Sıfırın Aşkı Matematikçiye Tosladı -Öykü-

SIFIRIN AŞKI, MATEMATİKÇİYE TOSLADI  Öykü

 

Mahallede top oynadığımız çocukluk günlerinden ilk gençlik yıllarına bodoslama geçiş yaptığımız, damarlarımızda deli kanın dolaştığı ve bizleri de dellendirdiği o günlerden tanırım Hüseyin’i.

Kör ebe oynardık, onu yakalayamazdık. Saklambaç oynardık, onu bulamazdık. Top oynar, maç yapardık, çalımlarıyla herkesi ipe dizer geçerdi, aramızdan mı geçti, içimizden mi geçti anlayamazdık. Ters köşeye yatırır doksana takardı. Hani denir ya, ele avuca sığmazdı. Şimdilerde bu durumda olan çocuklara hiperaktif diyorlar. Bizim zamanımızda haylaz, haşarı, yaramaz, acar, barda baş, afacan, fırlama hatta serseri denirdi. Söylemeye dilim varmıyor daha bir sürü şey söylenirdi. Şimdilerde tüm bunları bir sözcükte topladılar. Ama öyle anlam yüklediler ki o bir sözcüğe, çık işin içinde çıkabilirsen. Ana babalar da çıkamıyor ki çocukları ha bire psikologlara taşıyorlar. Neyse ben Hüseyin’e döneyim. O hepimizin en hızlısıydı. Komşunun bahçesinden erik çalardık, biz daha bir-iki erik yemeden, bahçenin sahibesi Sündüs hanıma yakalanırdık. Hüseyin nereye kayboldu diye bir de onu arardık.

Ekip toplanıp mahalleye döndüğümüzde, Hüseyin’i her zaman sohbet ettiğimiz yerde, eski konağın bahçe duvarına oturmuş erik yerken bulurduk. Bizi görünce pis pis sırıtırdı. “Nerede kaldınız yahu, sizi beklerken canım sıkıldı, manavdan iki kilo can eriği aldım, can sıkıntısından hepsini yedim bitirdim. Durun, galiba cebimde birkaç tane kalmış.” Derdi ve avucumuzun içine birer tane erik koyardı. Sıra bana gelince elinde tutuğu eriği avucuma değdirir geri çekerdi. “Sen avucunu yala…” der, gene de verirdi. Çünkü ben, -Sündüs hanım, annemin arkadaşı onun bahçesinden erik falan çalmayalım, sizi bilmem ama yakalanırsak ben çok utanırım. Annemden işittiğim azar da cabası olur- derdim. Ne ki ekip ruhu ağır basar muhalif olduğumu belirtmeme rağmen ben de onlarla giderdim.

***

Yan masada oturan adam, kırk yıldır, belki de daha fazla zamandır görmediğim çocukluk arkadaşım Hüseyin’e ne kadar da çok benziyor !?

 İncecik boynu ile gövdesine bağlanan koca kafası ve o düşmesin diye kürek gibi koca elini yanağına koyup kafasını desteklemesinden tutun da el kol hareketleri, bakışları, jestleri, mimikleriyle, velhasıl her haliyle o. Hüseyin’e benzemeyen özelliğiyse, uzun süredir hareketsiz kalışı, sus pus oluşu, öyle ki yanına gelen garsonla dahi tek kelime konuşmayışı, boşalan bira şişesini gösterip, işaretlerle bir bira daha isteyişi, açılan biranın kapağını geri istemesi, önünde duran küllükte onları biriktirmesi, ağır çekim hareket etmesi, olamaz bu Hüseyin olamaz dedirtiyor insana…

Karşımda oturan Zehra’nın “Sen neredesin Özdemir? Allah aşkına buraya gel” sitemiyle kendimi toparlayıp, buradayım canım, karşındayım hayatım… “Evet, gövden karşımda, ruhun yan masada, ben tümüyle bende olmanı istiyorum.” "Haklısın canım, yan masada oturan adamı çok eski bir tanıdığıma, çocukluk arkadaşıma benzettim…" derken Hüseyin olduğunu sandığım adamın telefonu çaldı. Hah!.. işte bir fırsat daha çıktı, o olup olmadığını anlamam için. Çünkü Hüseyin’in kendine özgü, dikkat çekici tonlamaları, vurgulamaları, kelimelerin son hecesini yayarak konuşmak gibi bir özelliği vardı.

