Bir Şey ve Her Şey -Yaşanmış Öyküler

BİRŞEY VE HER ŞEY

Mayıs 1993... Güneş uyanmış, uyku sersemliğini atmaya çalışıyor... Lojmandaki dairemin salonunda, tek kişilik yeşil kadife kaplı koltukta uzunlamasına oturmuş süzme çayımı içerken salon kapısı kapalı, pencere açık sigaramı tüttürüyorum. Televizyon sehpasındaki saatin akrebi yedi, yelkovanı üç üzerinde... Beyaz kadranının ortasındaki siyah benekli turuncu tavuğun başı, önündeki daneleri yer gibi aşağı yukarı sallanırken çıkan tik tak sesleri sessizliği bozan tek ses... Her tik tak sesinde yenilense daneler yerine saniyeler, dakikalar, saatler, zaman dediğimiz şey... Necip Fazıl, Sakarya şiirinde “İnsan bu, su misali kıvrım kıvrım akar ya!” demiş ya! Gerisini ben ekliyorum; “Gerçekte akan biziz, geçense zaman güya!” İşte öyle bir şeydi şu an hissettiğim her şey...

Zaman zaman, zaman geçmek bilmiyor derken nasıl geçtiğinin farkına varmadan güya zaman geçmişti ve ben, bizler, kah önüne çıkan ne varsa devirmeye, yutmaya çalışan azgın dalgalar gibi azgınca, kah gürül gürül yanan kömür sobasının yanında kıvrılmış kestiren kedi gibi dingin, su misali kıvrım kıvrım akarak başhekimliği bıraktığım günden bugüne, zaman dediğimiz su yerli yerinde dururken ömrümüzün koca iki senesini daha geride bırakmıştık. Neler geçmemişti ki geçen zamanla birlikte iki senelik zamanda...

Tanıdığım birkaç, tanıyıp bilmediğim birçok damla, akmayı bırakıp geçen zamanda Erciş denilen mekandan buharlaşmıştı. Sağlık Müdürü 1991 seçimlerinde ANAP’tan milletvekili seçilerek Van’dan, kaymakam yeni Valiler-Kaymakamlar genelgesi ile Erciş’ten ayrılmıştı. Beş yıldızlı oteldeki tatilde tesadüfen tanışıp ara sıra kahvaltıda, yemekte, havuzda, animasyonlarda vakit geçirdiğim arkadaşlarım gibiydi onlar. Tatilleri benden erken bitmiş, otelden ayrılmışlardı o kadar! Mustafa Bey’i Kayseri Tıp’a yardımcı doçent olarak uğurlarken ise evladını taşradan büyük şehirdeki üniversiteye okumaya gönderen, evladının başarısı ve mutluluğuyla gurur duyarak içi kan ağlarken gözyaşlarıyla gülümseyen, arkasından bir bakraç su döken anne gibi hissetmiştim kendimi. Ümit Üsteğmen hala bekardı ve öğretmen bir kadınla ciddi ciddi görüşüyor, kafese girip girmemenin hesabını yapıyordu. Bense babamın “Evlilik, altın kafese benzer. Dışarıdakiler içeriye girmeye, içeridekiler dışarı çıkmaya uğraşır” sözünün ikinci kısmı son karar anımda aklıma gelmediği için çoktan kafese girmiştim bile!

Su yatağında akan akarsu misali, coşkun veya dingin kıvrım kıvrım akarken insanoğlu yol ayrımlarına gelir. O anki şartlarını, o anki mantık ve duygularını göz önüne alarak tercihte bulunur, önüne çıkan yollardan birini seçer, seçtiği yolda yolculuğuna devam ederken kendi tercihi sonrası kaderini yaşar. Bu yaşa kadar kaç kez yol ayrımlarına gelmiştim. Doktorluğu, cerrahlığı, taşra cerrahlığını tercih etmiştim sırasıyla... 4 Aralık 1991’de kafese girmeyi de ben seçmiştim, kimse zorla kafese sokmamıştı beni.

Başhekimlik koltuğuna oturunca bekar olmama rağmen başhekimlik sıfatımdan dolayı, kaloriferli ev sayısının bir elin parmaklarını geçmediği Erciş’te 2+1 de olsa hastane lojmanındaki dairelerden birine yerleşip kaloriferli evde yaşama kolaylık ve konforuna kavuşmuş, koltuğu terk ettiğimde ise evli yeni uzman geldiğinde konforumu kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmıştım. Ya lojmandan ayrılıp sobalı evde ya da altın kafeste yaşamak... O günkü şartlarda attan inip eşeğe binmek işime gelmediğinden kafese girmek mantıklı gelmişti mantığıma... Kararımdan sonrası hızlandırılmış film sahnesi gibiydi.

