Anılarıma Dokunma!..

ANILARIMA DOKUNMA!..

Anılarım okulumda kaldı…

Okul yıllarımda, ortaokul ve lisede tüm öğrencilerin kasket takması zorunluydu. Ayrıca, kızların forma giymesi, erkek öğrencilerin kravat takması öğrenci giyim kuşamının olmazsa olmazıydı. Hemen her okulun şapkaları aynıydı. Sadece şapkanın etrafında dolanan şeritler farklı renklerdeydi. Ortaokulu, Giresun Erkek Sanat Enstitüsü’nde okudum, şapkanın şeridi yeşildi. Liseyi Giresun Ticaret Lisesi’nde okudum, şapkanın şeridi kırmızıydı. Bildiğim kadarıyla klasik lisenin sarı, öğretmen okulunun maviydi ya da lacivertti. Ben takmak zorunda olduğum şapkaları sevmesem de, etrafını dönen şerit renklerini hep sevdim. Yeşil benim çevre duyarlılığımın da simgesi olduğundan ve belki kendi içinde çok fazla tonları olan bir renk olduğu için, yeşili hep sevdim. Yeşili başkalarına bırakmak gibi niyetim olmadı hiçbir zaman. Kırmızıya gelince onu nasıl sevmem? Serde kızıllık var. Bu özelliğimden mi bilmiyorum. Haksızlıklara ve insanın özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı reaksiyonel bir yanım hep oldu. O dönem çoğu arkadaşlarımın olduğu gibi… Kuşak farkı olmalı, 68 ya da 78 kuşağı denmesi boşuna değildi.

Kravat takmak bana fazla zül gelmezdi, onu takardım. Kasket takmaya gelince zorlanırdım. Aynanın karşısında saatlerce saçımızı taradığımız, kılığımızı kıyafetimizi düzelttiğimiz yıllardı o yıllar. Kasket takıp saçımızın bir tek teli bozulsun istemezdik. Teveğimize su yürüdüğü yıllar. Bazen aynanın karşısında uzun zaman kaldığımı gören ve bu durumdan rahatsız olup, benim geleceğimden endişe eden annem, yanımdan geçerken “Oğlum cebin güzel olsun, kılık kıyafete ekmek doğranmaz. Sen derslerini çalış sınıfını geç, oku adam ol, o zaman elini sallasan ellisi… Şunu bil ki, boş torbayla at tutulmaz… Saatten haberin var mı? Ne oyalanıyorsun geç kalacaksın…” derdi. Saat hangi arada bu kadar ilerledi? Bu saat de fazla ileri gidiyor. Ben fazla geri kalıyorum dememi beklemeyin benden. Ergenim ben. Bir koltuğumun altında kırmızı şeritli kasketim, bir koltuğumun altında çantam hızla evden çıkıp okul yolunu tutardım. Okulun bahçe duvarına kadar hızlı hızlı yürür bahçe duvarının köşesinden, o haşmetli demir kapıdan kafamızı uzatır okulun giriş kapısını kolaçan eder ona göre kasketi başımıza takar ya da takmadan içeri dalardık. Bazı arkadaşlarım kravatı dahi cebinden çıkartır, bahçe duvarın dışında takıp içeri öyle girerlerdi. Cadde tarafındaki büyük demir kapıdan girince erkek öğrenciler sağ taraftan erkekler bahçesine, kız öğrenciler sol tarafa kızlar bahçesine yönelirlerdi. Karşımıza gelen sütunlu ana kapıdan çok nadiren okula girerdik. Genellikle bu kapıdan öğretmenlerimiz girerdi. Bu ayrım, bana ve birçok arkadaşımıza anlamsız gelirdi. Biz bu durumu sıklıkla ihlal ederdik. Bir keresinde kızlar bahçesinde kız arkadaşlarımızla, birkaç erkek öğrenci olarak konuşma “suçunu” işledik. Nöbetçi öğretmen de bizi gördü. Bir ders sonra teneffüse çıkacakken ismimiz okundu, idareye çağrıldık. İsmi bende saklı kalsın, idareci öğretmenimiz bizi idare etmek niyetinde değildi, sordu “kızlar bahçesinde ne işiniz vardı?” Sanırım İsmail Alpan’dı, “Öğretmenim onlar da bizim arkadaşımız, sınıfta bir aradayız orda neden olmayalım?” Bu esnada idareye çok sevdiğimiz, okul dışında arkadaş gibi olduğumuz bir başka öğretmenimiz girdi. Disiplin kurulundaymış. Onu görünce ben rahatladım. Özgüvenim tavan yaptı. Şu ana kadar süt dökmüş kedi gibi duran ben bülbül gibi şakımaya başladım; ‘Hocam, kız ve erkek öğrencilerin bahçelerinin ayrı olması bana göre çok yanlış, kız ve erkek öğrenciler ayrı ayrı mevzilenmişler birbirlerinin bahçesine fethedilecek kale gözüyle bakmaları kanımca hiç doğru değil. Bahçelerin ayrı olması bu yanlış fikriyatı kafalara nakşediyor.’ Disiplin kurulu başkanı olduğunu düşündüğüm öğretmenim, “Sana şimdi bir Osmanlı tokadı nakşederim, yaşadıkça tokadın nakış izini taşırsın suratında. Ne yanlış ne doğru, buna siz karar verecek değilsiniz. Bu okulun kuralları var. Bir daha olmasın, hadi şimdi dersinize…” dedi.