Bu kez ben işaret diline geçtim, Zehra’ya "bir dakika sessiz olur musun canım" dedim. Zehra da benimle birlikte yan masaya dikkat kesildi. Yada bana öyle geldi. Yan masadaki Hüseyin sandığım adam, yavaş hareketlerle cebinden telefonu çıkarttı, masanın üzerine koydu ve hoparlörünü açtı. Hayda, sanki biz onun konuşmasını değil de, telefon edenin konuşmasını merak ediyoruz.

***

Telefondaki ses çok öfkeli bir kadın sesi, çın çın çınlıyor, Hüseyin olduğunu sandığım adam da sanki naklen yayın yapıyor bütün kafe onları dinliyor. “ Sen ne laf anlamaz adamsın!.. Beni ne diye arıyorsun, bana ne diye mesaj atıyorsun? Anlamıyor musun? Sen benim için bittin artık bittin!... Sen benim için bir hiçsin, hiç, hiiiiç… Sen benim için koskoca bir sıfırsın, sıfır... Anlamıyor musun? Sen yoksun artık sen bir hiçsin, sıfırsın sıfııırrr! Bir daha beni arama, sorma, bana mesaj yazma. Sen bittin, sen benim gözümde bitiksin bitik!…"

İlk aklına gelen kelimeleri, hatta o bile değil, akılla hiç alakası olmayan ağzına ne geldiyse söyleyen öfkeli kadının telefondaki sesi bir an kesildi. Hiç susmayacakmış gibiydi ama aniden sustu. Koca kafede hiç kimse yokmuş gibi sessizlik oldu. Hüseyin olduğunu sandığım adam sessizliği bozdu. Son bir hamle yaptı.

- Gel bi konuşalım.

- Ne konuşacağım seninle? Seninle konuşacak hiçbir şeyim yok benim. Sen benim için yoksun yok. Sıfırsın yani sıfır, yani hiçsin, bitiksin, yoksun yok, yok, yok, yok hükmündesin, hükümsüzsün…

- Bunca yılın hatırına gel bi konuşalım,

- Konuşacak ne bıraktın ki… Hayret ediyorum sana, hala konuşacak yüzün var…

- Israr ediyorum sen bi gel, yaşanmışlıkların hatırı için son bir kez de olsa konuşmamız lazım. Yokluğu konuşalım, hiçliği konuşalım, bitişi, tükenişi konuşalım. Sıfırı sıfırlanmayı konuşalım…

- Hıh!.. sen felsefe yapacaksın, edebiyat yapacaksın, tasavvuftan konuşacaksın… artık yemezler benim karnım laf ebeliğine tok. Lafla peynir gemisi yürümez. Gerçeğin dili yalındır, sen önce yalın konuşmasını öğren. Edebiyat ve felsefe senin dilinde yalanı süsleme sanatı. Her şeyi değersizleştirdiğin gibi onları da değersizleştiriyorsun. Nasıl ki lafla peynir gemisi yürümez, yalanla dolanla da bu ilişki yürümez. Ama sen yürürsün… yürüüüü anca gidersin…

- Sen öfkenden ne konuştuğunu bilmiyorsun. Bu üslup senin üslubun değil. Bu sen değilsin. Sen sen olana kadar, ben ne söylersem beni duymayacaksın. Bu ilişki burada bitti diyorsun, pekiyi öyleyse, bana söyleyecek söz, yapacak hiçbir şey bırakmadın. Yaşadığımız bunca güzellikleri ben de anılarımda yaşatırım. Onları yok sayamam, istesem de onları yok edemem, sıfırlayamam. Her şeye rağmen seni çok ama çok seviyorum, bunu her zamankinden daha çok hissederek söylüyorum, Hayrinisa. Belki de seni kaybetme duygusunu bana yoğun yaşattığın içindir. Telefonu lütfen kapatma… lütfen… anladım pekiyi… Hoşça kal, canımın içi hoşça kal…