Başhemşire ve Yurdagül hemşirenin benim ricamla Tülay’ın ağzını yoklamaları –gerçi benim gibi daha kel kalmamış, saçlı bıyıklı, yakışıklı, karizmatik talibini reddetmeyeceğinden emindim ama...- sonrası Tülay ile baş başa oturup iki kez konuşmamız... Aileler ile telefon diplomasisi... Erciş-Ankara-Ladik, anne ve babamı aldıktan sonra Biga yolundaki şoförlüğüm... Hoş geldiniz, beş gittiniz, selam sabah faslından sonra babamın “Allah’ın emri Pey... “ demesiyle Tülay’ın anne babasının düet yapar gibi “Verdik, verdik, Allah hayırlı etsin” cevabı vermeleri... Başlık parasından vaz geçtim, bir çift çorap talep etmemelerinden huylanmama rağmen “Anasına bak kızını al” atasözüne istinaden müstakbel kaynanamın sessiz, sakin, uysal, ağzı var dili yok halini dikkate alarak son kararımda ısrar edip aileler arası sade merasimle nişanlanmamız... Yüzük parmaklarımızda alyanslar, Biga-Ankara, anamı babamı Ladik’e bırakıp Erciş’e dönmemiz... Bir haftada yedi bin kilometre direksiyon sallamış, turşum çıkmıştı dönüşte. Acaba lojmandan çıkmayı mı tercih etseydim diye düşünmedim desem yalan olur! Bir ay sonra laf söz olmasın, nişanlımla rahatça gezip tozabileyim diyerek hastane çalışanlarının misafirliğinde, lojmandaki dairemde resmi nikah... Nikahlı geçirdiğimiz nişanlılık günleri ve 4 Temmuz 1992’de Biga’da düğün...

Çalar saatin, kümesin genç horozunun tüm haşmetiyle ötmesine benzer cırtlak sesiyle “Zıııırrr!” diye zırlamasıyla evdeki prizi tamir edeyim derken elektrik çarpmış acemi koca gibi uzun oturduğum koltukta irkildim. Yüz metre koşusunda hakemin komutuyla başlangıç çizgisinden fırlayan atletleri kıskandıracak süratle fırlayıp dört aylık hamile karım rahatsız olur, sabahın köründe opera müziğine başlar endişesi içinde saatin zırlayan alarm sesini susturdum. Genellikle hamileliğin üçüncü ayı sonunda kesilen bulantı kusma şikayetleri, sıkıntılı geçen hamileliğine bağlı yıpranma yüzünden soprano sesini keşfettiğim eşimde hala devam ettiğinden, üç kilo zayıflayan karıcığıma bir hafta daha rapor almıştık. Tülay’ın girmek bir yana kapısı açıkken önünden geçemediği mutfağa girdim. Evlendiğimizde aldığım, son model Arçelik buzdolabının dört aydır demirbaşlarından olmuş paket süt ve çubuk krakerleri avuçlayıp salona geri döndüm; çeyiz bohçasında gelen üç parça dantel örtüyle süslenmiş orta sehpasına avucumdakileri bıraktım. Çıt çıkarmadan yatak odasına gidip kafamı kapıdan uzattım. Karım uyanmamıştı. Montumu sırtıma geçirip sokak kapısını usulca açtım, çıktım, geri kapattım sokak kapımızı. Lojman çıkışındaki beş basamağı adımlayıp soldaki hastane istikametinde dört beş adım attığımda iki günlük kirli sakalı, dağınık saçları, göz çukurları çevresinde oluşmuş grimsi halkalar ve solgun suratından uykusuz, yorgun, tempolu yürüyüşten tempolu adımlarla yürüyüşünden endişesi görür görmez anlaşılan Bedri Bey’in hastaneden çıkıp lojmana doğru geldiğini gördüm.