Söylenildiği gibi bu mevzu burada bitmedi. Spontane bir vaziyette, öğretmenler ve öğrenciler arasında konuşuldu. Kimi bu bahçelerin ayrılması gerekliliğini, kimileri de anlamsızlığını savundu. Bu günlerde Leyla Hakyemez, Ayşe Güney, yanlarında şimdi hatırlayamadığım ama o gün üç kız olduklarından emin olduğum kız arkadaşlarımız kol kola girmiş, erkekler bahçesinde oldukça vakur bir vaziyette tur atıyorlar. Görseniz büyük bir utku kazanmışlar diye düşünürsünüz. Haksız mıymışım, ayrı ayrı bahçelerde mevzilenmek fethedilecek kale gibi imaj yaratıyor derken. Sonra sınıflar arası maçlar başladı, bu maçları kız arkadaşlarla birlikte izledik. O yıllarda öğretmenlerimizin çoğunun yüzü ileri dönüktü, çoğu aydın ve örnek alınası güzel insanlardı. Onlarında desteğiyle ayrı bahçeler sorunu fiilen çözüldü. Daha sonrasını bilmiyorum.

Sınıf maçları, sınıf mücadelesi gibi çetin geçiyordu. Aramızda amatör ligde, hatta profesyonel ligde oynayan arkadaşlarımız vardı. Giresunspor’da oynayan Deve İbrahim, Şafakspor’da oynayan Deve Fikret bizim sınıf takımındaydı. Diğer sınıf takımında da Giresunspor’da oynayan bir başka profesyonel futbolcu vardı. Mehmet Çeçen. Ben becerimle mi, tesadüfen mi bilmiyorum Mehmet Çeçen’i çalımladım. Topu geçirdim ama kendim geçemedim. Sol baldırıma bir diz yedim, onun acısını senelerce çektim. Başka bir nedenle yıllar sonra gördüğüm fizik tedavi ile o ağrılardan da kurtuldum. Çok sert olan o faulden sonra Mehmet’in de çok üzüldüğünü gördüm. Maçlar kız arkadaşlar izleyene kadar çok küfürlü geçerdi. Kızlar da izlemeye başlayınca küfürler şıp diye kesildi dersem inanacak mısınız? Tabi ki kesilmedi ama önemli ölçüde azaldı, biraz da içerik değiştirdi. Dozajı ayarlandı… Her şey daha güzel olmaya başladı.

Yıllar yıllar sonra Giresun’a gittiğimde her santimetre karesinde anılarımız olan okulun, duvarının önünde durdum. Orada ne kadar kala kaldım bilmiyorum, bellek istifinde daha ne kadar anı var onu da bilmiyorum. Henüz envanterini yapmadım. Anılarımla örtüşmeyen durumlarla karşılaştım. Üzüldüm şaşırdım sözgelimi bu duvar, sütunlu ana giriş kapısına bu kadar yakın değildi diye düşündüm, bu iç içe geçmiş hali çok kötü olmuş… Büyük demir kapıdan sağ tarafa baktım top oynadığımız bahçeyi görmek için, bir de ne göreyim? Bu güzelim tarihi binaya beton kalıplardan dökülmüş bir binayı yapıştırmışlar. Top oynadığımız bahçenin üzerine bir anlamda anılarımızın üzerine beton döktüklerine mi yanarsın, yoksa bu ek binanın tarihi binanın yanında ilkellik abidesi gibi duruşuna mı?