***

Hüseyin’in adeta şov yapıyor. Bu şovu kafe de oturanlara mı? Telefonda konuştuğu kadına mı? Orası şimdilik pek anlaşılmıyor belki ilerleyen dakikalarda anlarız. Bu arada Hüseyin olduğunu sandığım adam telefonu kapattı. Kül tablasındaki bira kapaklarını saydı, ardından garsona seslendi. Bu masada kaç bira var dedi. Sayı tutuyor olmalı ki itiraz etmeden hesabı ödedi. Yerinden kalktı bizim masaya doğru gülerek yaklaştı. “Vay be nereden nereye, buralarda sana rastlayacağım, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi Özdemir.” Dedi ve bana sıkı sıkı sarıldı. Zehra’ya döndü “Kusura bakma kardeşim. Eski dostlar birbirini kırk yıl görmeyince böyle oluyor, kırk yıl düşünmek, kırk yıl görüşmemek, kırklara mı karıştık ne…” Diye gevezelik yaparken lafına girdim. Öncelikle Zehra ile Hüseyin’i tanıştırdım. Sonra merakımı gideremedim sordum. İki saattir yan masada canı çok sıkkın oturan Hüseyin mi? Diye düşünmekten helak oldum, madem sen beni tanıdın, neden daha önce gelip merhaba demedin. Canı çok sıkkın o yüzden diye düşündüm, belki de Hüseyin değil diye düşündüm, görüyorum ki pür neşesin,tepeden tırnağa Hüseyin’sin. Deminki adam nereye gitti, sen nereden çıktın?

***

Derken aldı sazı Hüseyin, başladı anlatmaya, “Her iki adam da benim. Biraz önceki kırık dökük olan da şimdiki pür neşe olan da benim. Evet karımla aramda ufak bir problem var…” Dayanamayıp araya girdim.

-Ufak atta civcivler yesin. Ufak bir problemmiş, Bütün kafe şahit birbirinize söylemedik laf bırakmadınız.

- “Doğru, benim karımın bazı problemleri var. Psikoloğu, onun "bordürline" olduğunu söylüyor. Bir günde dört mevsim olur, bir uçtan bir uca savrulur. Bakarsın biraz sonra burada da olabilir. Hiçbir şey olmamış gibi, hatta iki aşık gibi konuşuruzda. Ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Ben onu kırmamaya özen göstererek veda içerikli konuşursam o hemen benimle barışmak için yelkenleri indirir. O benden kolay kolay vazgeçemez. Hayır, hayır kendimi tekzip ediyorum, kolay kolay da ne demek, o benden asla vazgeçemez, vazgeçemez. Zaten ne zaman ne için darıldığı da, barıştığı da belli olmaz.  Demedim mi… hah işte geliyor. Gel hayatım iyi insan da lafının üstüne gelirmiş ben de arkadaşlarıma senden bahsediyordum.”

Hüseyin’in sözlerini duymamış gibi hiç o taraflı olmadan, gelen kadın elini Zehra’ya uzattı ben Hayrunnisa dedi. Zehra da memnun oldum bende Zehra dedi. Sonra benimle bir toka yaptı, gözlerini gözlerime sabitledi hadi ismini söyle der gibi baktı. Hemen toparlandım "ben Özdemir, tanıştığımıza sevindim" dedim. Pek inandırıcı olmasa da "Hayrunnisa hanım ben de," dedi. Sonra Hüseyin’e döndü..

-  "Geldim işte, konuşalım dedin geldim, ne olacaksa olsun bakalım. Hadi konuşalım" dedi. Zehra’ya ve bana "izninizle" demeyi de ihmal etmedi. Biraz önce Hüseyin’in kalkıp geldiği masaya geçip oturdular. kafe'de başka boş masa da kalmamıştı zaten. Hayrunnisa hanım, masaya oturur oturmaz, “Diğer palavralarını çok dinledim senden, onları geç. Bir matematik öğretmenine, yani bana şu sıfırı, sıfır olmayı nasıl anlatacaksın çok merek ediyorum. Onu anlat. Hadi anlat seni dinliyorum…”

***

Bu arada bizim masada da sular ısınmaya başladı. Zehra savaş baltalarını gömdüğü yerden çıkartacak gibi… “Özdemir, biz buraya senin narsist arkadaşının trübinlere oynamasını, ve onun bordürline karısının problemlerini dinlemeye mi geldik, yoksa henüz başlarında olduğumuz kendi ilişkimizi derinleştirmek, birbirimizi daha iyi tanımak için konuşmaya mı geldik?” Tabi ki hayatım biz bize olmak için buradayız. Biliyorsun ki onlarla karşılaşmamız tamamen rastlantı… Bu arada yan masada sesler yüksek volümden kulağımıza gelmeye başladı. Duymak için özel bir çaba gerekmiyordu, kafenin her yerinden duyulabilecek kadar ses yükseldi. Hüseyin kendinden çok emin bir tarzda "diskur" çekiyordu. Biraz garip bir durum var. Hüseyin, Hayrunnisa hanımla mı konuşuyor, yoksa kafede oturan herkesle mi?

