Fado,Fiesta,Futbol...

O ‘oyuncu’nun adı Arda değil Yunus olsaydı... 
Lafı hiç dolandırmadan açıkça söyleyeyim: Bundan böyle milli futbolculara prim verilmemesi önerisine kesinlikle karşı çıkıyorum. 
Bahsettiğimiz kişiler, profesyonel sporcu. Futbol onların eğlencesi değil, mesleği. Aldıkları maaş, mesleklerini yapmalarının karşılığı. Prim de, işlerini iyi yapmalarının ödülü. Üstelik bu ödülün kaynağı da halkın cebi filan değil, UEFA... 
UEFA, Euro 2016’ya katılmaları karşılığında TFF’ye 8 milyon Euro ödül tahsis ettiyse, futbolculara da bu meblağ dağıtılır, o kadar. Ancak futbolculara UEFA’dan gelen ödül dışında bir para dağıtılıyorsa ona itiraz ederiz işte. Elemelerde Kosova’yı ya da Letonya’yı yendiler diye prim dağıtılmamalı mesela. Prim, sadece ve sadece turnuvalara gitme hakkı kazandıklarında verilmeli. O da sadece UEFA’dan ya da FIFA’dan gelen ödül miktarında olmalı. Kamuoyunda prim konusunun rahatsızlık yaratma sebebi de zaten, Euro 2016 için futbolculara kişi başı 650 bin Euro gibi olağanüstü bir paranın verilmesi. 
UEFA’dan gelen meblağın iki katının dağıtılması. Türk futbolunun tüm departmanlarında, alt ve üst yapıda harcanmak üzere oluşan TFF’nin yerel bütçesinin, kendilerini çok başarılı zanneden millilere dağıtılması, akıl, izan, hatta bence hukuk dışı. Demirören’in hesap vermesi gereken esas mesele bu. 
*** 
Prim konusundaki ikinci önemli detay da şu: Bu milli takım, gerçekten başarılı mı ki, bunca ödüle hak kazanıyorlar? Euro 2000’e Avrupa 11’incisi olarak gitmişiz, turnuvayı ilk 8’de tamamlayıp dönmüşüz. Kore-Japonya 2002’ye Avrupa 10’uncusu olarak gitmişiz, dünya üçüncüsü olarak dönmüşüz. 2004 ve 2006’yı pas geçsek de, ikisinin de elemelerine birinci torbadan girmişiz. Euro 2008’e 13’üncü olarak gitmişiz, son 4’e kalarak ayrılmışız. Tüm bu turnuvaların elemelerine 1. ve 2. torbadan katılmışız üstelik... 

HAK ETTiĞiNiZi ALDINIZ... 

Sonra Türk futbolunun altın jenerasyonu futbolu bırakmış, bu havalı jenerasyona devretmişler bayrağı. Arda, Burak, Caner, Selçuk ve arkadaşlarına... Bu arkadaşların döneminde son 4 turnuvanın sadece birine, Euro 2016’ya gitmeye hak kazanmışız. 
Ona gitmemizin sebebi de, turnuvanın tarihinde ilk kez 24 takımla düzenlenmesi... Neredeyse çeyrek yüzyıl sonra ilk kez elemelerde 3. ve 4. torbaya düşmüşüz. 1998’den 2012’ye kadar milli takım hiç ilk iki torba dışına çıkmamıştı. Artık klasik bir 3. torba ülkesiyiz bu arkadaşlar sayesinde. Gittikleri tek bir turnuvada ortalama 102 km. koşmuşlar, Arnavutluk’tan, Kuzey İrlanda’dan, Macaristan’dan çok daha kötü görüntü verip son 16’ya da kalamamışlar. 2000-08 arasını sürekli Avrupa’nın ilk 16’sı arasında geçirmeye alışmış ulusal takımımız, 2008-16 arasında kıtanın ilk 16’sına bir kez bile girememiş. 
70 milyonu kandırabilirsiniz, ama matematiği kandıramazsınız arkadaşlar: 90’ların sonu-2000’lerin başında kıtanın elit milli takımları arasına girmiş Türkiye’yi tekrar 3. halkaya gerilettiniz. 8 yıldır tek bir kez son 16’ya giremediniz. Son derece başarısızsınız. 

