için şoför oradan ayılamayıp uyarılara rağmen beklemek zorunda kalmış. Kurallar ülkesi İngiltere için bu büyük olay. Bu arada hastane kapısında bulmayı umduğum oğlum gelinim yok ortada. Kalabalığa karışıp binaya girdim. Telefonum yurt dışında çalışmıyor. O anda ne oldu açıklayamıyorum. Bir kelime ingilizce bilmeyen ben sular seller gibi ingilizce konuşmaya başladım! Tabii işaret dili desteğiyle. Önüme gelene soruyorum ne yapmam , nereye gitmem gerektiğini. My son....in this hospıtal beybi. Room no ( parmakla havaya yazıyorum) 16. I go where... Demek istediğim( benim oğlumun bu hastanede bebeği oldu. Oda numarası 16. Nereye gideyim? )Görevliler ne dediğimi anlamıyorlar. Çoğu hindistanli pakistanlı afrikalı. Yazık, doğru dürüst ingilizce bilen yok! Anlamadım manasında dudak büküp başlarını sağa sola sallayıp gidiyorlar. Sonunda biri danışma noktası olduğunu tahmin ettiğim bir masayı etti işaret. Koştum oraya. Hece hece, üstüne basa basa derdimi anlattım. Bu arada oğlumun ve gelinimin adını soyadını ısrarla tekrarlıyorum. Ne dediğimi anlıyacaklar ama sanırım bu isimler kafalarını karıştırıyor. Sağ olsun bir zenci hemşire elimden tutup beni asansöre götürdü. Basacağım kat numarasını gösterdi. Salon kadar asansörde tek başıma dizlerim titreyerek üst kata çıktım. Asansör kapısı gelinimin yattığı odanın koridoruna açılınca derin bir nefes aldım. İçime su serpildi. Karşımda oğlumu görünce sanırım, doğurduğum gün yüzünü görünce sevindiğim kadar sevinmişimdir. Tabii onlar da beni merakla bekliyorlarmış. Alel acele işlemler tamamlandı. Çıkış kapısında bekleyen şoför, beni dövemedi ama keşke dövseydi... Oğlum ona durumu açıkladı. Ben (I am sory!Thank you. ) dedim defalarca. Diğer söylemek istediklerimi de ses tonuma yükledim. Beklettiğimiz için fark ücret ödeyelim istedim. Yasakmış almıyorlarmış. Aynı bizdeki gibi!
Öğrenebiliyorsanız sakın (Geç kaldım.) demeyin. Yaşınız kaç olursa olsun hemen bugün dil öğrenmeye başlayın. Çocuklarınıza bu fırsatı mutlaka verin lütfen.... I LAVE YOU!
ULVİYE KARA AKCOŞ