-Bak hayatım, sen benim bir tanemsin. Hayrunnisa, güzelim sen benim için on numara bir kadınsın…

-Sıfırı anlat sıfırı. Geç bunları…

-Biliyorum sana göre sıfırın hiçbir değeri yok. Sen matematik öğretmenisin daha iyi bilirsin sıfır çok değerli bir rakam. Senin sıfırın ne kadar değerli olduğunu bilmediğine inanmam. Sen beni incitmek için sıfırsın diyorsun, oysa öyle düşünmediğinden eminim. Sen de biliyorsun ki sıfır, bütün rakamlara değerini veren rakam, sözgelimi on neye göre on, sıfıra göre on. Eksi on neye göre eksi on, sıfıra göre eksi on. Bak gülüm, ben sana -sen benim bir tanemsin, sen benim on numarasın derdim.- Biliyorsun ki biri on yapan oradaki sıfır. Güzelim hiç kuşkum yok ki ve de söylediğim gibi, bunları sen benden daha iyi biliyorsun. Bir örnek daha vermeme izin ver. Sıfırı bir rakamının soluna koy rakamın değeri sıfır onda bir olur. Sağına koy on olur…

-Bir örnekte ben sana vereyim Hüseyin. Sana göre ben on numara bir kadınım, seninle ilişki kurdum, on numaraya seni de ekledim ilişkimiz yüz numara oldu. Sen de bu yüz numaranın içine yaptın!…

-Kırıcı oluyorsun ama…

-Oğlum sen tek başınasın ve sıfırsın. Benden boşanırsın bulursun bir tane paçoz, sağına mı alırsın soluna mı alırsın, değer mi katarsın, değersizleştirir misin? Ne yaparsan yaparsın, yeter ki benim yakamdan düş, defol! Çık git hayatımdan, cehenneme kadar yolun var!…

Hayrunnisa hanım son sözünü söyledi, hışımla kalktı gitti. Hüseyin ardından oturduğu sandalyede boş çuval gibi yığılıp kaldı.

Yan masada bunlar olurken, ben pür dikkat Zehra’yı dinliyormuşum gibi davranmaya devam ediyorum, ama bir kulağımda Hüseyinlerin masasında.

Bu arada, Zehra da anlatmaya devam ediyor…

“Özdemir, seninle daha önce de konuştuk ben çok aşk acısı çektim. O kadar ki, son yaşadıklarımdan sonra aşka kesin olarak son dedim… Bir daha aşık olmak yok dedim… Hani kalbimin kapısını zorlayanlar, arayıp soranlar, peşime düşenler olacak diye düşündüm… Ve onlara tek tek laf anlatmaktansa dedim, kalbime giden yol üzerine eski aşklarımdan kalan dikenli telleri örerim, dedim ve ördüm. Bununla da yetinmedim, sağaltım nedeniyle yoğun bakımda… içeri girmeyin, gönül kapımı zorlamayın, diye bir de uyarı yazdım. Koca bir kilit ile birlikte yüreğimin çatalına astım. Sonra sen çıkageldin… Biliyorsun daha önce tüm bunları sana da anlattım. Bana karşı hissettiklerin geçici bir heves ise, duygularından emin değilsen, ne olursun yorma beni dedim. Ama sen dinlemedin. Bana yürümeye devam ettin… İçtenlikli sözlerinle… o sevgi dolu… belki de arzu dolu bakışlarınla, bitmez tükenmez  inadınla yüreğime giden yol üzerindeki dikenli telleri kan revan içinde göz yaşları dökerek temizledin. Kalbimin pas tutmuş kilidini param parça ettin. Kapıyı araladın… Ama içeri girmedin. Neden!..”

Zehra sustu…

Bir sessizlik oldu. Sessizlik ne kadar sürdü bilmiyorum. Ben hala yan masadayım orada konuşulanları dinliyorum. Zehra çantasında bir sigara çıkarttı, yaktı derin bir nefes cekti, dumanını boşluğa doğru üfledi. Çantasını omuzuna attı, sigarasından bir nefes daha aldı, masanın köşelerinden tutup doğruldu, bu kez nefesini yüzüme doğru üfledi. Öfkeyle sigarasını kül tablasında ezdi. Elimle dumanı dağıtıp, bir yandan öksürürken aydım. Zehra kendisini dinlemediğimi anlayınca çok sinirlendi haklıydı da. Artık çok geç… Zehra ; "canın cehenneme" dedi ve gitti.