Övündüğünüz tek şey, milli formayla 50, 70, 90 maç yapmak... Bu maçlar karşılığında ülke ne kazandı Allah aşkına? Hiçbir şey! Üstelik oynadığınız her maçın bedelini de kuruşu kuruşuna almışsınız anlaşılan. O zaman nedir bu ülke için yaptığınız fedakarlık? Sevgiyse sevgi, saygıysa saygı, kazançsa kazanç. Hak ettiğinizi fazlasıyla aldınız bence. 
*** 
Tabii ki bu son derece başarısız 8-10 yılın sorumlularından biri de, belki birincisi de Fatih Terim. Elinde sorumluluk duygusu düşük, burnu havada bir grup oyuncu var. İdmanlara geciken, takım fotoğraflarına girmeyen, dışarıdan idare edilen ve üstlerine vazife olmayan her şeye karışan... Peki Allah aşkına bu disiplinsizliklerin cezası, olayların üstünden 1 yıl geçince futbolcuları kamuoyuna şikayet etmek mi? Euro 2016’da bu futbolcular böyle disiplinsizlikler yapıyorsa, ilk uçağa bindirir, evlerine gönderirsiniz. Lafı dolandırmadan, bin bir türlü imalarda bulunmadan, açıkça halka gerekçeyi söylersiniz ve formanın değerini bilenlerle devam edersiniz. 
Berbat bir Euro 2016 performansından ve 2018 elemelerinde 3 direkt rakibimize 7 puan kaybedildikten aylar-yıllar sonra problemleri halka anlatmanın kime ne faydası oldu? Şunları Haziran 2016’da kamuoyuyla paylaşıp, takımı sterilize etsek, sonuçlar daha kötü olabilir miydi? Bu havalı grup olmadan Kosova ve Finlandiya’yı mı yenemeyecektik Allah aşkına? 

CEVABINIZ ’EVET’SE... 

TERİM’e tek sorum var: Madem Arda’dan ‘oyuncu’ diye bahsediyorsunuz, madem o da milli formayı giyen 23 sporcudan herhangi biri... Eğer şu son 1 yılda Arda ve arkadaşlarının yaptıklarını Yunus Mallı ve arkadaşları yapsaydı, davranışınız aynı mı olurdu? Problemleri 1 yıl saklar, basın toplantılarında, “Benden değil halktan özür dilesinler” mi derdiniz? “İçime sinmeden milli takıma geri alıyorum” mu derdiniz onları, yoksa bir daha ay-yıldızlı formanın rengini bile göremezler miydi? Cevabınız evetse, Arda’yla Yunus eşitse, geri alıyorum eleştirilerimi. Ama cevap hayırsa, Arda’yla Yunus eşit değilse, ben milli takım üzerinde 78

Umberto Eco, bir gösteri olarak futbol ile dini aynı kefeye koyar. Ona göre futbol taraftarlığı ile bir dine aidiyet benzerlikler taşır.

Eco, futbol ile din arasındaki benzerliği aidiyet ve sorgusuz iman(dogmatizm) bağlamında ele alarak, “Taraftarlık ve imanın yan yana kullanılması anlamlıdır; çünkü yenmek ve yenilmek kavramlarının iç içe olduğu bir oyunda taraftarların bağlılığını sürdürmesi için tam bir imana gereksinimi vardır. Bu iman sayesinde hem kendine sığınacak bir alan bulur; ki bu alanda yalnız olmayacak hem güçlü bir kulübün çatısı altında hem de kendisiyle aynı emeli paylaşan grupla bir arada olacaktır,” der.

Eco’ya katılmamak elde değil. Futbol taraftarlığı insanları yığınlar arasında yalnız kalmaktan kurtarıyor. Aynı amaç uğruna toplanmış farklı görüşten ve yaşam tarzından oluşan insanları gündelik sıkıntılardan kurtaran bir olgu konumunda futbol. Futbol maçının seyredildiği o kısıtlı sürede birbirlerini hiç görmemiş insanların samimiyeti aynı amaç uğruna bir camide ya da bir kilisede rastlaşan insanların samimiyetine çok benzer. Kendini o stada ya da o ibadet yerine ait hissetme aynı amaç için yapılan aktivite ve yapılan davranışlara sorgusuz sualsiz iman, dindar olmayı ve bir takımın taraftarı olmayı birbirine benzeştiren yanlar.

Bir diğer benzerlik noktası da bu aidiyet ve imanı aşırılığa götürme bağlamında ele alınabilir. Futbol taraftarlığı hat safhaya ulaştığında diğer kulüp taraftarlarının düşman olarak addedilmesini sağlar; ki bu da hastalıklı bir ruhtur ve fanatizmi doğurur.

Çünkü “Bir erkek sporu; maço kültürünün yoğunlaştığı spor dallarından biri” olarak futboldaki fanatizmin varlığıyla erkekliğin iç içe geçtiğine ilişkin birçok örnek bunun şiddetle birlikte var olduğunu vurgular.

Çünkü şiddetin meşrulaştırıldığı, rekabetçi ve agresif özellikleriyle futbol oyununda, rakip takım ve taraftara karşı, erkeklik göstereni olan “güçlü olma”, “üstün olma” durumu söz konusudur.