Bedri Bey. Hacettepe Tıp mezunu, aynı hastane ihtisaslı, taşra çocuğu, seksen öncesi ideolojik görüşlerimiz yüz seksen derece zıt olmasına rağmen en iyi anlaştığım, nikah şahidim, lojman komşum, kadın doğumcu arkadaşımdı. Eşi ikinci çocuğuna hamileydi ve bildiğim doğuma bir hafta vardı. Askerlik sonrası, çalıştığı Muradiye Devlet Hastanesine haftada iki gün hizmet vermek şartıyla kadrosu hastanemize aktarıldığı zaman tanışmıştık. Erciş, Muradiye, Patnos, Ahlat, Adilcevaz, Çaldıran kasabalarının bulunduğu iki yüz bin nüfusa hizmet veren tek kadın doğum uzmanıydı. Bölgenin erkekleri, gündüz için yorum yapamasam da Allah için geceleri çok çalışkandı ve kadınına, kadınlık organında –Memeleri saymıyorum. Üç sene boyunca meme muayenesi yaptığım kadın sayısı yirmiyi geçmiyordu-rahatsızlık olduğunda çok değer veriyor; gecenin yarısı, yollar karla buzla kaplı demeden ne yapıp ediyor, Bedri’ye ulaşıyordu. Enerjisine, sabrına hayrandım meslektaşımın. Doktor olarak bölge insanından

kat be kat çalışkandı, kendini iki ila dört saatlik uykuyla yetinmeye alıştırmıştı. Bir gün olsun tıraşsız, uykusuz, yorgun görmemiştim onu. Bugün hariç...

Aramızdaki on, on beş metrelik mesafe çabucak kapandı, beş saniyede yan yana geldik.

-Günaydın Sinan Hocam... Bir yere kaybolma, hanımı sezeryana alacağız.

Merak ve endişeyle sordum.

-Günaydın Bedri Hocam... Alalım da biliyorsun narkoz teknisyenimiz yok. Nasıl alacağız?

- Hikmet Bey’e telefon açtım. Fatma hemşireyi resmi araçla gönderiyor, yarım saate burada olur. Evden birkaç parça eşya alıp geleceğim. Emine Ebe karımın yanında...

Hikmet Bey, Muradiyeli, Kürt kökenli, üniversite mezunu, “10 000 nüfuslu ilçeme gelip hizmet veren doktor para kazanmalı ki burada kalsın” dediğini kulaklarımla duyduğum Muradiye Devlet Hastanesi müdürüydü. Fatma Hemşire ise yine Muradiyeli, Bedri ve beni sevip sayan -annesini guatrdan ameliyat etmiştim-, tecrübeli, işinin ehli –annesini kendisi uyutmuştu- narkoz teknisyeni idi.

-Tamam Şefim, giyinip serviste bekliyorum seni.

Bedri’nin yanından ayrıldım, servise uğradım. Hanife Hanım’a geçmiş olsun dileklerimi iletip bir masa, iki koltuk, bir dolapla döşenmiş odama geçtim, yeşillerimi giyindim. Çayım geldi, sigaramı yaktım, Bedri’den gelecek haberi beklemeye başladım.

Beklediğim oda, nihayet sekiz ay önce inşaatı tamamlanarak taşınabildiğimiz yeni hastanedeki şahsıma ait oda... Beklerken hastanede neler değişti diye düşünmeye başladım. Bina değişmişti; yüz yataklı, üç katlıydı, her uzman için ayrı dinlenme odası vardı. Hastane tabelası yenilenmiş; giriş kapısının üstündeki duvara kocaman, gösterişli, caf caflı Erciş Devlet Hastanesi tabelası asılmıştı. Başka? Acildeki pratisyen hekim sayısı beş olmuş, uzman hekimler acil nöbetinden çıkıp icap nöbeti tutmaya başlamıştı. Daha başka? Evlendikten sonra sayısı bayağı azalmaya başlamış saçlarımı karıştırır, bıyıklarımı çekiştirirken düşünüyor, zorluyorum beynimi... Başka değişiklik, yenilik

bulamıyorum. Uzman hekim sayısı aynı; bir cerrah (ben), bir dahiliyeci (başhekim), bir çocuk uzmanı, bir de Bedri. Beşinci uzman deseniz, yok. Teknolojik şartlarda değişiklik, alınan yeni alet-edavat- cihaz... Yok. Hemşire, teknisyen, hizmetli sayısında artış... Yok. Aynı sayı, aynı kadro, aynı teknik şartlarda hizmete devam... Anestezi teknisyeni hala yok. Vanlı ve genel cerrah olan yeni sağlık müdürü lütfedip Van’dan ara sıra günübirlik gönderirse öp başına koy! Mehter takımından beter halim. İki ileri, bir değil üç adım geri... Bir iki gün ameliyat yapıp sekiz on gün pas geçmek zorunda olduğum günler... Derdimi kimseye anlatamıyordum, kimsenin umurunda değildi mevcut şartlar... Sabretmekten yorulmuş, bunalmış, usanmıştım. Yapmak istediklerimin, yapabileceklerimin %80’ini yapamamış olmama rağmen Erciş’i çok seviyor olsam, pratisyen hekim gibi genel tababet yaparak para kazansam, gönlüm elvermese de körelmemek, cerrahlık yapabilmek için Merzifon’a tayin istemiş, devreye meclisten torpil de sokmuştum. Tayinimin gerçekleşmesi torpilimin gayret ve gücüne bağlıydı.