Bu kez de yan masadaki Hüseyin bizi dinliyormuş. “Ne oluyor dostum? Canın cehenneme diyen gidiyor.” Dedi ve sustu. Çünkü Hayrunnisa hanım geri döndü ve Hüseyin’in oturduğu masaya doğru yaklaştı ama oturmadı. Hüseyin’in tepesinde durup ona bir şeyler söylemeye başladı. “Hüseyin! Bizim bakkaldan alışveriş yaptım. Bakkala sıfır lira borçlu kaldım. Bana sıfır lira versene…” Hüseyin söylenenlere bir anlam veremedi sesiz kaldı. Gene sessizliği Hayrinisa hanım bozdu. “Ya da ben sana sıfır lira vereyim geçerken bakkala verirsin.” Hüseyin işin sonu nereye varacak diye merak ettiğinden olsa gerek, kısık sesle olur ver dedi. Hayrinisa hanım sağ elini yumruk yaptı, baş parmağını işaret parmağı ile orta parmağının arasına soktu, yumruğunu bileğinden Hüseyin’e sallayıp, “al sana sıfır lira” dedi çıkış kapısına doğru ilerledi. Cafedeki insanlar, matematik öğretmeni Hayrinisa hanımı hiç böyle görmemişlerdi. Çünkü, Hüseyin de daha önce aile sırrını bu günkü gibi naklen yayına bağlamamıştı. Cafedekilerin şaşkın bakışları üzerindeyken, Hayrunnisa hanım, Hüseyin’e dönüp, “Hüseyin eline bir şey geçti mi? Anladın mı sıfırın ne olduğunu? Yavaş akıllım!..” Dedi ve ortamdan hızla uzaklaştı.

Hüseyin koca kafasını, koca ellerinin arasına aldı. Ne düşünüyor bilmiyorum. Ama ben, Hüseyin ile Hayrunnisa daha çok darılır barışır. Öğretmen hanım daha çok gider gelir. Gene gider, gene gelir diye düşünüyorum. Ya benim bir tanem Zehra gelir mi? Hiç sanmıyorum. Aşka olan güveni sarsılmış tam da bu yüzden ürkek bir serçe gibi hassas olan sevgilimin hassasiyetini nasıl oldu da ben dikkate almadım. Tanıştığımız ilk günden beri bu konuda ne kadar incindiğinin, ne kadar hassas olduğunun altını çiziyor beni uyarıyor. Ben ne yaptım, sevgilimin söylediklerini önemseyip dikkate almam gerekirken, nasıl olsa kaleyi fethettim havasında oldum, söylenenlerin ciddiyetini kavrayamadım. Bu davranışımın ne farkı var? Hüseyin’in davranışından, kendisini terk edilemez görme hastalığından… İlerlemiş yaşımda, sevilesi, yaşanası, çok ama çok değerli bir sevgili buldum, tam mutlu oldum derken, olan oldu. Aşkımın son baharını yaşamadan, kışa döndüm. Çok ama çok üzgünüm. Mutluluk veren arzunun denizinden, ıstırap veren kaygının karanlık sularına geçişim çok sert oldu. Zehra’nın kendisine ıstırap veren, aşka ilişkin kaygısını da daha derinleştirdim. Fazlasıyla hakkediyor olmasına rağmen onu mutluluğun Nirvana’sına çıkartamadım, belki de mutsuzluğun çukuruna ittim. Bu bana yakışmadı.

Bir an kalkıp Hüseyin’i de ayartıp meyhaneye mi gitsek diye düşündüm, sonra vazgeçtim. Bu durumda Hüseyin’i çekemem dedim. O da benim gibi düşünmüş olmalı ki, ikimizde cafeden ayrılıp kendi yolumuza gittik. Bazı durumlarda gönül yarasına kırk yıllık dostluk da teselli etmeye yetmiyor. Daha bile kötü gelebiliyor. Kırk yıl sonra nereden çıktın Hüseyin? Gene yaptın yapacağını. Bana ne, senin Hayrinisa ile olan marazi, sağlıksız aşkından. Sıfırla on arasında gidip gelen ilişkinden… Aranızda ki kişilik yarışından… Ama senin bir sucun yok. Suç tümüyle bende…

Ben sana uyup, seninle erik çalmaya gitmeyecektim…

hgencerucar@gmail.com H. Gencer Uçar 

28-07-2019 BANDIRMA