Futbol gösterisinde “bizlik” duygusu sağlamanın en kolay yolu, erkeğin ve takımın “ötekisi olan, zayıf olan, aşağıda olan” rakibe ya da hakeme karşı öfke, nefret ve hiddetle saldırmasıdır. Bu saldırı, söylemle gerçekleştiği gibi ciddi fiziksel boyutlarda da eyleme dökülmektedir.

Erkekliğin ve eril şiddet kültürünün en çok görünür olduğu alanlardan biri olan futbolda, taraftar grupları için sonucu sadece sahada oynanan maçın skoru tayin etmez. Müsabaka öncesinde, sırasında, sonrasında veya karşılaşılan tüm mekânlarda, rakip olarak algılanan ve öteki olan, kendi cemaatlerinden olmayanlarla, saha dışında başka bir “düello” üzerinden, kavga ederek, çatışarak, yaralayıcı ve öldürücü tüm araçları (bıçak, silah vb.) kullanarak maçın “galibi” olmak için karşı karşıya gelmektedirler.

Futbolda şiddetin devamlılığı futbol alanının endüstrileşmesiyle de yakından ilişkilidir. Futbol sporunun kapitalist tekelleşmesi kulüplerin bu rekabetçi çerçeve üzerinden oluşturduğu olumsuz ilişkiler, kulübün bir kurum olarak yaklaşımına, yöneticilerinin söylemine yansımaktadır.

Özetle Futbolun bir ulusal boyutu vardır. Yanı sıra, başka yollarla itibar, para ve tanınırlık kazanmanın zor olduğu toplumlarda veya sosyal sınıflarda futbol (kitle sporları) kimi yetenekli gençler için yükseliş aracıdır. O nedenle sınıfsal bir yönü vardır. Bir de kitlesel bir mobilizasyon (hareketlilik), taraftarlık, boy ölçüşme ve kısa sürede sağlanan tatmin sayesinde futbolun, rejimden/yönetimden memnuniyetsizliğini dışa vurabilecek toplumsal grupları meşgul ve memnun etmek için otoriter devletlerce bir kontrol aracı olarak kullanıldığı iddia edilir.

Portekiz’i 36 yıl demir yumrukla yönetmiş olan diktatör Antonio de Oliveira Salazar (1888-1970) halkı meşgul etmek için fado (türkü), fiesta (şölen) ve futboldan çok yararlandığını söylemiştir.

Konu milli takım olunca birey milletle; millet de devletle bütünleşir. Başka her şey önemsiz hâle gelir. Bir süre için bireysel varlığımız, takımımıza adanmış olur.

Egemen ile tabi; zengin ile yoksul; alt sınıf ile üst sınıf; kültürel farkları başka zamanda karşıt olanlar milli takımla bir ve tek olurlar.

Bir bakıma futbol, milli düzeyde, geçici de olsa birlik ve dayanışma aracıdır. Kitleler, içe yöneltecekleri öfkelerini rakibe yönelterek rahatlarlar.

Dünya şampiyonası, milletlerin/ulusların boy ölçüşme alanıdır. Şampiyonalarda milletler, diğerleriyle barışçı biçimde ve kurallar çerçevesinde karşılaşırlar. Uluslar toplu/öz bilinçlerini yenilerken, diğerlerine ne oranda üstün olduklarını da sergilerler.

Özetle, dünya şampiyonası barışçı bir dünya savaşıdır. Aktörler uluslardır. Bu mücadeleye katılabilecek takımlar ancak ulusal olanlardır. Yani bu şampiyona uluslar ve ulusal devletler arasında gerçekleşmektedir; politik bir karakter taşımaktadır. Uluslar, takımları aracılığıyla siyasal bir rekabete girmekte ve başarılıdan başarısıza doğru bir üstünlük sıralaması oluşmaktadır.

Uluslar artık nadiren savaş alanında karşılaşıyorlar. Ama ekonomik, teknolojik, bilimsel, sanatsal, kültürel ve spor alanlarında sürekli boy

Ölçüşüyorlar. Ulusculuk boyutu bu alanlardaki rekabet sayesinde tazeleniyor. Egemenlik bu alanlarda sağlanan üstünlükle kuruluyor. Özetle şunu diyorum ki, kapitalizm koşullarında futbol, gerçekten de sadece futbol değil. Hatta dünyanın dönüştüğü gösteri toplumunda,  kendisinden başka bir şey.

Bir milliyetçilik gösterisi. .

Dizginlerinden boşanmış bir erillik.

Kimi zaman gerçeğe dönüşen simgesel bir savaş.  Küresel piyasanın ballı kar/sömürü alanı. Velhasıl,  sosyalistlerin, devrimcilerin onu ele alırken,  dikkatli özenli olmalarında sonsuz fayda var.!

SEBAHATTİN ARİF- BANDIRMA -08/06/2017

Yazarın diğer yazıları için Sebahattin Arif tıklayınız