Kapım her zamanki gibi üç kez tıkladı(Niçin, üç kez tıklarız acaba?), açıldı, Ahmet Efendi kapıyı araladı, kapı kolunu bırakmadan kafasını uzattı.

-Tohdur Bey, Bedri Bey geldi, Hanife Hanım’ı ameliyathaneye alıyorum.

-Anlaşıldı Ahmet Hocam, geliyorum.

***

Yirmi dakika sonrası...

-Başlıyorum Fatma...

-Buyrun Hocam, hasta sizin...

Bedri neşteri aldı; kendi kızını doğurtmak, kurtarmak, yaşatabilmek adına neşteri karısının karnına salladı. Eli hızlıydı. Cilt, cilt altı, fasya, kaslar, peritonu geçmesi bir dakika sürdü sürmedi, karındaydık. Rahimde, idrar kesesini zedelememeye dikkat ederek rahimin en alt kısmı, idrar kesesinin hemen üstünden bir santimlik kesi yaptı. Sırayla önce sağ sonra sol elinin işaret parmağını bu keşiden rahimin içine soktu, zıt yönlerde parmaklarını gerip çuval yırtar gibi açıklığı genişletti. Yırtılan rahim duvarındaki kanamalara aldırmadan sol elini, parmakları yelpaze tarzında rahime daldırdı. Sayılı saniyeler içinde

uzun ıslak saçlı, buruşuk mosmor yüzlü bebek başı belirdi karşımızda. Dokuz aydır yaşadığı dünyadaki sulardan korunmak için mi yoksa kafasını uzattığı dünyadaki aydınlık gözlerini kamaştırdığı için mi bilmem, bebeğin gözkapakları sımsıkı kapalıydı. Belki de son geceye kadar dertsiz kasavetsiz yaşadığı evinden ayrılıp güzellikleri kirletenlerin dünyasına geldiğinin farkındaydı, korkmuştu. Kim bilir? Bedri, eline aldığı gazlı bezle bebeğin yüzünü gözünü, dudaklarını, ağzını, ağzının içini hızlıca sildi.

-Bastır Sinan Hocam!

Yeşil örtülerin üzerinden sağ kolumu dirsekten doksan derece büküp rahmin en üstünden aşağı doğru var gücümle bastırdım.

Kesintisiz tüm gücümle bastırmaya devam ettim. Ta ki göbek kordonu boynuna üç kez dolanmış mosmor suratın, morarmış ve sıcak suda unutulmuş fasulye gibi yer yer sarımsı beyaz kabuklarla kaplanmış ufacık vücudun, anne babası için dünyanın en değerli canlısının, dokuz ay boyunca annesinin karnında bizlerin ne için geldik diye sorguladığımız dünyamıza gelmek için bekleyen sudan çıkmış civcive benzeyen bebeğin rahimden tamamen çıkmasına kadar... Doktor amcasının, pardon babasının, annesinin kanıyla kanlanmış eldivenli elleri arasında görene kadar... Çarçabuk boyunda dolanmış kordonu üç kez tersine çevirdim, mosmor yüz morlaştı. Kordonu iki yerden klempleyip ortasından kestim. Bedri, kızını hazırda bekleyen Emine Ebe’ye teslim etti. Gözlerimiz ameliyat sahasında, kulaklarımız yan masadaki bebekte... Hayatı boyunca bırakın ağlamasını, kaşlarını çatıp dudaklarını büzmesini istemeyeceğimiz ufacık, çaresiz, hayata tutunmaya çalışan dünyamızın yeni misafirinin ağlama sesini bekliyoruz. Bekliyoruz ama ellerimiz çalışmaya devam ediyor. Anne için yapmamız gerekenler var. Bedri, sol avucunu parmakları bitişik karına soktu tekrar. Kavradığı, az önceki büyüklüğünden üç kat küçük, normal büyüklüğünden üç kat büyük rahimi bir hamlede karın dışına çıkardı, eşi rahimden ayırıp sağındaki çöp kutusuna bıraktı. Gazlı bez bulunan sağ eliyle plasenta parçası kalıp kanamaya sebep olmasın diye rahimin içini kazırcasına silerken gözlerimi Bedri’nin yüzüne kaydırdım. Sakindi. Konuşmuyor, sakin gözükmeye çalışıyordu ama kaşları çatılmış, alnındaki kıvrımlar derinleşmiş, yüzü daha da solmuş, göz çukurları çevresindeki grimsi halkalar grileşmişti. Kepi sırılsıklamdı. Saatler süren saniyeler dakikalar geçmişti lakin cıraklama sesi hala