Daha sonra okuldaki son yılımı geçirdiğim sınıfımın camına baktım. Camlara kadar yükselen bir sarmaşık olduğunu anımsadım. Ama şimdi yoktu. Yeşil görünce kırmızı görmüş boğa kesilenler duvardaki sarmaşığı da kazımışlar ya da birçok şeyi olduğu gibi onu da soldurmuşlar. Okulumun duvarına bakarken kendi kendime gülmeye başladım.

Yanımda yeğenim vardı, amcam kafayı yedi, olur olmaz zamanda gülüyor demesin diye neden güldüğümü ona anlatmaya başladım. Parmağımı uzatıp üçüncü kattaki açık camı gösterdim. Bak orası benim sınıfımdı, son sınıfı orada okudum. Yaz tatili yaklaşıyordu hava gene bugünkü gibi sıcaktı, gene o cam açıktı. Afitap hanım (Bayazıtoğlu) ders anlatıyor, ilkel kabilelerdeki inançlardan, onların kutsal saydıklarından. Totemlerden bahsediyordu. Tam o esnada o açık camdan bir kertenkele sınıfa girdi… Biliyorsun benim çocukluk arkadaşım Ahmet Gencer vardı erken kaybettik, ışıklar içinde yatsın… Onun eşi Neşe Gencer’i tanıyorsun değil mi? “Tanıyorum amca, Neşe ablayı tanımaz olur muyum?…” Neyse arka sıralarda bir hareketlilik oldu, cama yakın yerde… Sınıf arkadaşım Nurettin Aydın, Neşe’nin sırasından kertenkele görülmesin diye vücudunu siper etti. Sanırsın arkadaşını korumak için kendisini timsahın önüne attı. Afitap hanım sordu ne var orada? Ben hemen atıldım, kimse kertenkele demesin, Neşe de duymasın diye, ‘Sınıfın totemi ile ilgileniyorlar hocam’ dedim. Nurettin, kertenkeleyi Neşe’nin görmeyeceği Afitap hanımın göreceği şekilde vücudunu hafiften kenara çekti. Afitap hanım, duvarda nereye kaçacağını bilmeyen kafasını sağa sola çeviren kertenkeleyi gördü, tebessüm etti. Hoca tebessüm ederse sınıf ne yapar? Doğal olarak sınıfta bir kahkaha patlaması oldu. Sınıfın yarısı ve Neşe de dahil neye güldüklerini bilmeseler de abartılı bir şekilde güldüler… Yeğenim dayanamadı sordu. “Amca hiçbir şey anlamadım. Yaptığın espri bana göre o kadarda komik değil bütün sınıf neye güldü ki? Neşe abladan gizlediğiniz de ne?...” Haklısın uzattım. Bu olaydan bir iki hafta önce bir sınıf arkadaşımız plastik bir kertenkeleyi Neşe’nin defterinin arasına mı koymuş ne… Neşe kertenkeleyi görür görmez bayıldı… Bu “şaka” tüm okulda günlerce konuşulan bir olay oldu. Nasıl bir sonuç doğuracağını

öngöremeden yapılan bu şakanın sonucu deneyimlenince hepimiz gereken dersimizi aldık. Gereken hassasiyeti gösterdik. Nahoş şakalar yapıp maksadımızı aştığımızı görüp, empati yapmasını da bilirdik… Kim bilir belki, kent mimarisinin yozlaşmasını, okulumuzun deforme edilişini, elimizden alınışını, kabullenemememizin kökeninde de bu duygu ve düşünce içinde oluşumuz, vicdan sahibi oluşumuz yatmakta…

Başımızda “ben yaptım oldu” diyen, her aklına eseni yapan egemen bir güç var. Ayrıca arkalarında neye neden destek verdiğini bilmeyen ya da çıkarına geldiği için her türlü desteği veren yığınla insan var. Çıkarı için güç verenlere kuşkusuz sözün ikna gücü işlemez. Onların vicdanına giden yol cüzdandan geçer. Ya çabuk kandırılan, kolay aldatılan, samimiyetle inanan yığınlara ne demeli. Muktedir iki kere iki beş dediğinde dahi, en küçük bir kuşku duymadan heee valla iki kere iki beş diyebiliyorlar. Çıkarı olanla, ufku dar olan yan yana gelince ne desen nafile ama yine de diyelim…