yok... Sonunda soramadığım, sormaya korktuğum soruyu daha fazla dayanamayıp Bedri sordu.

-Ebe hanım, kızım yaşıyor mu?

Cevap, dünyaya yeni getirdiğimiz dünyamızın yeni canlısından geldi.

-Vıyaaakk! Vııyaakkk!

O anda içimizdeki fırtınalar dindi, duruldu içimizdeki azgın deniz. Dünyanın en meşhur sopranosunun sesinden daha tiz, en beğendiğimiz sanatçının sesinden daha billur sesi nihayet duymuştuk. Hiçbir güfte, beste, müzik eseri, hiçbir sanatçının dudaklarından bu derece ahenkli, bu derece etkileyici, bu derece huzur verici icra edilemezdi. İşte böyle bir şeydi, o an hissettiğimiz her şey...

-Toktor Bey! Duydunuz kızınızın sesini... Yaşıyor. Allah, hayırlı-uzun ömür nasip etsin İnşallah!

-Amin! Sağol Emine Hanım...

Bedri’nin kaşları düzelmiş, alnındaki kıvrımlar düzleşmiş, yüzüne renk gelmişti. Bir anda gri halkalar bile silinmişti. Rahimi dikmeye başladı, ben de asiste etmeye... Gözümde değeri tavan yapan meslektaşımın eli çalışırken dili çözüldü.

-Sinan Hocam! Bulut’um vardı (oğlunun adı), şimdi kışı atlatan yazım oldu. Kızımın adı İlkyaz olacak... İnşallah hayatı hep yaz mevsimi gibi günlük güneşlik olur; yaşadığını bilmeyeceği bu kışı, son kışı olur.

-İnşallah Şefim! Darısı hayırlısıyla Tülayla bana...

-İnşallah Sinan Hocam! Desteğin, yardımların için teşekkür ediyorum. İyi ki seni tanıdım ve iyi ki 12 Eylül sonrası tanıdım.

-Haklısın, iyi ki 12 Eylül sonrası tanıştık Şefim. Zaten öncesinde tanışamazdık ki! Mazallah tanışsak, tesadüfen karşılaşsaydık şayet, ya senin kafan gözün yarılırdı ya senin! Eeee! Sen, cici devrimci genç, ben faşist komandoydum o günlerde... Gerçi bugün bile değişip basında köşe başlarını tutan geçmişteki önderleriniz aynı şeyleri yazıp çiziyor ya! Neyse! Verilmiş sadakan varmış yani!

Ahmet Efendi, hemşireler güldü; Bedri kahkaha attı.

Hani ıssız bir yoldan geçerken/ Hani bir korku duyar da insan/ Hani bir şarkı söyler içinden/ İşte öyle bir şey!

Erol Evgin, şarkısında böyle söylüyordu. Issız yerde yaşıyorduk. Çaktırmasak da korkmuştuk, hem de çok korkmuştuk. İçimizden şarkı söylememiş, dua etmiştik. İşte böyle bir şeydi yaşadığımız saniyeler, dakikalar, her şey! Cerrahtık. Kendine güvenen, ciddi, asık suratlı, robot gibi duygusuz sanılan, herkes gibi duyguları olanlardık. Azrail ile yaptığımız her yarış sonrasında, kazandığımızda yaptığımızı yapmış, ağlamasını gülmek bildiğimiz İlkyaz gibi gülmüş, kahkaha atmıştık. İşte böyle bir şeydi her şey! Birşey’e güvenip sığınarak yapmıştık her şeyi..

***NEŞTER İZLERİ kitabımdaki 13. Hikayemdir.***

23-01-2021- BANDIRMA