Gelişmiş ülkelerde şehirlerin büyümesinin bir mantığı vardır. Lineer büyüme dedikleri büyüme, balık kılçığı gibi, ortadan bir yol geçer. Bu geçen yol genellikle tren yoludur. Omurganın sağına soluna uzayan kılçıklar, cadde ve sokaklardır. Eski şehir kılçığın orta yerindedir genellikle. Buralara inşaat yapılmaz hiç dokunulmaz, orada restorasyon çalışmaları dışında bir inşaat faaliyeti kesinlikle olmaz. Tarihi mimari insanlığın ortak değeri olarak kabul edilir. Değerlerle oynamak, onların değerini düşürecek eklentiler yapmak mümkün olmaz. Şehrin büyüdüğü yeni yerleşim alanında yeni mimari, yeni imar planına göre yapılır. Ya da durgun suya atılan taş sonucunda halkalar oluştuğunu görürüz. Şehrin de böyle büyüdüğünü düşünürsek, yenilikler dış halkalarda denenir. Geçtiğimiz günlerde, Asım İnan’ın yerel gazetede çıkan bir yazısını okudum. Sahil yolu geçmeden önceki Kumyalı’nın güzelliğinden bahsediyor. Görsellerde koymuş, çok etkilendim. Yol daha güneyden geçebilirdi. Giresun’un ilk belediye başkanı Kaptan Yorgi’nin mezarı ve bunun gibi bir çok tarihi mimari korunurdu. Güneyden geçtiğinde transit yolun ilk maliyeti fazla olsa da süreç içinde denizin neden olduğu bakım maliyeti olmazdı. Turizm geliri olurdu… İnsanlarla deniz arasına tel örgü çekilmezdi… İnsanların denize ulaşması da bu kadar zor olmazdı… Bu bir başka yazı konusu olarak bir kenarda dursun…

Bu ve benzeri estetikten yoksun çağdaşlıktan uzak uygulamalar ülkemizin her bir köşesinde çok sıklıkla görünür oldu. Biliyorsunuz, muktedir bir ara biz İstanbul’a ihanet ettik dedi. İki kere ikinin dört etmesi gibi, matematiksel kesinlik taşıyan bir gerçeği gördü diye düşünenler oldu. O söylem kamuoyunun (oy)una yönelikti. Oyuna gelenler düşünsün… Daha sonra Kanal İstanbul dedi. Yani iki kere ikinin dört ettiğini söyleyecek diye beklenirken iki kere ikinin, beş bile değil yedi olduğunu söyledi. Boşuna çılgın proje demiyorlar. Elindeki tüm ses yükselticiler yani yandaş medya onlar da bu çılgınlığı, yani iki kere ikinin yedi olduğunu anlatma yarışına girdiler… Bilim insanlarının bu projenin ciddi sakıncaları olduğu konusundaki uyarılarına, bilimsel açıklamalarına dahi tahammül göstermediler… Kanal İstanbul gereklidir demeyi sürdürdüler, sürdürüyorlar…

Bizim okulumuzu Giresun Ticaret Lisesini neden bizim elimizden alıp Kız İmam Hatip Lisesi yaptılar? Çünkü biz haksızlıklara karşı itiraz eden bir kuşağız, gören gözümüz, söyleyecek sözümüz, bilimsel eğitim almış özümüz var. Çünkü biz maliye okuduk, muhasebe okuduk, hukuk okuduk, ekonomi okuduk, matematik okuduk, cebir okuduk, dahası birçoğumuz yüksek matematik okudu. Biz, sana göre bana göre değişmeyen, iki kere ikinin dört etmesi gibi matematiksel kesinlik taşıyan olayları, olguları yani gerçekleri iyi gördüğümüz için okulumuz elimizden alındı. Ne var ki, gerçeklerin dirençli bir yanı vardır, er ya da geç mutlaka ortaya çıkar. Sür git gizlenemez. Okullarımızı diplomalı cahiller yetiştirmek, cehaleti örgütlemek için işliklere çevirseniz de, çağdaş değerleri yıkamayacaksınız.

“Okulumuzu geri istiyoruz”

Bizden alınan okulumuzu Milli Eğitim Bakanlığından da alıp, Turizm Bakanlığına devredip, sonra turistik otel yapmak gibi gizli ajandanız olmadığı ne malum? Ekinciler(1), Cenik’den(2) kötü koku yayıldığını söylüyor da…

(1) Giresun’un güney ilçelerinde yaşayanlara ekinle uğraştıkları için Ekinci denir.

(2) Giresun da ve Sahil ilçelerinde yaşayanlara (Samsun’un eski adı Canik’den gelir, Giresunlunun dilinde) Cenikli denir.

hgencerucar@gmail.com H.Gencer Uçar 13-02-2020/BANDIRMA